ENSAR YILMAZ
20 yıllık bir iktidarın zamanla oluşturduğu genel ahlaki eğilimleri ve bunun ekonomi politiği üzerinde durmak istiyorum. Ülke genelinde ve kamusal alanda neden bu kadar yaygın ve görünür etik problemlerinin ortaya çıktığını uzun süredir düşündüğümü belirtmek isterim. Hayvanları koruma derneği başkanı horoz dövüştürücüsü, Yeşilay şube başkanı eroin satıcısı, vatandaşlık verilen mafya liderleri, sahte diplomalı üniversite konsey başkanı, ucuz et ve ekmek kuyruğunda bekleyen insanlar ve ayda yüzde 30-40 getiri hırsı ile yananların aynı resimde yan yana gelmesi üzerinde düşünmeyi gerektiren bir konudur. Elbette istisnai durumlar her dönemde olabilir fakat bu çelişkilerin aynı anda bu yoğunlukta görülmesi istisnai ve rastlantı değildir. Dahası bu durumun özellikle muhafazakâr bir partinin iktidarında gerçekleşmesi, muhafazakâr ahlakın niteliğine de dair bir şeyler söylemeyi gerektiriyor.
Ahlak genel anlamda otorite, bağlılık (association) ve prensipler etrafında şekillenir. Her bir neden/durum kendi ahlaki içeriğini yaratır:
(i) Otorite üzerinden gelen ahlak bir liderin (ülke, kabile, parti veya aile) etrafında şekillenen ve gelişen bir ahlak formudur. Liderin onaylaması veya uygun bulması temel davranışsal eğilimleri belirler. Liderin tutumuna, ruh haline ve politik durumuna bağlı olarak şekillendiğinden daha değişkendir.
(ii) Bağlılık üzerinden gelişen ahlak ise bir kabile, aile, cemaat veya din gibi kolektif sosyal yapılara bağlılık ekseninde gelişir, burada da kişinin temel davranışsal ve ahlaki eğilimleri ilgili bağlılığın imkan verdiği ve alan açtığı dairede şekillenir.
(iii) Son olarak, ahlak genel bir kural, prensip ve düstur üzerinden şekillenebilir. Örneğin, J.Rawls, bir prensip olarak sosyal adaleti kurumların ilk erdemi olarak tanımlar. Bu yüzden, lider ve aileyi de aşan daha evrensel bir öze sahiptir.
İktidarın belirlediği ahlâk
Bu tanımlardan hareketle, son yıllarda Türkiye’de daha çok lider ve cemaat/muhafazakâr gruplar gibi kolektif yapılar etrafında şekillenen ahlaki katmanlar olduğunu düşünüyorum. Otorite etrafında şekillenen ahlaki formasyonunun otoriterliğin düzeyine ve niteliğine ve üzerinde hareket ettiği kolektif yapıların (cemaatler veya yakın gruplar) sadakatine bağlı olarak biçim alıyor. Ahlaki davranışın bireysel yönü olsa da yayılımı ve kabul görmesi komünal bir alanda gerçekleşir. Politik alan merkezileştikçe bireysel ve komünal alan da daralıyor, dolayısıyla ahlak, iktidarın politik tercihleri etrafında şekilleniyor. İktidarın politik varoluşsal kaygıları ülke genelinde ahlaki kaygıları da politikleştiriyor ve araçsallaştırıyor.
Ahlakın niteliğini otoriterlik ekseninde tanımlamak istediğimizde bunun dönemsel olarak da sınıflandırılması gerekir. Çünkü mevcut iktidar nispeten daha az otoriter bir yapıdan daha otoriter bir yapıya zamanla evrildi. Otoriterlik düzeyi arttıkça prensipler üzerinden ilerleyen ahlaki alan da azaldı ve daha yerel ve kişisel nitelik kazandı. Kronolojik olarak bu değişimi nereden/hangi dönemden başlatabileceğimiz bir tartışma konusudur. Bu büyük oranda bir süreç ve büyük oranda Gezi olayları, 17-25 Aralık olayları, Temmuz 2016 darbe girişimi, anayasa değişiklikleri ve başkanlık sistemine geçiş bu sürecin yapı taşlarını ördü. Her adım/olay hem iktidarın otoriterlik istencini artırdı hem de bunun için gerekli politik araçları temin etmesini kolaylaştırdı.
Politik otoriterliğin ahlaki formasyonu
Politik otoriterliğin genel ahlaki niteliklerini şu başlıklar altında sınıflandırdım:
(i) Kamu imkan ve kaynakları etrafında şekillenmesi (merkezileşme, suiistimal ve klientalist ilişkiler)
(ii) yoğun bir politik gücün kıskancında olması (araçsal ve faydacı davranışın yaygınlaşması)
(iii) gelir/servet dağılımı bozukluğu ve yoksullaşma üretmesi (sosyal refaha duyarsızlaşması) ve (iv) belli sektörlere ve ilişkilere dayanması (rantiyer yapısı).
Tüm bu özelliklerin her biri ayrı eğilimleri tanımlasa da özünde birbirleri ile bağlantılı unsurlar. Aşağıda her birini kısaca tanımlamaya çalıştım.
(i) Ahlaki ve sosyal problemlerin önemli bir kısmı iktidarın merkezi olarak kullandığı kamu kaynak ve imkanlarına dönük tasarruflarından kaynaklanıyor. Bu, kamuda iş bulma/atama/yükselmelerden tutun, ihalelere, imar aflarına, kamu-özel işbirliklerine, varlık barışının kirli paralarına, kentsel rant ilişkilerine uzanan geniş bir spektrumu içeriyor. Tüm bunlar ülkede uzun süredir kuralsızlığa, politik patronaj ilişkilerine ve kayırmacılığa dayalı bir sosyal ağın oluştuğunu gösteriyor. Değer yaratmak yerine değeri kamusal erkin sunduğu imkanlar etrafında devşiren bir yapı. Bunların tamamı devlet ekseninde gerçekleşiyor. Bu yanıyla, ülkede uzun süredir çok yaygın klientalist ve etkin olmayan bir politik yeniden dağıtım mekanizması çalışıyor.
(ii) Diğer yandan, ülkede politik olan iktisadi, sosyal ve kültürel her alanı kuşatmış durumdadır. Aşırı merkezileşen politik otoritenin temel objektifi iktidarını sürdürmek olduğundan politikaların prensiplere dayalı ahlaki içeriği de oldukça azaltmış durumda. Politik olan ahlaki olandan ayrıştığında her şey araçsallaşarak fırsatçı bir nitelik kazanıyor. Tabii, kuralların, adalet ve eşitlik ilkelerinin esnediğini gören herkes de avantaj sağlamak için bu sürece dahil olma eğilimi gösteriyor. Her şey politik karşılığı oranında değer yüklü hale geldiğinden dolayı da sıklıkla tekrarlanan tutarsızlıklara ve güven kaybına neden oluyor. Örneğin, yakın zamanda iktidar çevreleri faiz indirimi için kullandıkları Nas dini argümanı olumsuz sonuçlanınca, sonrasında faizleri hızlıca yükseltmeyi bir tür fazilet ve gereklilik olarak sunabiliyorlar. Hızlı bir gazete arşiv taraması yaparsınız, bu türden sürekli pozisyon değiştirmelerden çok sayıda bulacaksınız. Daha önce bu tutarsızlıklar 1-3 yılı bulurdu şimdi birkaç ayı dahi geçmiyor. Doğal olarak bu durumun da bir sosyal zihinsel karşılığı oluşmakta. Sürekli pozisyon değiştiren iktidarı savunmak durumunda kalanların gerçeklikle bağı zayıflıyor. Dış dünya ile bağlantıları politize olduğundan, hakikat algısı ve kaygısı azalarak çatışmacı bir nitelik kazanıyor. Sokaktaki görüntülerin bir benzeri de TV ekranlarında yaşanıyor. Böylece kamusal tartışmanın niteliği de buharlaşıyor.
(iii) Özellikle son dönemde artan gelir eşitsizliği ve yoksullaşmanın da bu dönemin ahlaki formasyonunun oluşumunda önemli bir katkısı oldu. İnsanların geçinme biçimleri ile ahlakları arasında güçlü bir ilişki söz konusudur. Gelirleri düştükçe insanların ideal hedeflere dönük duyarlılıkları azalır, daha dar ufuklu ve kendi çıkarları etrafında dönen bir nitelik kazanır. Daha avantajlı gruplar/birimler ise bu ortamı fırsata çevirmek için sırada bekler. Özellikle irrasyonel faiz politikası birlikte yaklaşık 2 yılda oluşan iktisadi yapıda buna benzer eğilimleri gözledik. Bu durumu ilerleyen bölümde daha detaylı ifade ettim.
Araçsallaştırılan insan hayatı
Diğer yandan, iktidar yarattığı eşitsizliğin ötesinde bundan faydalanma yoluna gitti. Makro istikrarı sağlamak için eşitsizliği/yoksullaşmayı bir manivela gibi kullandı; KKM gibi ucube bir transfer mekanizması kurdu; düşük faiz politikası ile bankalara kaynak aktardı ve düşük faizli kredilerle belirli gruplara avantajlar sunuldu. Yani istikrar için insan hayatı araçsallaştırıldı. Buna neden olanların bir dönem Kant etiği etkisi altında olduklarını düşününce iktidar çevrelerinin değişim hızını ve yönünü insan anlamakta zorlanıyor. Kendi çevremde bu insanların zihinsel ve davranışsal değişimine bizzat şahit oldum. Şimdilerde ahlaki kaygıları prensiplerden uzak reaksiyoner, faydacı bir hamasetten ötesi değil.
(iv) İktidarın iktisat politikaları büyük oranda belirli sektörlere yaslandı. İnşaat bu sektörlerin başında gelir. İnşaat makro düzeyde salgıladığı büyüme hormonu ve mikro düzeyde yarattığı şehir rant dinamiği ile iktidar için bir sektör olmanın ötesinde bir var olma biçimine dönüştü. Karşılıklı fayda üzerine kurulan yaygın bir siyasetçi ve inşaatçı ilişkisi gelişti. Bu ilişki biçimi, bu ilişkinin sınırlarını aşan bir şekilde insan davranışları ve kurumlar üzerinde ciddi tahribatlar yarattı. Rantiyer bir ekonominin oluşmasında, kamu ihale yasasının sürekli değiştirilmesinde, şeffaflığın perdelenmesinde, hesap verilebilir olmaktan uzaklaşmada, belirli sermaye grupları ile kurulan ve onlara sunulan imkanlara kadar sektörün çok sayıda etki alanı oluştu. İnşaat bu yanıyla iktidarın düşünme mekanizmasını ele geçiren bir algoritma işlevi gördü. Bunun özellikle irrasyonel faiz politikasının izlenmesinde de çok etkili olduğu açık. Düşük faiz politikası büyük oranda inşaat ve benzeri sektörlerin hızlı büyüme yapıları dikkate alınarak başvurulan bir politikaydı.
Genel anlamda kamu bütçesinin oluşmasında da mevcut hükümetin şehir rant gelirleriyle kurduğu ilişki oldukça etkili oldu. İmar afları ile birlikte yeni gelir kaynaklarına sürekli yöneldi ve tek seferlik gelir kalemleri (imara açılan yerler ve 2B orman arazilerinin satışı gibi) arayışında bulundu. Benzer şekilde, sağlık bakanlığı bütçesinde artan inşaat harcamaları (şehir hastanelerine), inşaat firmalarının kurtarılması, verilen garantiler, vergi indirimleri ile bu sektör kayrıldı. Bu yüzden, bu da daha adil bir vergilendirme ve daha etkin ve sosyal yönü yüksek harcamalar içeren bir bütçenin ortaya çıkmasını engelledi. Bütçe harcamalarında, özellikle düşük faiz politikası ile birlikte oluşan faiz ödemeleri oldukça büyük bir yer kapladı. Yani harcama sosyal olandan çıkıp belirli finansal grupları fonlayan bir nitelik kazandı. Bu siyasi tercihin ahlaki boyutu da yoksullaşma oldu.
İrrasyonel faiz politikası sonrası
Yaklaşık 2 yıldır yürütülen irrasyonel faiz politikası ile yukarıda genel niteliklerini tanımladığım ahlaki formasyonunun değişimi daha da hızlandı. Bunun nedenlerini de faiz politika sonrasında oluşan finansal ortam ve gelir/servet dağılımındaki bozulma içinde aramak gerekir.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim, irrasyonel faiz politikası sonrası varlık fiyatlarındaki hareketlilik insanların zihinsel dünyalarını oldukça finansallaştırdı. Buna neden olan alanlardan biri gayrimenkuldür. Ev fiyatları 3-4 katı kadar arttı. Kiralar görülmemiş düzeyde yükseldi, ciddi bir konut problemi ortaya çıktı. Bu da yeni sosyal gerginlik alanları ortaya çıkardı, kiracı-ev sahibi ilişkileri mahkemelere taşındı. Bu durum varlıklı-varlıksız gerginliğinin kriz dönmelerinde çok daha fazla arttığını da somut bir şekilde gösterdi. Benzer şekilde, insanlar borsaya yöneldi. Borsada yatırımcı sayısı iki yıl gibi kısa bir sürede 2 milyondan yaklaşık 8 milyona çıktı. Borsa dili sokağa indi. İnsanların hayatlarında finansın bu kadar öne çıkması genelde kendi kişisel refahları ile genel sosyal refah arasında temel bir çatışma alanı yaratır. Finansal aktivitelerin önemli bir kısmı yeniden dağıtımcı (redistributive) bir fonksiyon gördüğünden bazı aktörlerin refahı diğerlerinin aleyhine artar. Bu yüzden, özellikle finansal getiriye bu kadar odaklanan insanların sosyal ve dayanışmacı duyguları da zayıflar. Toplum bu yanıyla kısa sürede tam da ana-akım iktisadın bireyine dönüştü, izole adalarda fayda maksimize eden bireyler yığını oluştu. SPK’nin kendisi dahi oluşan finansal havanın yarattığı ahlaki ortamdan payını almak istedi. SPK Başkanı’nın rüşvet aldığı iddia edildi ve borsada çok sayıda manipülasyon ortaya çıktı.
Düşük faiz politikasının belirli grupları yeni getiri arayışlarına yönlendirdiği alanlardan biri de yüksek getirili fonlar oldu. Özellikle son dönemde aylık %30-40 düzeyinde getiriyi amaçlayan fonların sayısında ciddi artışlar oldu. Yüksek enflasyon ortamında mevduat faizleri ve doların baskılanması ile ortaya çıkan finansal ortam insanların para hırsını daha fazla tahrik etti. Finans bu yanıyla spekülasyon uzamını her zaman olduğu gibi genişletti ve yeni oyuncular ve alanlar buldu. Bunun en bariz örneği ünlü futbolcuların da içinde olduğu Seçil Erzan olayıdır. Bir müddettir bu insanlar etrafında dönen tehditleri, yüksek getirileri, elden taşınan paraları, aşırı para hırsını, şantajları ve suiistimalleri okuyoruz.
Yine aynı dönemde ortaya çıkan döviz açığı problemi de çok sayıda ahlaki sorunu beraberinde getirdi. Bu sorunun özellikle parayı çok kirli hale getirdiğini belirtmek gerekir. Döviz elde etmek için konut/arsa satışları üzerinden vatandaşlık satılmaya başlandı. Yani inşaat sektörü burada da devredeydi. Vatandaşlık primi bir varlığa dönüştürüldü. Fakat bunun sadece mevcut konut sorununu daha da kötüleştirmesi bir yana, bölge ülkelerin İnterpol tarafından aranan mafya üyelerine/uyuşturucu baronlarına vatandaşlığın satıldığı bir çeteleşmeye de neden oldu. Ülkede suç örgütlerinin bu kadar yaygınlaşmasında aslında büyük oranda döviz açığı problemi yatar. Döviz açığının yarattığı diğer bir problem, varlık barışı ile kaynağı belirsiz paranın ülkeye çekilmesi oldu. AKP döneminde bu türden yasalar 7 kez yürürlüğe kondu. Eskiden yüksek faizle ülkeye getirilen sermaye şimdi daha şaibeli bir şekilde getirilmeye çalışılıyor. Buna paralel bir şekilde, gelir kaynağı daha kirli ve takip edilemez hale geldikçe, vergi rekortmenleri de kendi simlerini daha az açıklamaya başladılar.
Düşük faiz altında yüksek enflasyonun kazanç hırsını aktif hale getirdiği diğer bir alan da firma fiyatlama davranışlarında görülebilir. “Açgözlü enflasyon” denen olguyu çok daha somut şekilde tecrübe ediyoruz. Ülkede oluşan yüksek enflasyonda firmaların genel olarak maliyetlerinin çok üstünde fiyat artışlarına yönelmelerin etkisi olduğu çok açık. Bunu firmaların karlarındaki aşırı artışlarda da görmek mümkün. Dahası, yüksek enflasyonun yarattığı fiyat kirliğinde firmalar yararlandı, daha işbirlikçi/gizli anlaşmalarla ortak hareket etmeye başladılar. Buna dair çok sayıda haberler görüyoruz, örneğin gıda ve su sektöründe çok sayıda şirket fiyatları gizlice ortak belirledikleri için haklarında rekabet kurumu tarafında soruşturmalar açılmış durumdadır.
Ahlaki formasyonunun niteliği
Mevcut iktidar döneminin en önemli özeliklerinden biri ahlaki davranış anlatısı ile gerçeklik arasındaki bağın oldukça zayıflamış olmasıdır. Çoğu muhafazakâr politik kesim için ahlaki davranış bir menkıbe, uzağa dair bir anlatıdır çoğu zaman. Bu yüzden, fiili durum ile söylem sıkça ayrışır. Bir yandan, Hz. Ömer’in Dicle’nin kenarındaki koyun-kurt anlatısı, diğer yandan, yaygın haksız fiili durumların içinde olma veya buna sessiz kalma hali aynı anda gerçekleşir. Sosyal literatürde modern/çağdaş muhafazakârların ahlaki eğilimleri üzerine yapılan birçok çalışmada, muhafazakârların geleneksel rol/pozisyonları ile dış dünyanın sunduğu zevkleri arasında bir uyumlaştırma problemi yaşadıklarıdır. Yani dil düzleminde kamucu/gelenekçi olma ile özel hayattaki daha bireyci/faydacı tutum sürekli bir çatışma ve tutarsızlık içindedir. Bu yanıyla, ahlaki formasyonları gergin, reaksiyoner, çatışmalı ve tutarsız bir nitelik kazanıyor.
Fakat Türkiye'deki durum bunu da aşan bir özellik gösteriyor. Bunun sebeplerinden biri muhafazakârlığın modernlik ile ilgili sorunudur, içinde bulunduğu ve hatta yaşadığı modern değerlerle bir çatışma içinde olmasıdır. İkincisi, modern değerlerle çatışma içinde olmak kendi başına problem olmayabilir fakat bunların yerine bir şeyler konmadığı gibi, günlük hayatında bu değerlerle yaşadığı halde onları kabul etmeye gösterdiği içsel dirençtir. Üçüncüsü, ki bizi fazlasıyla ilgilendiren kısım da bu, kamusal/gelenekçi dilin sunduğu politik fonksiyonelliktir. Bu durum muhafazakâr siyasetçilere halkın çoğunluğunun aşina olduğu geleneksel kodlarla hitap etmesine imkan sağlar ve bu da politik bir karşılık bulur.
Toplumların temelde ekonominin ihtiyaçları ile şekillendiği görüşünü K.Polanyi ekonomistik safsata diye nitelendirir ve bunu ret eder. Batı toplumları da en az kabile toplumları kadar kültür ile şekillenir. Batı liberalizminin temel özellikleri, bireysellik, materyal-motivasyon kaynaklı davranışlar da evrensel değil, bu kültür içinde gelişen özelliklerdir. Bu özelliklerin evrensel olduğu düşüncesi dünya genelinde piyasanın alanını alabildiğine genişletti. Türkiye’deki politik muhafazakarlarda beni şaşırtan en önemli eğilimlerden biri, yukarıda da ifade ettiğim gibi, oldukça kamucu/geleneksel bir dil kullanmalarına rağmen, genel sosyal refah konusunda bireyci bir Batı kültür taşıyıcısı kadar kayıtsız kalmalarıdır. Piyasalara dönük ahlaki pozisyonları hep muğlak kaldı. Muhtemelen karşı pozisyon almanın onları daha solcu yapacağı korkusu egemen oldu.
Piyasanın sosyal riskleri yönetemediğini, ahlaki olarak nötr olduğunu ve sosyal hedefleri düzenlemeyi bırakın kendini düzenleyemeyen, hatta kendini tahrip edebilen çalışma mekanizmaları içerdiği
konusunda bir hesaplaşma içine girmediler. Piyasanın bir yapı/mekanizma olarak yarattığı temel eşitsizlik problemlerini kişisel düzeyde sadaka ile çözülebileceğini düşündüler. Piyasanın insani ilişkilerini metalaştırma işlevini, benzer şekilde kullandıkları dilin tersine, fiili anlamda çok küçümsediler. Bu yüzden muhafazakârlaştırmak istedikleri toplum hem kendi amaçlarından uzaklaşıyor hem de daha bireyci olmaya başlıyor. Yerine koymaya çalıştıkları değerler kendilerinin indirekt sebep oldukları ile yer değiştiriyor.
AKP iktidarında piyasanın bu ahlaki-duyarsızlığına siyasetin merkezinden yayılan ahlaki problemler ve klientalist ilişkiler eklenince, problemler daha katmanlı hale geldi. Bu anlamda siyaset ve ekonomi aynı anda sosyal refahın refahı olumsuz etkiledi. Bu yüzden, ülkede sermaye birikiminin muhafazakâr formu eşitlikçi olamadığı gibi, ekonominin kendisini (büyümeyi) bir amaç olarak gördü. Oysa Keynes’in de ifade ettiği gibi ekonomi sadece bir araç ve kendi içinde amaç değildir. Bu yüzden de, son dönemlerde büyümenin sosyal refah dağılımı ile çok ilgilenilmedi. Benzer şekilde, siyasetin fütursuzca tahrik ettiği kar motivasyonu doğaya karşı da çok hoyratça kullanıldı. Maden ocaklarında doğaya ve insana karşı insani olmayan kaba bir iktisadi hesabın peşine düşüldü.
Diğer yandan, tarihsel olarak da muhafazakârlığın güç istenci genel olarak çok daha fazladır. Bu devlet gücü ile birleştiğinde diğer yaşam alanlarına dönük hoyratlığını çok daha net görmek mümkün. Bunun somut halini şimdiki iktidarda da çok net görüyoruz, güç istencini her alana yaymak eğilimi içindeler. Ülkede politik atmosferin gerginliği de iktidarın güç edinme arzusunu daha da derinleştiriyor, bir fütuhat motivasyonu sağlıyor. Bu durum Her şeyi politik olarak görmelerine yol açıyor. Her gelişmeyi kendilerine politik yakınlık üzerinden değerlendirme eğilimi yaygınlık kazanıyor. Bu güç istenci bazen öylesine bir hal alıyor ki direkt halkın refahını tehdit eder noktalara varabiliyor. Örneğin, şehirde önemli sayıda insanın refahını etkileyen taksici problemini çözmüyor olmalarında da bu gücün ahlaki içeriği etkili; kendilerine yakın örgütlü bir kesim (taksiciler) ve şehir hayatında taksi kullanan ve muhtemelen çoğu da kendi seçmeni olmayan yaygın örgütlü olmayan bir kesim karşısında ilkinin lehine pozisyon alınıyor. Benzer şekilde, iktidar mensupları bir yolcu otobüsünün neden olduğu 10 kişinin öldüğü kaza sonrası ortaya çıkan insani maliyetinden ziyade yapılan yolları överek güce ve maddi olana öne çıkarıyorlar. Veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin otobüs alımı veya metro yapımı için iç ve dış kaynak bulması iktidar tarafından direkt olarak engelleniyor. Yani illegal insanlara veya iktidar yanlısı yayın yapmak için gazete alanlara milyarlarca dolar kredi verildiği bir ülkede sosyal refaha direkt katkı sunmayı amaçlayan kamu kurumlarına kredi verilmiyor. Veya ölümle sonuçlanan kurye olayında olduğu gibi, verilen mahkeme kararı ile kendi yoksul/güçsüz insanlarına verdiği değeri belli eden ve tüm adalet duygusunu yerle bir eden, daha güçlüden yana olan politik tercihte de bunu görmek mümkün.
Tabii bu güç istenci o kadar yoğun bir niteliğe bürünüyor ki toplumun her alanına güç ilişkileri aktarılıyor. Merkezi güç dalgası yerele ve halka yayılıyor. Toplum bunu içselleştiriyor ve güç ilişkilerini merkezine alıyor. Bu açıdan, politik otoriterliğin günlük hayatta karşılığı kendinden olmayanlar diye nitelendirdiklerinin haklarına kayıtsız olma veya onları ihlal etme şeklinde bir çatışma içinde gerçekleşiyor. Bu durum politik karşıtları ile bir kültür savaşı niteliğindedir. Halkın önemli bir kısmı farkına varmadan kendine sivil olanı değil, devlet aklını referans almaya başlıyor çünkü devlet bu sefer kendilerinden olanların elinde. Dahası, iktidar mensuplarının çok yaygın olarak kullandıkları “itibardan tasarruf olmaz” sözünün de aslında kendi refahlarının aleyhine bir israf hali olduğunu da ihmal ediyorlar. Bu israfı günlük hayatlarında karşılarına çıkmasına rağmen görmemeyi tercih ediyorlar. Edindikleri devlet aklı ahlaki tepkinin özünü boşaltıyor. Sorunlar daha görünüyor olduğunda ve buna itiraz ettiklerinde ise kamusal alan birden özel alanın uzantısı haline gelir. Hukuk düzleminde suç olan bir eylem “helallik isteme” yöntemi ile kişisel bir kusura indirgenir.
Çatışma kimliklere sıkıştığından her problemin cevabı da kimliklerde aranıyor. Dolayısıyla, yapılan işlerin ahlaki özü de buharlaşıyor. Bu ahlaki öze dair bir sorgulamanın gelişmemesinde hem kendi çıkar alanlarını muhafaza etme kaygısının hem de merkezi iktidarın yönlendirdiği bir politik karşıtlık duygusunun çok etkili olduğunu düşünüyorum. Hamaset bu iki işlevi de görüyor, yani kişiye hem kendi refah pozisyonunu koruma imkanı hem de ona reel politik bir gerekçe sunuyor. Yapılan herhangi çok açık bir ahlaksızlık sonrası bile bu geçerli hale geldi, bu yüzden de elinde bayrakla sosyal medyada karşımıza çıkan sorunlu insanları çok sıklıkla gözlemliyoruz. Bu durum, fırsatçı ve pragmatist bir ahlaki eğilimin kabul gördüğünü gösteriyor.
Sonuç olarak, ülkede özellikle son dönemde emeğin daha yoğun sömürüldüğü yaygın bir rantiyer kapitalizm yaratıldı. Bu yapının beraberinde de kendine özgü bir ahlaki formasyon gelişti. Bu rantiyer iktisadi yapı ve ahlaki formasyon hem negatif (yasal) hem de pozitif özgürlük (fiili) alanlarının daralmasına yol açtı. Her alanda özgürlük göstergeleri düştü. Akademik özgürlükler, basın özgürlüğü, ekonomik özgürlükler, yolsuzluk, suçlar endeksi, hukukun üstünlüğü endekslerin hepsinde geriye gidildi. Sonuçta muhafazakarlığın yerelliği ile güç istencinin yoğunluğu evrensel kriterlerden uzak, içeriye büzülen, politik olanı iyiye tercih eden ve kayırmacı bir kabile etiği oluştu.