‘Bir Kadın’: Kişisel hikâyeyi aşmak

Annie Ernaux’nun “Bir Kadın” kitabı, Can Yayınları tarafından Yaşar Avunç çevirisiyle basıldı. Yazar, annenin ölümünün ardından yazdığı bu metninde bana kalırsa, bir yandan öznel alandan mesafe yaratarak hikâye anlatmanın zorluğunu hatırlatıyor diğer taraftan farklı kuşaktan iki kadının çatışmalı ilişkisi hakkında düşündürüyor.

Annie Ernaux, “Seneler”de (2021) bir dönem hikâyesi anlatarak bizi “kolektif hafıza”nın alanında düşündürüyordu. “Babamın Yeri”nde (2022) öznel hikâyeye yaklaşsak da bir mesafe yaratarak babasını, kendi döneminden bir insan anlatısına dönüştürmeyi başarıyordu. “Yalın Tutku”da (2022) artık tamamen yazarın kendisini ortaya koyduğu bir anlatma şekliyle karşılaşırken, “Boş Dolaplar”da (2022) Denise Lesur karakteriyle, yine kişisel izleği takip edebilsek de yazarın zamanından genç bir kadın öyküsüne tanık oluyorduk.

“Bir Kadın”

Annie Ernaux’nun “Bir Kadın” kitabı ise annesinin ölümünden sonra yazdığı bir metin. Yazarın, anneyi yeniden doğurmak olarak tanımlanabilecek bu metninde, öznel ve nesnel alanın belirsizleşmediği bir anlatma biçimiyle karşılaşıyoruz. “Babamın Yeri”nde, “babamın sözlerini, hareketlerini, zevklerini, hayatına damga vurmuş olguları, benim de paylaştığım bir varoluşun bütün nesnel alâmetlerini bir araya getireceğim” diyerek ifade ettiği nesnelleştirme çabasını, bu metin için de düşündüğünü hissedebiliyoruz, şu cümlelerde gördüğümüz gibi:

“Annemin sert mizacını, sevgi patlamalarını, sitemlerini sadece karakter özellikleri olarak düşünmeye değil, aynı zamanda onun geçmişine ve toplumsal durumuna oturtmaya çalışıyorum. Bana gerçeği yansıtma yolundaymış gibi görünen bu yazma biçimi, daha nesnel bir yaklaşım inşa ederek bireysel belleğin yalnızlığından ve karanlığından çıkmama yardımcı oluyor.”

Ancak bana kalırsa yazarın babasını anlatırken kurduğu anlatma biçimi burada tam olarak işlemiyor çünkü yazar her ne kadar böyle olmasını istediğini hissettirse de başkasının hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz o üsluba ulaşamıyor. Duygular, anne-kız arasındaki çatışmalar, “Seneler” kitabından bildiğimiz, baskıcı taşra ortamının da etkisiyle gelişen çetrefilli ilişki buna izin vermiyor.

“Seneler”den şu cümleyi hatırlayabiliriz burada: “Pazar günleri ayin sonrasında, kendisiyle aynı ‘mütevazı’ kesime mensup iki-üç kız arkadaşıyla şehirde ‘takılıyorlar’, annenin saat yasasını asla ihlâl etmemeye her zaman özen gösteriyor (“Bu saat dediysem bu saat, bir dakika bile gecikmek yok”). Bu durum, bir dönem rol model kabul ettiği, “sanırım babam ve ben, ikimiz de anneme âşıktık” dediği ama özgürleşme sürecinde sorunlu hale gelen ilişkinin geriye dönük anımsamaları, yazarın “Babamın Yeri”nde oluşturduğu başka bir insan hikâyesi yaratma arzusunu aksatıyor. Bu cümlelerine de yansıyor: “İçimde bir şeyin direndiğini, annemi bir açıklama aramaksızın tamamen duygusal imgelerle -sevgi ya da gözyaşıyla- hatırlamamı istediğini biliyordum.”

Bu cümleler yazarın anlatma biçimi üzerine de düşündürüyor fikrimce, öznel zamanın kuyusuna dalıp, oradan kişisel yanı aşan bir hikâye çıkarmak ki Ernaux için dünya edebiyatında bunu yapabilen sayılı yazarlardan değerlendirmesi yapılabilir, kolay değil. Çünkü kişisel hikâyeye dokunan anlatı, bir karakter olarak tahayyül edilmeye çalışılan kişiyi kendinden bağımsızlaştırmak, onunla yaşananın dışında bir hikâye yaratmak anlamına geliyor bu nedenle genel olarak Ernaux metinlerini düşündüğümüzde, yazarın yönteminin zorlu yanını da görebiliyoruz.

Dönemin Yansımaları

Elbette anneyi döneminin koşullarından, kendisine yüklenen toplumsal cinsiyet rollerinden, sınıfsal konumundan, yaşadığı yerden bağımsız düşünemeyiz en azından varlığının oluşumunda içinde bulunduğu kültürel çevrenin etkisini göz ardı edemeyiz.

Ernaux’nun “Bir Kadın” metni bu açıdan da düşündürüyor, yazar her ne kadar tam olarak duygularını arka plana itemese de ki -bu olumsuzlanacak bir durum değil- kitapta, annenin döneminde kadınların içinde bulunduğu sıkıntıları gözlemleme şansı buluyoruz. Yazarın annesinden bahsederken kurduğu cümlelerde örneklendiği gibi: “Toplumsal yaşamın özünün kişiler hakkında olabildiğince çok şey öğrenmek olduğu, kadınların davranışları üzerinde sürekli ve doğal bir gözetim uygulandığı bir dönemde ve küçük bir kasabada ‘gençliğinin tadını çıkarma’ isteği ile ‘parmakla gösterilme’ kaygısı arasında kalmak işten bile değilmiş.” Böyle bir toplumsal ortamda yetişmiş annenin konumunun, kızı ile çatışmayı getirmesi sadece bu anlatıda değil başka metinlerde ve kişisel yaşamımızda da karşımıza çıkıyor. Çünkü birey bir şekilde toplumsalın ona verdiği biçimi aşamadığında, doğal olarak kendi değerlerini yetiştirmekte olduğu çocuğa aktarmaya çalışıyor.

Şu cümlelerde bunun izini sürebiliyoruz: “On sekiz yaşıma kadar hemen hemen tüm tartışmalarımız sokağa çıkma yasağı, giysi seçimlerim etrafında dönüyordu (örneğin, dışarı çıkarken korse giymemi ister, bunu sık sık yinelerdi: ‘Böylelikle düzgün giyinmiş olursun’). Yok yere öfkeye kapılıyordu: ‘Dışarıya asla böyle ( bu elbiseyle, bu saç modeliyle) çıkamazsın!’” Böyle bir durumda çatışma kaçınılmaz oluyor çünkü vurguladığımız gibi kuşaklar arasında farklılaşan kültürel, sınıfsal, toplumsal koşullar, anne-kız arasındaki ilişkilerde de belirleyici olabiliyor.

Ernaux’nun anlatısına göre annenin gençliği; “kısmen en olası yazgıdan, kuşkusuz yoksulluktan, belki de alkolden, bir işçi kız ‘kendini koyuverdiğinde’ (örneğin sigara içmek, akşamları sokaklarda sürtmek, lekeli giysilerle dışarı çıkmak) başına geleceklerden, artık hiçbir ‘ciddi genç adam’ tarafından istenmeyen kız olmaktan kaçınma çabası içinde geçmiş.”

Anne toplumsal baskının, kişinin başkasının bakışındaki yerinin onu belirlediği, cinsiyet rollerinin sabit bir şekilde bedene yapıştırıldığı bir dönemde kadın olmanın bildirilmiş oluşunu taşıyor. Onu yaşamaktan “kaçınmak” zorunda bırakan patriyarkal kodlar bu sefer, kendi oluşunu belirlemeye çalışan ve tüm bu verili biçimlerden özgürleşme çabası veren Ernaux için zorlu bir ergenlik dönemine sebep oluyor ve şu cümleyi kuruyor: “Ergenliğimde onunla bağlarımı kopardım, daha sonra aramızda sadece çatışma kaldı.”

Ernaux’nun annesini döneminin içinde bir kadın olarak anlatma çabası bu çatışmalı ilişkiden kaçamadığı için de yazarın öznel alan ile nesnel alan arasında kalmasına neden oluyor. Bu nedenle anne bir karakter olarak tek başına varolamıyor çünkü yazar açısından belleğindeki anne imgesini aşmak kolay değil. Şöyle diyor: “Yazarken kimi zaman ‘iyi’ anneyi, kimi zaman da ‘kötü’yü görüyorum. Çocukluğumun en ücra köşelerinden gelen bu zıtlıktan kurtulmak için sanki başka bir anneyi ve başka bir kızı anlatmaya çabalıyorum. Bu yüzden olabildiğince tarafsız yazıyorum ancak bazı sözler (“Ya başına kötü bir şey gelirse!”) benim için diğerleri gibi soyut olamıyor.” Bu durum yazarı bir dönem kadını hikâyesi ortaya çıkarmakla, anneyle ilişkiyi yazıya dökmek arasında bırakıyor ve metin daha çok onu anlama çabasına dönüşüyor. Bu nedenle anlatının daha çok öznel yanda kaldığını hissediyoruz. Yer yer “Seneler”de veya yine öznel alanda olsak bile “Babamın Yeri”nde kullanılan “onun hikâyesi” üslubunu yakalayabilsek de bu tam olarak gerçekleşmiyor fikrimce.

Aşağıda Olmak

“Babamın Yeri”nde karşımıza çıkan sınıfsal konumdan kaynaklı “aşağıda” olma hissini, “Bir Kadın”ın anlatısında da seziyoruz. Anne ve babanın yoksullukta kesişen hikâyesinin bu durumda belirleyici olduğunu söyleyebiliriz, şöyle anlatılıyor: “Babamın öyküsü de anneminkine benziyor, kalabalık aile, arabacı baba, dokumacı anne, tarlalarda çalışmak için on iki yaşında bırakılan okul…” Yoksul bir çocukluk, sonrasında işçilik, ailede elde edileni korumaya, sürekli tasarruf etmeye, temkinli olmaya, zorla ulaşılmış imtiyazı korumak için her türlü çabayı vermeye dönüşüyor. Bu nedenle babanın hikâyesinde gördüğümüz gibi, anne için de toplum içindeki yerin, başkasının bakışındaki anlamın oldukça önemli olduğunu seziyoruz.

Ernaux’nun okul günlerinden aktardığı cümlede bunu görebiliyoruz mesela: “Senin ötekilerden aşağı kaldığını düşünmelerini istemem.” Buradaki başkalarından eksik kalmama bahsi belki de kendisinin yaşadığını, kızının yaşamaması isteğini açığa çıkarıyor ama diğerlerinin onları “aşağı” görmemesinin de önemsendiğini hissedebiliyoruz.

Sınıfsal konumu “aşağılık kompleksi” olarak taşıma aileyi, toplum içinde kontrollü olmaya, başkası ne der sorusunu aklının bir köşesinde tutmaya itiyor. “Annem dilbilgisi yanlışlarından kaçınmaya çalışır, ‘kocam’ yerine ‘eşim’ derdi. Bir yerlerde okuduğu ya da ‘kibar insanlar’dan duyduğu alışılmadık deyimleri kullandığı da olurdu. Hata yapmaktan çekinerek duraksar, hatta kızarır, bu sırada babam onu alaya alırdı.” Anne figürü ailede belirgin çünkü işçi kalmamak için zorlukla açılan “Kafe-bakkal” onun tarafından işletiliyor bu nedenle o dışarıyla babaya göre daha ilişkili, bu onun ev-içi pozisyonunu da belirleyen bir yerde duruyor ve anne için yoksul bir geçmişten sonra elde edilmiş sınıfsal imtiyazın korunması oldukça önemli hale geliyor. Bunun anlamı, toplum içindeki hal ve hareketlere dikkat etmek, görgü kurallarını önemsemek, kılık kıyafetin usturuplu olması gibi konularda herkesten daha çok dikkat etmek demek. Belki de Ernaux’nun ergenliğinde annesiyle yaşadığı çatışmanın bir sebebi de bu çünkü toplumsalın gözünü sürekli üzerinde hissederek varlık çabası veren bir kadın için kızının da onun gibi yaşaması önemli hale geliyor.

Annie Ernaux’nun “Bir Kadın” kitabı, Can Yayınları tarafından Yaşar Avunç çevirisiyle basıldı. Yazar, annenin ölümünün ardından yazdığı bu metninde bana kalırsa, bir yandan öznel alandan mesafe yaratarak hikâye anlatmanın zorluğunu hatırlatıyor diğer taraftan farklı kuşaktan iki kadının çatışmalı ilişkisi hakkında düşündürüyor. Yazarın başka metinleriyle bağ kurarak okuduğumuzda, bu metni tek başına bir dönem anlatısı veya kişisel hikâye olarak yorumlayamayacağımızı düşünüyorum, ikisi arasında belirsizleştirilemeyen bir yan var ki bu da bir kadının annesini başka bir kadın olarak tahayyül etmesinin, çok da kolay olmadığını düşündürüyor.

Kültür Sanat Haberleri