Deniz Kandiyoti: Eril restorasyon ve toplumsal cinsiyet krizinin keskinleşmesi
Merhabalar, ben Alev Özkazanç. Bir Arka Pencere programında daha birlikteyiz. Bugün benim için özel bir gün ve güzel bir gün. 0.14. Çünkü ilk kez bir söyleşi gerçekleştireceğim. Daha önceki programlarımdan farklı olarak ilk kez bir söyleşi yapacağım ve yanımda çok değerli bir konuğum var, sevgili hocam Deniz Kandiyoti. Hoş geldiniz hocam.
Deniz Kandiyoti ile Söyleşi- 1: Eril restorasyon ve toplumsal cinsiyet krizinin keskinleşmesi Alev Özkazanç ile Arka Pencere Merhabalar, ben Alev Özkazanç. Bir Arka Pencere programında daha birlikteyiz. Bugün benim için özel bir gün ve güzel bir gün. 0.14. Çünkü ilk kez bir söyleşi gerçekleştireceğim. Daha önceki programlarımdan farklı olarak ilk kez bir söyleşi yapacağım ve yanımda çok değerli bir konuğum var, sevgili hocam Deniz Kandiyoti. Hoş geldiniz hocam.
Hoş bulduk.
Hocam, sizi birçok kişiler, dinleyiciler tanıyacaklardır ama tanımayanlar da vardır. Birazdan yaşam öykünüzü anlatmanızı isteyeceğim kısaca ama öncelikle bizim için ne anlama geldiğinize dair birkaç şey söylemek isterim. Siz toplumsal cinsiyet ilişkileri alanında ve kalkınma disiplininde dünyaca tanınan, çok etkili, önemli eserler vermiş olan, az sayıda Türkiyeli akademisyenden birisiniz. Ama bizim için, benim için, benim kuşağım için, Türkiye’deki pek çok feminist için ve kadın çalışmaları öğrencileri için çok daha özel bir öneme de sahipsiniz tabii ki. Benim kuşağımdan pek çok feminist ve kadın çalışmaları öğrencileri sizin eserlerinizi okuyarak alana giriş yaptık. Özellikle 1997 yılında Türkçe de yayınlanan kitabınız “Cariyeler, Bacılar ve Yurttaşlar” adlı kitap bizim üzerimizde çok etkili oldu, benim üzerimde çok etkili oldu. Oradaki kapsamın genişliği ve analizin derinliği gerçekten hepimiz için etkileyiciydi. Çok yıllar sonra sizinle kişisel olarak tanışmış olmak da beni çok mutlu ediyor. Ve bu söyleşiyi yapacak olmak da öyle. Şimdi benimle dinleyen herkesin sizin engin bilgi birikiminizden faydalanacağını umuyorum. İşte bu amaçla sizin geniş bir ilgi alanınız var, toplumsal cinsiyet konularına pek çok açıdan yaklaşıyorsunuz; ekonomi üzerinden, kadın emeği üzerinden, kalkınma, kapitalizm üzerinden, devlet üzerinden, siyaset ve İslam üzerinden, birçok açıdan yaklaşan çok geniş bir perspektifiniz var. Biz de bu perspektif içerisinde birçok konuyu size sormak istiyoruz. Dolayısıyla bu söyleşide Türkiye başta olmak üzere hem Ortadoğu ülkeleri hem de küresel düzlemde toplumsal cinsiyet alanında günümüzde ne gibi dönüşümler oluyor, buna ilişkin sorularımız olacak. Aynı zamanda Türkiye’de İslam, Türkiye’de ve dünyada radikal sağcı, popülist hareketlerin yükselişi, otoriter devlet siyasetleri, İslam ve diğer küresel dönüşümler çerçevesinde bazı sorularım olacak. Nihayet tabii ki feminizm, kadın haklarının mevcut durumu ve geleceği üzerine de konuşacağız. Şimdi sorularıma geçmeden önce aslında sizden bir ricam var. Ben sizi tanıtmak yerine, sizin kendi ifadelerinizle kendi yaşam öykünüzü ve akademik serüveninizi biraz bize anlatmanızı rica ediyorum.
Olur Alev. Ne yazık ki bu biraz uzun bir yaşam öyküsü. Onun için ben kısaltmaya çalışacağım. Aslında ben kadın çalışmalarını 70’li yıllarda başladım. Daha doktorasını yeni almış bir akademisyen olarak ilk girdiğim iş ODTÜ’deydi. O senelerde ise ’75 yılında hatırlarsanız ilk dünya kadın Birleşmiş Milletler kongresi olmuştu ve bütün söylem gelişme üzerineydi. O sırada da tabii ben, kırsal alandaki kadınlar ve işgücüne katılımları, kırsal dönüşümler üzerine çalışıyordum. Sonra 80’li yıllarda İngiltere’ye gelince aynı zamanda iki kırılma oldu. Hem Birleşmiş Milletler’deki global bakış açısı bir miktar değişti, hem Türkiye’deki ’80 sonrası feminist uyanış mı diyeceğiz ona artık, darbe sonrası ikisi bir araya geldi. Tabii o sırada hala herkes kadın konusunda çalışıyordu; kadın ve eğitim, kadın ve hukuk vs. Bana ise o saha biraz dar gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla tam herkes kadına yoğunlaşmışken ben acaba bu meselenin derininde bir erkeklik sorunu mu var diye birden bir sahada bir kayma yaptım. Ve Türkiye’deki erkekliklerin ve kurumsal dayanaklarının analizinin bu meseleyi çözmeye çok faydalı olacağını düşündüm. Çünkü ataerkillik o zamana kadar kadın-erkek ilişkileri ve erkeklerin ailede ve toplumda kadın üzerindeki yetkisi üzerine kurulmuştu. Oysa ben ataerkiyi daha geniş perspektifte, sadece erkeklerin kadınlar üzerinde değil, yaşlı erkek kuşağın genç erkekler üzerindeki kontrolü olarak tanımlamıştım ve Türkiye’de o kontrolün geniş ölçüde tarımda kapitalizmle birlikte yıkılmaya başladığını gözlemlemiştim. Sonra tabii erkeklik çalışmaları Türkiye’de iyice yayıldı ve tabii özellikle erkekliği yeniden üreten kurumlar, yatılı okullar, ordu tabii başta gelmek üzere hatta futbol statları fokusa girmeye başladı. Tabii o sıralarda ben Londra’ya geçmiştim ve orada başka sahalarda çalışmaya başladım. Sovyet sonrası Orta Asya, Afganistan… Fakat bir yandan da Türkiye’yi arka planda götürüyorum, aynı zamanda.
Londra’da nerede çalışmaya başladınız?
School of Oriental and African Studies diye Londra Üniversitesine bağlı bir kolejde çalıştım.
Ve oradan emekli oldunuz sanırım.
Evet oradan emekli oldum. Çok yakın değil, neredeyse on seneye yakın bir zaman oldu. Tabii benim esas ağırlığı başka ülkelere verdiğim bir dönemdi bu. Yani ben diyebilirim ki ’90’lı yıllarda artık Orta Asya ve 2000’lerde Afganistan çalışıyordum. Fakat tabii Türkiye hakkındaki düşüncelerim devam ediyor. Bu sefer ne oldu, ya tamam, kadın erkek ilişkileri değil olay, onunla bitmiyor, erkeklik söylemleri önemli. Fakat acaba cinselliğin kontrolü bize bir şeyler öğretebilir mi diye iki sene süren bir çalışma yapmıştım. Erkekten kadına geçmeye çalışan translar üzerine. Hangi senelerdeydi, zannediyorum ’90 sonlarıydı. O sıralarda erkekten kadına geçen translar üzerine çalışmamın sebebi devletin ve devlet aygıtlarının, sosyo-medikal gibi vs. bu meseleyi nasıl gördüğü…
Çok erken bir dönemde aslında siz bu meseleleri çalışmaya başlamışsınız. Son zamanlarda literatür çok gelişti…
Literatür çok ama o sırada hiç literatür yoktu, hiç literatür yoktu. Hatta niye bu sahaya girdiğimi de zannediyorum çok başarılı bir Amerikalı fotoğrafçı arkadaşım vardı. O fotoğraf çekerek girmişti bu topluluğa. Sen de gelsene filan dedi, dur falan dedim ben Orta Asya’dayım. Sonra müthiş ilgimi çekti ve gerçekten çok ilginç çünkü o sırada mavi karttan, kimlikten pembeye geçmeye çalışan erkeklerin geçtiği süreçler. Bu tabii, sadece cinsellikle ilgili değil, cinselliğin bizzat devlet tarafından nasıl görüldüğü ve kontrol edildiği. O son derece önemli bir konu aslında. Orada da çok şey öğrendim. İşte 2000 filan senelerine geldiğimde ve özellikle emekliliğimden sonra başka alanlara el attım. Bir müddet bir web sitesinde çalıştım ve orada ataerkilliğe bakış açım büsbütün değişti. Hatta diyebilirim ki ataerkillik kavramı ve 80’li yıllarda ortaya attığım ataerkil pazarlık kavramını terk ettim demeyeceğim ama dönüştürüp başka bir yere getirmek zorunda kaldım.
Birazdan bu konuyu özel olarak size soracağım. Siz öykünüzü bitirince Türkiye kısmında ayrıca anlatacaksınız.
Şimdi aslında ben öykümü alanın öyküsü gibi anlattım. Ama biyografik olarak bütün geçiş dönemlerim tesadüfen alanın kırılma noktalarına tesadüf ediyor. Yani Türkiye’deki feminizmin de özellikle STK’ların parladığı dönemi ben yurt dışında geçirdim
80’lerde, 90’larda yurt dışında oldunuz.
Evet, ama sonradan tekrar buraya dönüp baktım. Şimdi tabii iş bitmedi. Çünkü şöyle diyebilirim, kadın meselesiyle başlayan erkek söylemlerinden geçen, diyelim bilişsel macerayı şimdi devam ettiriyorum.
Son olarak neler yapıyorsunuz hocam?
Şimdi son olarak ona zaten döneceğiz. Biliyorsunuz Ortadoğu ülkelerinde yaygın, 2011’den sonra gördüğümüz gençlik hareketleri oldu. Oradaki gençlik hareketlerinde benim gözüme çarpan en büyük özellik, artık toplumsal cinsiyeti kadın-erkek meselesi olarak görmeyip, doğrudan doğruya bir yönetim meselesi olarak gören bir kuşak olduğunu fark ettim. Ve bu özlemlere, buna katılımcılık, demokrasi diyebileceğimiz özlemlere karşı cevap olarak artık ataerkillik değil, eril yeniden diriliş diyebileceğimiz çok daha şiddetli ve çok daha ideolojik hareketlerin ortaya çıktığını görüyoruz. İngilizce olarak ben ona “masculinist restoration” adını taktım.
Tam olarak bu noktaya geldiğimize göre söyleşimize Türkiye üzerinden devam edebiliriz. Eğer bitirdiniz ise devam edebiliriz.
Evet yani benim bugün geldiğim noktayı yakaladık.
Çok teşekkürler. Gerçekten işte dinleyicilerin de fark edeceği gibi, uzun yıllara yayılmış çok güçlü bir birikim söz konusu. Şimdi parça parça bunun biraz derinine inelim isterseniz. Türkiye’yle başlamak istiyorum. Türkiye’yi de siz toplumsal cinsiyet rejiminin oluşumunu, dönüşümünü, Türkiye’nin genel modernleşme serüveni içerisinde başından beri izliyorsunuz aslında. Dolayısıyla geriye dönük olarak, tarihsel olarak konuşacağınız çok şey var. Soracağımız çok şey var. Ama ben günümüzden başlamak istiyorum. Belki hani geriye siz referans verebilirsiniz tarihsel olarak ama şu anda durduğumuz noktadan başlamak istiyorum. Ve şu görüşünüzü biraz açmanızı istiyorum. Siz son zamanlarda yazdığınız bazı yazılarda ve söyleşilerde bir toplumsal cinsiyet krizinden söz ediyorsunuz. Erkeklik krizine indirgenemeyecek olan, onu daha aşan ama onu da içeren daha derin daha kapsamlı bir toplumsal cinsiyet krizi. Bunu sadece Türkiye için söylemiyorsunuz. Küresel bir olgu bu ama Türkiye üzerinden konuşmaya başlarsak bu tam olarak ne anlama geliyor hocam? Biraz önce sizin de bahsettiğiniz gibi, daha önce kullandığınız bir kavramı, “ataerkillik” ya da “ataerkil pazarlık” kavramını biraz bir kenara bırakıyorsunuz ya da geride bırakıyorsunuz ve onun yerine başka bir kavram öneriyorsunuz, öne çıkarıyorsunuz: “Eril restorasyon.” Bu kaymayı, sizin zihninizdeki kavramsal kaymayı, hem de gerçekteki, pratikteki kaymayı nasıl açıklarsınız, Türkiye özelinden neler oldu, bu konularda görüşlerinizi almak isteriz.
Şimdi bir kere, müthiş sosyolojik değişiklikler oldu. Bu, şehirleşmede oldu, tüketim kalıplarında ve ailede oldu. Dolayısıyla geleneksel aile yapıları çatırdadı.
Ne zamandan itibaren bu büyük dönüşümü izlemek gerekli?
Çok uzun bir süreç, bu çok uzun bir süreç. Ben kırsal alanda çalıştığım senelerde, başlık parası için baba evine bakan genç Almanya’ya gitti. Toprakta tutunamamaya başladı. Toprağını kaybeden şehirlere akın etti. Ben orada birinci aşamada, geniş aile düzeninin çatırdamasına şahit oldum. Kaynanayla kayınpederle oturmak istemeyen gelinler kendi evlerine kuranlar, kocası Almanya’da olup, Nermin Abadan bunu göç çalışmalarında bize göstermişti, kadın hesap açıyor, çocukları ile ayrı evde oturuyor. Dolayısıyla…
Yani 50’li, 60’lı yıllardan söz ediliyor?
’60, ’70, o sıralardan bahsediyorum. Tabii bu, başlayan yani geniş aile cercevesinde başlayan olay, kadın-erkek ilişkilerinin karşılıklı beklentilerine de yansıyor. Şimdi baktığımız vakit kentli aileler çocuklarını, kadın olsun erkek olsun okutuyorlar. Kızların diploma sahibi olmasını istiyorlar. Bu diplomalılar çalışmak istiyor. Benim ilk defa işte Istanbulda başıma gelmişti. Aslında çok paralı olmayan bir aileyi deniz kenarında tanımıştım. Kartal’dan gelmişler Büyükada’ya. Kızları okusun diye ev taşımışlar. Oğulları da var, oğulları yanındaydı. Tabii bu, toplumda, ailede, kadınlarda belirli beklentiler yaratıyor. Şimdi tabii, burada tabii acıklı olan şu, hızla değişen bir kadın kuşağı var: Daha çok çalışan, daha çok eğitilen, daha çok kontrol etmek isteyen, bütçeye daha çok karışmak isteyen fakat oğlunu eskisi gibi yetiştiren bir anne kuşağı da var.
Bu kuşak dönüşümünü özellikle son 10-20 yıl için mi söylüyorsunuz?
Bu epeydir, yani epeydir alttan alta gidiyor. Dolayısıyla ben şunu görüyorum yani Türkiye’de, kadınlarla erkekler arasında belirli bir defaze durumu var. Yani kadınların beklentileri ile erkeklerin beklentileri eş bir şekilde ilerlemedi. Bu da ne oldu, aslında müthiş gerilimlere yol açtı. Toplumun her katında. Yani erkeklerin kontrol beklentileri ile kontrol imkanları arasında büyük bir uçurum var. Yani, belki kadın daha çok para kazanıyor, daha çok katkıda bulunuyor ama maaşı istiyor adam. Ne oluyor o zaman, şiddet! Dolayısıyla ben şunu görüyorum, şiddette, hep şiddet vardı artmadı diyenlere, şiddetin şekli değişti.
Şiddet konusuna daha sonra geleceğiz. Birazdan daha fazla eğilmenizi isteyeceğim. Şimdi şu soruyu sorayım, bu bahsettiğiniz uzun dönemli sosyolojik dönüşümlerden söz ediyorsunuz siz. Yani 1950’lerde itibaren gelen ve belki de 1980 sonrasında 2000 sonrasında daha da belki derinleşen dinamikler. Özellikle son 20 yılda, diyelim AKP dönemiyle birlikte dönüşen devlet ve siyaset ilişkisi çerçevesinde bu sözünü ettiğiniz dinamikler nasıl şekillenmiş ya da derinleşmiş olabilir?
Son derece çelişkili işler oldu orada. AKP döneminin başında aslında büyük kazanımlar oldu. Çünkü o sırada hala Avrupa Birliği’ne ait olmak falan konusunda birtakım çabalar vardı. Ve bildiğiniz gibi Medeni Kanun’da olsun, Ceza Kanunu’nda olsun büyük ilerlemeler vardı. Bir de hala çok aktif olan bir kadın STK sektörü vardı. Şimdi geniş ölçüde yerle bir edilmiş durumunda olan. Tabii orada kadın hareketi çok uzun zaman dışarıya karşı bir vitrin olarak kullanıldı. Şöyle ki hatırlayacaksınız büyük Ortadoğu projesi filan olduğunda kadın eşitliği platformunu Türkiye götürüyordu. Ve bütün uluslararası toplantılarda kadın STK’ları bulunuyordu. Yani devlet aygıtlarıyla iç içeydi kadın hareketi uzun zaman. Ta ki, o sırada başbakan olan Erdoğan kadınla erkek asla eşit olamaz deyip, zannediyorum orada kaç tane STK vardı o toplantıda, ben o toplantıdan kısa süre sonra Türkiye’ye gitmiştim ve şok halindeydiler.
2009 yılı mıydı, ’10 muydu?
Daha evvel, zannediyorum, tam tarihini hatırlamıyorum ama o şok halini hatırlıyorum. Çünkü şok hali şeyden kaynaklanıyordu, bu kadınlar bürokrasideydi.
Dinleyiciler demek istiyorsunuz.
Dinleyiciler evet, bürokrasideydi, STK’lar çeşitli şeylerle birlikte, o sırada daha Aile ve Sosyal şey bakanlığı olmamıştı. Kadın Devlet… neydi?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına dönüşmemişti…
Evet dönüşmemişti daha ve bu kadınlar Birleşmiş Milletlerin raporlarını, Türkiye raporlarını, hani CEDAW raporlarını hazırlamakta çok yetkindiler. Çeşitli üniversitelerde kadın çalışmalarını yürütüyorlardı vs. Birdenbire bir şok etkisi yaptı. Ondan sonra zaten çorap söküğü gibi gitti, şöyle ki bu en az üç çocuk doğurma meselesi, kürtajı durdurma meselesi
2012’de kürtaj meselesi önemli bir eşik aslında.
Şimdi o da çok enteresan, kanun geçmedi ama fiilen hastanelerde kürtaja izin verilmemeye başlandı.
Birçok engel çıktı…
Birçok engel çıktı, bir iki tane de zannediyorum sezaryen olmasın derken kaza çıktı bir iki ölüm oldu vs. O şekilde devam etti ve gittikçe diyebilirim ki özellikle 2004 yılındaki ceza kanunun birçok maddesini kemirmeye başlayan açılımlar oldu. Bu şekilde nasıl peki, o zaman aileyi güçlendirmek, aile politikaları… Peki bu aile politikaları nasıl olacak, kadınlar evde otursun! Şimdi tabii, olmadı aslında. Olmamasının çeşitli sebepleri var. Az gelirli kesimde iki maaş olmadan ay sonunu getiremiyor insanlar. Bazen kadınlar hatta daha çok gelir getiriyor icabında. Daha okumuş sınıflarda ise, diplomasını almış, evinde oturmak istemiyor. Bunun üzerine hadi nineleri maaşa bağlayalım dendi, olmadı.
Evet, evde çocuk baksınlar…
Çocuk baksın, onları maaşa… Daha şöyle özetleyeyim, bu sosyolojik akımlara kontra giden politikalar demeti bir şekilde tutmadı. Hatta o kadar tutmadı ki, AKP’nin kendi oy tabanı ve yandaşı olan kadınların arasında da yankı bulmadı.
Evet hocam, ben de benzer gözlemleri yapıyorum. Peki bunun bir toplumsal cinsiyet krizine varacak şekilde ağır bir duruma nasıl geldiğini ifade edebiliriz. Yani neden kriz gibi bir terim kullanıyoruz. Dönüşüm demektense kriz dememizi gerektirecek kadar ne gibi olgular var?
Benim en önemli olgum, şiddetin aldığı yeni biçimler.
O zaman evet, şiddet konusuna geçelim.
Şiddet konusu bir de başka basit şeyler. Şimdi Türkiyede çok uygarız, çok artık küreselleştik filan, bilmem hatırlar mısınız bir “Oprah Winfey”ye benzeyen bir televizyon programı vardı.
Türkiye’de mi?
Türkiye’de. Kadıncağız çıkıyor, işte, şikayetlerini dile getiriyor filan. Böyle bir programdan sonra kocası duyuyor bunu ve kadını bilmem kaç yerinden bıçaklayıp öldürüyor.
Tabii tabii o tarz şeyler çok oldu, evet.
Tamam mı? Şimdi dolayısıyla Türkiye’de böyle bir formatı uyguluyorlar iş karakolda bitiyor sonuçta. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet ilişkilerinin uzlaşmaya değil, keskinleşmeye gittiği bir dönemden geçiyoruz. Bir dönüşüm olabilir, bir tekrar uzlaşma olabilir, yeni kuşaklar geliyor arkadan çünkü. Yeni kuşaklarla birlikte o dönüşümü yaşayabiliriz ama şu anda adeta bir kriz hali var. Çünkü erkekler ellerinde alınan yetkiyi vermek istemiyor. O zaman ne oluyor, eskiden geleneksel şiddet kalıplarında, namus, kim öldürür, abisi, babası filan. Şimdi komik bir şekilde adam otobüse biniyor, hiç tanımadığı bir kadına tokat atıyor, sen nasıl böyle giyinirsin diye. Yani, erkeklerin genel olarak polisliğe soyunması ve bu şekilde hareket ederlerse başlarına belki fazla bir şey gelmeyeceğini düşünmesi yeni bir şey. Yani ben Türkiye’de doğdum, büyüdüm, hayatımda bir adamın gelip de uluorta bir parkta veyahut bir otobüste bir kadını açıkça tartaklayabileceği, dövebileceği aklıma bile gelmezdi.
Kesinlikle bunlar çok yeni ve…
Çok yeni kalıplar.
Alarm verici gelişmeler.
Alarm, benim kriz dememin sebebi bu.
Öte yandan hala Türkiye’de kadına yönelik şiddetin çok büyük bir kısmı aile içinde ve öldürme formunda gerçekleşiyor. Yakın ilişkiler içinde, eski eş, eski koca, eski sevgili gibi. O ilişkilerde, aile içi ilişkilerdeki gerilimi nasıl görüyorsunuz?
İşte aile içindeki gerilim de aslında, bu ayrı viteslerde olmanın verdiği bir şey. Mesela, kocası onu öldürecek olan kadın niye o programa çıkar? Şimdi kadınların diklendiği durumlarda dövülüp, öldürülüyorlar. Bir şekilde onlara verilen mesaj, Özgecan olayında hatırladığınız gibi, niye çıktın, çıkmasaydın! Yok böyle bir şey, çıkacak! Veyahut da ayıralım, yani devamlı bir kriz var. Ona getirilen çareler de uçta. Bir grup insan diyor ki, ne demek herkes istediği gibi can ve şey güvenliği içinde dolaşabilir diyor. Başka bir grup, e kadınlar çıkarsa öldürülürler, tecavüze uğrarlar, evlerinde otursunlar… Oturmayacaklar evlerinde. O zaman, taşıtları ayıralım. Tabii kriz öyle bir halde ki, aslında cins ayrımına inanmayan bir sürü kadın rahat etmek için ‘aman ayırsınlar n’olur’ diyor, yani o noktaya geldi. Türkiye’de cinsiyetler arası kodlarda anlaşmazlıklar çıkıyordu, yanlış okumalar çıkıyordu.
Eskiden demek istiyorsunuz?
Eskiden. Ben mesela ODTÜ’de olduğum senelerde inanılmaz bir iş olmuştu. ODTÜ çünkü en parlak çocukları alıyor ister köy ister kasaba ister burjuvazi ister işçi sınıfı, hepsi bir aradaydı. Bir olayı hiç unutmuyorum. Bir kızcağız erkek arkadaşıyla kütüphanede, karşısında aynı sınıfta okuyan bir delikanlı var, tebessüm ediyor ona. Ondan sonra bu çocuk, zannediyorum çok kapalı bir muhitten geliyor, ertesi gün onu bu erkek çocuğuyla görünce adamı dövüyor. Herkes şokta. Ve Ankaralı bu çocuklar. Ne kız ne erkek anlamıyor ne oldu bu adama diye. Ne yapıyorsun dendiğinde, bana gülümsedi diyor. Bu çeşitli kodlar, zaten o kod kakafonisi mi diyeceğiz, karmaşası zaten Türkiye’de hep vardı fakat şimdi artık bu kargaşa agresifleşti. Yani yetkiyi elinde tutmak isteyen ve frenlenen erkeklerin dizginlenemez bir öfkesi var. Bu öfkeyi kusuyorlar. Devamlı görüyoruz, her gün haberleri okuyoruz, işte, boşadığı karısını çocuğunun önünde bıçaklıyor. Yani böyle çığırından çıkmış, artık taşmış. Şimdi bunu dizginlemek için kültürel baskılar uygulanmaya çalışılıyor. Hiçbir zaman, cumhuriyetin hiçbir aşamasında bu kadar yoğun kadına yönelik propaganda yapılmamıştır. Düşünün, Diyanet Bakanlığının her ilçede aile irşad ve danışma büroları var. Ne yapıyor bu bürolar? Ben baktım biraz ne dediklerine. Kadınlara sabır, dövülürlerse de yuvalarını yıkmaması şeklinde devamlı telkinler yapılıyor. Büyük bir para bu, büyük kaynaklar, vaizeler çalışıyor. Yani aslında, zannediyorum Serpil Sancar’ın yaptığı bir çalışmada Diyanet’in iyice kadın odaklı, yani bu işleri yapmak için personel de almak lazım, bir sürü kadın işe alınıyor. Sonuç? İstenilen amaca varılıyor mu?
Varılmıyor tabii.
Kadınlar itaatkâr olma konusunda ikna oluyorlar mı? Şimdi benim en anlamlı bulduğum, bir özel sektör var şimdi bu işi yapan. Muhafazakâr kadın psikoterapistler. Şimdi, İran’da basit, adam boşanmak isteyince imama gidiyor, talak var. Türkiye’de psikoloğa gidiyor. Kadın bunalım içinde, siz buna bakar mısınız? Bir takım sivri isimler var zaten, bir takım bu işi yapan kadınlar var. İşte kadınlar bu terapiden geçtikten sonra, Allah razı olsun diyor adam, hediyelere boğuyor psikolojik danışmanı. Karımı yola getirdin, huzura kavuştuk çok şükür diye.
Yani bu psikolojik danışmanlar kadınları itaate sevk edecek yönde bir…
Gayet tabii. Bunlar muhafazakâr kesimin. Ben bir iki bu işi yapan kadının köşe şeyleri bile vardı, köşe yazıları vardı. Ve o köşe yazıları devam ediyor zaten. Mesela bu son İstanbul Anlaşması şiddete karşı, bu konuya karşı yazan kadın yazarlar. Bu zavallı erkekler tabii dövecek, kadınlar şirret zaten falan diye. Herhalde okumuşsunuzdur.
Evet hocam.
Dolayısıyla büyük bir sektör. Devlet bir yandan, özel bir yandan seferber olmuş, kadınlara haddini bildirmeye, itaat etmeye, çatışmamaya, yuvasının annesi olmaya, çocukları için her fedakarlığı yapmaya sevk ediyor ama bu tutmuyor.
Tutmuyor, kadınların arzuları taşıyor, beklentileri artıyor.
Tutmuyor, şimdi bir de başka bir şey var, yani yeni tüketim kalıpları, bizde bir bireyselleşme olayı var ortada. Bu bireyselleşme olayı fakir-zengin, mütedeyyin-seküler tanimlarini aşıyor. Genel bir bireyselleşme olayı var. Ve tabii bu aileden beklentileri tamamen değiştiriyor. Benim en çok şaştığım yaşlı bakımı. Bugün köy kökenli yaşlıların bakımı sorunu var. Köylerde bile dışarıdan yabancı bakıcı kadın getiriyorlar. Yani bu, işte kadınlar çocuklara bakacak, yaşlılar bakım evlerine düşmeyecek, her şey ailenin içinde hallolacak, bu artık bir fantezi olmaktan öteye gitmiyor. Çünkü bakıyorsunuz birçok yaşlı aile içinde bakılamaz duruma geliyor. Dışarıdan birileri veyahut da kardeş çoksa rotasyona bindirip anneyi, babayı o yaşta bir evden bir eve, bir evden bir eve taşıyorlar. Dolayısıyla bir bakım krizi var ve bir toplumsal cinsiyet krizi var. Tabii bu krizi çözmenin yolu kadınları bazı rollere hapsedip toplumsal yeniden üretimin faturasını, yani çocuk bakımı, yaşlı bakımı, hasta bakımı, onun faturasını kadınlara kesmek.