Fotoğraflar: Kemal Vural Tarlan
EMEK EREZ
Türkiye Kahramanmaraş merkezli deprem felaketini olabilecek en ağır şartlarda yaşıyor, bölgede bulunan insan-insandışı tüm canlılar yıkımın ağırlığını yatay dayanışma çabalarıyla aşmaya çalışıyor. Ayrıca, deprem özellikle mülteciler, Domlar ve Abdallar gibi normal yaşamda da ayrımcılığa maruz kalan, sınıfsal koşulları açısında en altta yer alan gruplar için başka sorunları beraberinde getirdi.
Deprem bölgesinde bulunan bu toplulukların neler yaşadığını Kırkayak Dom Araştırmalar Programı’ndan Kemal Vural Tarlan ile konuştuk.
Depremden herkes farklı şekillerde etkilendi. Türkiye’de; Gaziantep, Nurdağı, İslâhiye gibi depremin hasar verdiği bölgelerde Dom ve Abdal topluluklarının yaşadığını biliyoruz, bu insanlar yaşamın normal koşullarında bile dışlanıyorlar günlük gelirle, güvencesiz şartlarda yaşıyorlardı. Siz bölgede yaşananları içeriden takip ediyorsunuz, bu halklar deprem sonrası ne tür sıkıntılar yaşıyorlar, ne durumdalar biraz bahsedebilir misiniz?
Altı şubat günü -daha doğrusu sabahı- saat dört on yedide Türkiye’deki on ili etkileyen, tarihsel olarak Amik Ovası olarak adlandırılan, yani Maraş’tan başlayıp Antakya’ya kadar uzanan bölgede, ciddi hasarlara yol açan depremle birlikte, bu on ilde yaşayan tüm topluluklar çok zor bir zamandan geçiyor. Hem yeni gelen mülteciler hem eskiler hem de bunlar içerisinde yaşayan daha marjinalleştirilmiş ve ayrımcılığa uğrayan topluluklar için son on gündür hayat daha zor. Sizin de belirttiğiniz gibi bu bölgeler aynı zamanda Türkiye’de, Ortadoğu’daki Çingene toplulukları olan Domlar ve Abdalların yaşadığı iller. Bu illerin neredeyse hepsinde, her ilçede ve il merkezinde Dom ya da Abdal mahalleri var. Bu insanlar zaten tarihsel olarak da ayrımcılığa uğruyorlardı. Deprem öncesinde de. Haklara ve hizmetlere erişimde ciddi sorunları vardı. Ayrıca, on yıl önce başlayan Suriye’deki iç savaş ve çatışmalı dönemle birlikte bölgeden gelen, Abdal ve Dom toplulukları da büyük ölçüde bu illerde yaşıyorlar, ayrımcılıkla birlikte gelen yoksullukla mücadele ediyorlardı. Çingene karşıtlığı, biliyorsunuz dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok güçlü bir ayrımcılık ve bu da ayrımcı uygulamaları beraberinde getiriyor.
Depremle birlikte herkes aslında etkilendi derken, sizde biliyorsunuz ki sosyal ekonomik farklılıklara göre bu tür afet durumları insanları farklı etkiliyor. Evet, ilk bir-iki gün herkes şok halindeydi herkes aynı şekilde depremi yaşadı. Kiminin evi az, kiminin çok etkilendi ama durum ciddiydi çünkü yaklaşık 7.6 - 7.7 gibi iki büyük deprem atlatan bu on ildeki toplum kesimleri oldukça zor anlar yaşadılar. Tabii bu kriz dönemlerinde o ilk etki geçince, daha varlıklı olanlar, deniz kenarındaki yazlıklarına, bağ evlerine Batı’da yaşayan akrabalarının yanına gittiler. Kentler önemli ölçüde boşaldı. Bu süreci daha zor atlatanlar, dezavantajlı ve marjinalleştirilmiş gruplar, bunların başında da mülteciler geliyor.
Mültecilerin yaşadıkları sorunlara baktığımızda son on gündür sahada biz de ihtiyaç analizleri yapıyoruz. Başta İslahiye, Nurdağı ve Gaziantep merkez dahil olmak üzere, Adıyaman’a da bir ziyarette bulunduk. Burada da bir ihtiyaç analizi yaptık ve depremin etkilediği insanların temel ihtiyaçlarını hızla karşılamaya yönelik, çalışmaların koordinasyonunda da yer aldık ve hala yer alıyoruz. Dom ve Abdal toplulukları zaten damgalanmış olan Çingene mahalleri olarak bilinen mahallelerde, bu kentteki ilçelerde yaşıyorlardı ve yaşadıkları evler çoğunlukla dayanıksız derme çatma binalardı. Bu nedenle bu şiddetteki bir deprem o mahalleleri daha çok etkiledi. Ve o mahallelerdeki hasarlı evler konusunda daha yeni yeni çalışmalara başlandı. İlerde ne olacak nasıl olacak ona dair sürecin takipçisi olacağız. Biz Kırkayak Dom Araştırmalar Programı olarak konuyla ilgili raporlar ve izleme raporları yayımlamayı da düşünüyoruz.
Yaşadığımız bu süreçte ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının körüklendiğine de tanık oluyoruz, bölgede bulunan Dom, Abdal grupları, mülteciler bu durumdan nasıl etkilendiler?
Daha önce de bahsettiğim gibi, ilk günler o farklılaştırmayı görmüyorduk çünkü herkes psikolojik olarak depremden ciddi şekilde etkilenmişti. İkinci günden itibaren arabası olanlar arabalarında kaldılar. Doğalgaz, elektrik ve su olmadığı için insanların bir kısmı şehri tek etti. Ve kalanlarda bir şekilde yaşamaya çalışıyor. Sahada yaptığımız çalışmalarda, mülteci topluluklarının ciddi bir izolasyona doğru itildiğini gözlemliyoruz.
Mesela, gelen yardımlardan yararlanmak istediklerinde, sosyal medyada ve anaakım medyada yer alan söylemler ya da politikacıların mülteci karşıtı ırkçı söylemleri sebebiyle, sokakta, mahallede yerel topluluk üyeleri mültecilere “kendi ülkelerine gitmelerini” söyleyebiliyorlar. Bir kadının başına geleni örnek vereyim. Çorba dağıtılıyor. Belediye veya AFAD tarafından, çorba almak için kuyruğa giriyor ve orada tehdide maruz kalıyor. Deniyor ki “bize yetti de mi, bir de siz çıktınız başımıza, Suriye’ye defolun gidin”, “Git Suriye'de bekle” gibi ayrımcı ve belki psikolojik şiddete varan bir tavır sergileniyor. Bu durum özellikle yeni gelen mültecilerin yerel toplulukların yanında kalmalarını zorlaştıran bir şey. Mesela, işte camilerin alt katında Suriyeli mültecileri, üst katlarda yer varsa Türkiyelileri görüyorsunuz ya da kentin belli parklarına gittiğinizde, o parklarda ya sadece Türkiyeliler var ya da sadece Suriyeli mülteciler var halkların birbiriyle teması kesilmiş görünüyor.
Ayrıca, Mültecilerin gittikleri yerlerde daha çok kişisel yardımlar var çünkü şu anda koordinasyon ve yardım işi oldukça karmaşık. İyi yönetilemediği için mültecilerin yaşadıkları çadırlara, parklara, mahalle içerisindeki alanlara ya da cami avlularına yeterince yardım gitmiyor. Mülteci ve Suriyeli oldukları gerekçesiyle gittikçe de zorlaşan bir dönem yaşıyoruz. Bu sebeple mülteciler de son günlerde hızlıca elektrik, su, doğalgaz olmamasına rağmen evlere sığınır durumdalar, yapacak bir şeyleri yok.
Dom topluluklarına baktığımızda şunu görüyoruz, Dom topluluklarının büyük bir kısmı gerçekten kötü, yıpranmış olan evlerine dönmeye çalışıyorlar ya da hiç evlerden çıkmadılar. Çünkü gidecekleri başka bir yer yoktu. Çadırlara çıkanlar da yine o mahallelerin hemen çeperindeki temiz suya erişemedikleri, gıdaya erişemedikleri alanlara gidip çadırlar kurdular. Bu da onların hizmetlere erişimini gittikçe zorlaştıran bir şeye dönüştü. Sivil toplum örgütleri, kamu kurumları yani bu yardımları ve hizmetleri sağlayanlar, o mahallelere ne yazık ki çok uğrayamıyor hizmetler ve gelen yardımlar bu insanlara ulaşmıyor. Bu temel sıkıntılardan birisi. Bir de tabii mülteci karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, Çingene karşıtlığı gibi bu dönemde sosyal medya ve yeni medya mecralarında bu konuya dair yapılan yorumlar, nefret söylemi, sokakta insanların karşı karşıya gelmesine, birbirlerini düşmanlaştırmasına sebep oluyor. Bu açıdan gerçekten bu süreç, bu dezavantajlı topluluklar, kırılgan bireyler, kadınlar, çocuklar, engelliler ve LGBTİ+lar için daha da zor hale geliyor.
Bahsettiğimiz bu toplulukların deprem öncesi şartlarında da kadınların ve çocukların çok zor şartlarda yaşadığını sizin çalışmalarınızda görebiliyorduk, bu yeni koşullar neler getirdi?
Evet, daha önce hem mülteci Dom ve Abdal topluluklar hem de yerel Dom ve Abdal topluluklarla ilgili hazırladığımız raporlarda, kadınların ve çocukların ayrımcılık sebebiyle hizmetlere erişimlerde büyük sorunlar yaşadıklarını görüyorduk. Deprem gibi daha büyük bir felaketin de olduğu bu dönemde, hizmetlere erişimlerinin daha kısıtlı bir hale geldiğini görüyoruz ve bu gittikçe hayatlarını zorlaştıran bir duruma dönüşüyor. Kronikleşen derinleşen yoksulluğa doğru itilmelerine sebep oluyor.
Bölgeye yardımlar ulaşıyor mu, bu konuda ne tür sıkıntılar var? OHAL şartları da göz önüne alındığında bu durum dayanışmayı ve yardımlaşmayı nasıl etkiledi?
Biz şunu gördük ki on ilde büyük bir felaketin olduğu, çok geniş bir coğrafyayı etkileyen bu afet ciddi bir koordinasyonsuzluğu da birlikte getirdi. Sokakta, gittiğimiz şehirlerde, ilçelerde hatta köylerde şununla çok sık karşılaşıyoruz. Sivil toplum örgütlerini bu işe çok katmamaya ve onları uzak tutmaya çalışıyorlar bu nedenle iş gittikçe daha da zor bir hal alıyor.
Dom ve Abdalların yaşadıkları mahallelerde bunu göremiyorsunuz çünkü oraya zaten yardım ulaşamıyor ama diğer mahallelere gittiğimizde depremin etkilediği ilçelerde falan, bir arabayla giderken yaşlı bir amca sizi durdurup “arabada su varsa bana su verin” diyebilirken, iki üç sokak yukarıda tırlarla getirilmiş, yolun kenarına bırakılmış kamyonlarca suyu görüyorsunuz. Veya bir yerde insanlar, kurdukları çadırlar içerisinde ayakkabısız, çorapsız ve elbisesiz otururken, bakıyorsunuz ki bazı mahallelerde gelen yardımlarla çıkan elbiselerin bir kısmı seçilmiş, geri kalan büyük bir kısmı sokağın ortasına bırakılmış, çamur içerisinde veya insanlar ısınmak için yakmışlar. Kısacası, ihtiyacı olana erişmeyen bir yardım ve hizmet olduğunu görüyoruz.
Biz deprem bölgelerinde sahaya indiğimizde bu açıdan yardımların ve hizmetlerin en ihtiyacı olan toplum kesimlerinden başlayarak, yukarıya doğru çıkmasının önemli olduğunu gözlemliyoruz. Bunu aşmanın yolu da şimdi kamu kurumları elbette. AFAD, Kızılay ve diğer kamu kurumları depremi koordine etmeye çalışıyorlar, arama kurtarmadan yardımlara kadar her şeyi biz yapalım diyorlar. Ama görülen o ki mevcut sistem bunu kaldırabilecek organize bir yapı değil. O yüzden acilen sivil toplum örgütlerinin önünün açılması, onların da dayanışma içerisinde birbirlerinin eksiklerini tamamlayarak, bu kriz dönemini hafifletmesine, dayanışma ağları oluşturmasına ihtiyaç var.
Son olarak, gönüllülerden, sivil toplum kuruluşlarından, bölgede faaliyet gösteren siyasi partilerden, medyadan ne gibi talepleriniz var, felaket öncesi koşullarda bile zorlukla hayatta kalma çabası veren topluluklar ve kırılgan bireyler için daha fazla ne yapabiliriz?
Baştan beri söylediğim gibi, dezavantajlı, ayrımcılığa uğrayan, marjinalleştirilen, nefret söylemine maruz kalan kesimler zaten hizmetlere ve haklara erişimde ciddi sorunlar yaşıyorlardı. Dolayısıyla bu kriz döneminde yardımlara erişim daha da zorlaştı. Bunun temel sebebi, toplumun bu kesimlerine ayrımcı bir bakışla yaklaşılması. O açıdan yapılması gereken şeylerden biri, bu toplulukların ihtiyaçlarının iyi analiz edilmesi. Biz Kırkayak Kültür olarak, kurulduğumuz günden bu yana ayağı sürekli sahada olan bir sivil toplum örgütüyüz, bu sebeple ihtiyaç analizlerinin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.
Deprem sadece yıkılan binaların kaldırılması, bina yıkıntıları arasında kalan insanların kurtarılmasıyla bitecek bir şey değil maalesef. Önümüzde uzun bir iyileşme sürecimiz olacak, bu iyileşme sürecine ancak dayanışmayla varabiliriz. Bu açıdan mültecilerin, Domların, Abdalların, yani toplumda ayrımcılığa maruz kalan bu toplulukların haklara ve hizmetlere eşit şekilde erişimleri için aktif bir çalışma gerekiyor. Hem kamu kurumları, hem sivil toplum örgütleri, hem siyasi aktörler ya da partiler, bizim gibi sahada uzun süredir çalışan sivil toplum örgütlerinin deneyimlerinden yararlanabilirler. Birlikte çalışarak, dayanışma içerisinde olmak önemli. Şunu bilmek lazım, bizler özne değiliz.
Özne bu toplum kesimleri, depremden etkilenen kesimler. O yüzden onları nesneleştirmeden oldukları haliyle kabul ederek, bu insanların herkes gibi, insan onuruna yakışır şekilde yaşayabilecekleri bir gelecek sunmamız gerekiyor.