Hem tarikatların hem RTÜK'ün hedefinde olan Kızıl Goncalar dizisinin yapımcısı Faruk Turgut Gazete Pencere'den Candan Yıldız'a konuştu:
Üst üste cezalar alıp ileride kanalın başka bir boyuta gelmesi de beni düşündürüyor. Doğal olarak bütün bunları düşündüğümde kanal bu konuda benden bir şeyler talep ederse onların bu talebini yok sayamayacağım aşikar. Onun için elimden geldiğince çok da durduğum yerden uzaklaşmadan derdimi anlatmanın peşindeyim.
Kızılcık Şerbeti’ni iki sezondur izliyoruz. RTÜK onu da görmezden gelmedi. Dizide AKP dönemi zenginleşen bir aileyle üst orta sınıf seküler bir ailenin kültürel yaşamda, gündelik hayatta karşılaşmalarını ve çatışmalarını görüyoruz. İkinci sezonda o çatışmaların sertleştiğini seyrediyoruz. Bu dizi sizin için yeterli olmadı mı ki Kızıl Goncalar’ı yarattınız ?
Kızılcık Şerbeti’nin tadını aldım. Ben 40 yıldır bu işi yapıyorum. Mesleki kariyerimin herhalde artık son noktasına gelmiş durumdayım. Dizinin geri dönüşleri o kadar muhteşem ki, sokakta Kızılcık Şerbeti’nin yapımcısıyım dediğimde bana olan teveccühün keyfini o kadar yoğun hissetmeye başladım ki… Benim bundan sonra yolum bu olmalı dedim. Gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim; 63 yaşındayım. Para ile pulla bir derdim yok. Hayatımı, bütün geleceğimi buradan kazandım. Buradan kazandıklarımı yine sektöre yatırıp bu ülkeye karşı, Cumhuriyete karşı borcumu ödemem gerektiğini düşünerek hareket ediyorum. Herkesin yaptığını ben de yapabilirim. Ben de o yolları çok iyi biliyorum. Senede üç-dört orta karar dizi yapabilirdim, şükreder otururdum. Ama benim böyle bir derdim yok. Benim bütün meselem yaptığım işlerin geri dönüşünü almak. Sokağın reaksiyonunu hissetmek…
Sokaktan ne alıyorsunuz? RTÜK’ün ya da herhangi bir cemaatin tepkileri var mı sizce sokakta?
Genelde seyircinin olağanüstü bir ilgisi ve sevgisi var. Hem sosyal medyadaki mesajlar hem bize gelen mesajlar hem de sokakta temas ettiğim insanlarda bunu çok net hissediyorum. Bunu sadece ben değil, senaristler, oyuncular hissediyor. Herkes bu geri dönüşten o kadar çok mutlu oluyor ki ve o kadar çok motive oluyor ki bu doğal olarak işe yansıyor. Bunun tadını zevkini yaşayıp gördükten sonra şunu fark ettim, benim yolum artık böyle olmalı.
Bunları görmemezlikten gelip, aynı şeyleri dönüp dönüp yapıp farklı sonuç beklemenin de çok doğru bir sonuç veremeyeceğini hissederek daha farklı, daha özel, daha bizden işler yapmaya çalışıyorum. Türk toplumuna ayna tutmam gerektiğini, bu sosyolojiyi iyi anlayıp ona göre hikayeler kurmam gerektiğini fark ederek bu yola düştüm. Kızıl Goncalar, inanın benim için onur işi, çok çok severek, çok çok mücadele ederek bu işin içine girdim. Hatta bir sürü arkadaşım bir sürü dostum bu kadar şeye gerek var mı, ülkenin bu koşullarında bu kadar riski almaya gerek var mı dediğinde ben de almam gerektiğini düşünüyorum dedim.
Otosansür yapıyor musunuz?
Vallahi çok yapmadım iki bölümde. Ama tabii şunun farkındayım. Bu işten 400 kişi ekmek yiyor. Bu oyuncular bana inanıp, güvenip bütün sezonunu bana emanet ettiler ve bu insanların sezonlarının heba olmaması, evlerine sorunsuz ekmek parası götürmesi gerektiğinin de farkındayım.
Sırf kendi egom için bazı şeyleri, bu kadar insanın emeğini, geleceğini yok saymam pek mümkün değil. Tabii bundan sonra ne yaşayacağımı bilemiyorum. Şu bir ayda yaşadıklarım farklı şeyleri de düşünmeme neden oluyor.
Burada kanalı da düşünmek zorundayım. Sonuçta ben prodüksiyon şirketi olarak yapmam gerekenleri ziyadesiyle yapıyorum ama kanalın riski daha da büyük. Sonuçta her hafta ciddi bir reklam kaybı var. Yayın yapılmaması, oraya bir belgeselin konulması kanal için çok ciddi bir handikap. Üst üste cezalar alıp ileride kanalın başka bir boyuta gelmesi de beni düşündürüyor. Doğal olarak bütün bunları düşündüğümde kanal bu konuda benden bir şeyler talep ederse onların bu talebini yok sayamayacağım aşikar. Onun için elimden geldiğince çok da durduğum yerden uzaklaşmadan derdimi anlatmanın peşindeyim.
Darülaceze mekânlardan birisiydi…
Gerçekçi ve reel olsun diye… Doktor Levent bir devlet hastanesinde çalışıyor. Çok modern şaşalı bir mekan olmasın diye daha özellikli Darülaceze olsun istedik.
Hiç o süreçte sorun çıktı mı, zira o mekanları artık bakanlık yasakladı. Senaryoyu görmüşlerdi değil mi öncesinde?
Dizinin konusunu biliyorlardı. Oradaki insanların bize olan yaklaşımıyla ilgili en ufak bir dert olmadı. Yardımcı oldular. Çok da destek oldular. Biz gittiğimiz mekanlara çok ciddi emek verip para yatırdığımız için o mekanları güzelleştirdik. Darülaceze’nin daha önceki o koridorunu görseniz hiç alakası yok. Darülaceze’de en çok mutlu olan insanlar orada kalan yaşlılardı. Çünkü bizle çok iyi vakit geçiriyorlardı, oyuncularla temas ediyorlardı, bir diyalog vardı. Oranın yetkilileri de bizden çok memnundu. Sonra birinci bölümün tanıtımı girdi, reaksiyonlar gelmeye başladı. Arkasından birinci bölüm girdi. Bir anda RTÜK inceleme başlattı. Lafını duyan işte hem Milli Emlak hem de Darülaceze’nin bağlı olduğu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı… Kadından sorumlu ama işte… Aslında bize madalya vermesi gerekirken, Türkiye’nin en hassas noktalarına dokunan bir diziyi kız çocuklarının eğitimi, çocuk yaşta evlilik gibi konulara değinen dizi… Apar topar, anlamadan dinlemeden ne olduğunun farkına varmadan bir anda kapının önüne bir sürü adam dizip biz içeri sokmadılar. Yani Darülaceze’ye… Sonra tamam dedik, yeni yerler yaparız dedik ve gereğini yaptık. Bir de şunu anlamak da o kadar zorlanıyorum ki, hem Kızılcık Şerbeti’nde hem de Kızıl Goncalar’da meseleyi mümkün olduğu kadar objektif anlatmaya özen gösteriyorum. Türkiye’nin öyle veya böyle bir gerçeği var, sosyolojik gerçeği… İnsanlar ikiye bölünmüş ve birbirleriyle olan temasları çok sınırlı. En azından birbirlerini anlayıp birbirlerinin dertleriyle biraz dertlenip insanların kılığına, kıyafetine bakmadan, vicdanına, kalbine, yüreğine dokunarak bir şeyleri çözümlemesi gerektiğini düşündüğümüz için bunları yapıyoruz. Yoksa bir tarafı güzel, diğer tarafı lanetlemek gibi bir derdimiz yok.
15 dakika bir sahneyi izleyip yorum yapan o kadar çok insan gördüm ki
Bunu yapsaydınız dizi tutar mıydı?
Benim hayata bakışım, hayatta duruşum belli. Ben 28 Şubatı da yeri geldiğinde dizimde eleştirebilme hakkını kendimde görüyorum ve onun da bir yanlış olduğunu hissedip diziye koyuyorum. Laik seküler bir ailenin çocuğuyla olan ilişkilerini, son dönemde proje çocuk meselesinin, sınav meselelerinin ailelerde nasıl travmalara neden olduğunu az çok gözlemlediğim için onu bile koyabiliyorum ve eleştiriler getirebiliyorum. İşin tuhafı da şu tabii. Bu taraf (Seküler kesim) hiç alınmıyor, gocunmuyor, rahatsız olmuyor, yanlış gösteriyorsun demiyor. Her toplulukta iyiler de vardır, kötüler de olur. Ben insan anlatıyorum. Ben genelleme yapmıyorum ki, tornadan çıkmış gibi bütün muhafazakârlar aynı şekilde mi yaşıyor, aynı şekilde mi hayata bakıyor? Yani bütün eleştirileri veya değerlendirmeleri aynı mı? Orada da iyi insanlar var, burada da iyi insanlar var, orada da kötüler var, burada da kötüler var. Başka türlü dramayı nasıl kuracaksınız? Dramayı kurmanın temel mantığı iyilerle kötülerin birbiriyle olan çatışması üzerine kurulur. Bu Shakespeare’den bu yana hep böyle. Bunu anlatamamak veya seyrettiğini anlayamamak, okuduğunu yorumlayamamak kadar kötü bir şey yok. 15 dakika ya da bir sahneyi izleyip dizi üzerine yorum yapan o kadar çok insan gördüm ki dehşete düşüyorum. Biraz sabırlı olun, okuyun, araştırın, görün, seyredin. Bu adamların derdi ne diye biraz dertlenin. Sonra yorum yapın. Biz her türlü eleştiriye açığız. Ben yanlış ya da farklı anlatıyor olabilirim. Sen de daha iyisini anlat. Sen de o taraftan bir şey anlat. İşin duygusuna, estetiğine bakmadan, yansıttığı ve hissettirdiğine bakmadan tamamen önyargılarla bir sahnenin yarattığı etki üzerinden bir bombardımana geçip karşı tarafı linç etmeye soyunmak da çok adil ve vicdanlı bir durum değil. Hele hele inançlı insanların bunu yapıyor olması dehşet verici….
Siz şöyle bir dönemde dizi yaptınız; cemaat ve tarikatların güçlendiği, sadece iktisadi değil siyasal olarak da güçlendiği bir dönemde dizi yaptınız. Zenginliklerinin saklanamadığı, örtülemediği, çocuk yaşta evlilikler meselesinden tutun da cemaat yurtlarındaki yangınlar, cemaat yurtlarındaki çocuk istismarlarına kadar ki bu çocuk istismarı meselesi sadece muhafazakâr kesimin derdi olamaz. Laik kesimin de derdi… Öyle bir dönemde yaptınız ki, riskli bir bölgeye girdiniz. Nedense ilk ses İsmailağa Cemaati’nden geldi. Sizce bu cemaat neden üstüne alındı?
Bilmiyorum… Biz bu projeyi çalışırken herhangi bir cemaat buradan kendine bir paye çıkarmasın ya da bunlar bizi anlatıyor gibi bir algıya sebep vermesin diye çok titiz bir çalışma yaptık. Mesela giyimleri, işte başlarına taktıkları…
İsmailağa bundan niye alındı bilmiyorum ama bizim kılık kıyafetimize baktığınızda İsmailağa’nın kılık kıyafetiyle hiç uzaktan yakından ilişkisinin olmadığının çok net anlaşılması gerekiyor. Ben çok hakim değilim ama arkadaşlarım epey araştırdı. Bizim ilk birinci bölümde gösterdiğimiz zikir sahnesi şu anki cemaat yapılanmalarındaki zikir törenlerinin dışında… Biz mümkün olduğu kadar Faniler diye kendimize özel bir tarikat kurduk. Türkiye’deki tarikat gerçeğini, her yerden parça parça bir şeyler alarak kendimizce bir tarikat anlatmaya özen gösterdik.
Ama Efendi Hazretleri ifadesi var, Mahmut Ustaosmanoğlu’nu çağrıştırıyor…
Efendi hazretleri ama onu hiç göstermiyoruz ve hiçbir zaman da göstermeyeceğiz.
Şundan kaçmak mümkün mü; tarikat dediğimiz kapalı yapılar, her dönemde ekonomiyle, devletle, siyasetle ilişkileri olan yapılar. Refah Partisi döneminde Erbakan Başbakanlık’ta iftar yemeği vermişti. Tarikat ya da cemaat gerçeğine dokunurken tepkiden kaçmak mümkün mü?
Tabii ki mümkün değil. Televizyonda haber olarak verildiğinde insanların reaksiyonu belirli oranda kalırken biz olunca bunu 3-5 kat daha yukarıya çekmenin mantığı da yok. Tabii bizim en büyük şanssızlığımız bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı’nın tarikat ve cemaatleri STK olarak tarif ettiği konuşmanın dizinin oynadığı haftaya denk gelmesi. Türkiye’nin bir gerçeği var. Bu yeni oluşan bir şey değil. Bu sosyolojinin öyle ya da böyle bu ülkeye dayattığı bir şey var. Bunu yok saymanın bir anlamı yok. Anlayalım. Ben tarikatta herkesi kötü mü gösteriyorum. Meryem, sağ duyuyu, ahlakı, dürüstlüğü temsil eden en önemli karakter. O yapı içerisinde büyümüş, o yapının ahlaki değerleriyle hayatı yorumlayan bir karakter. Şimdi Meryem’in bu tavrını olumlamaları gerekirken Meryem’in börek meselesinden ötürü gösterdiği tepkiyi negatife çeviriyorlar.
‘Yetmez ama evet’i neden diziye soktunuz? 2010’da 12 Eylül’le hesaplaşma olarak sunulan anayasa değişikliğiyle ilgili süreçte bazı kesimler, liberaller nefret öznelerine dönüştürüldü zira…
Sonuçları ortada… Ben de bunu eleştiriyorum.
Yetmez ama evet’çilerin hiç mi günahı yok
Ama baba ve kız ilişkisi üzerinden onlar hâlâ nefretin özneleri gibi sunulmuyor mu?
Baba karakteri ‘Yetmez ama evet’çilerin o dönemde yaptıklarının bugünkü sonuçlarını bir şekilde belirlediğine inanıyor. Onun açılımı olacak ilerleyen bölümlerde. Baba ile kız oturacak, bu konular konuşulacak. Bütün bunlar anlatılacak. Baba ile kız bir noktada uzlaşacak. Biz bilinçli olarak buralara dokunuyoruz. Toplumun sinir uçlarına dokunduğumun farkındayım ama bunların konuşulması lazım. ‘Yetmez ama evet’çilerin hiç mi günahı yok. O döneme ilişkin özeleştiri yaptıklarında hangi noktadalar acaba. Eminim farklı düşünüyorlar şu anda. Hayal ettikleri gibi bir şey gerçekleşmedi bu ülkede.
‘Yetmez ama nefreti’ de bir sorun değil mi, 21 yıllık iktidarın bütün yükünü onlara yüklemek haksızlık değil mi?
En büyük savunucularından biri de Sezen Aksu’ydu. Türkiye’nin en önemli ozanı, sanatçısı şarkı yazmıyor, sahneye çıkmıyor. Bu önemli bir şey değil mi? Sezen Hanım’ı ne noktaya getirdi. Onun için ben herkesin geçmişiyle ilgili bir şekilde özeleştiri yapıp yüzleşmesinden yanayım. Ben kendi adıma nasıl özeleştiri yapıyorsam ki ben burada küçük bir kırıntıyım. Bir cesaretle gündeme getirip insanların bu konuları konuşmasını, tartışmasını tercih ediyorsam, birileri de özelleştirmesini yapmalı bence. (Kısa Dalga)