"Merhaba dostlar,
Yaklaşık iki aydır bir yazı yazıp, dayanışma ve destek gösteren herkese teşekkür etmek istedim. Ancak ne oldu bilmiyorum, yazılı kültüre bir türlü geçemedim. Şimdilik incik boncuk, nakış işleri ile uğraşıyorum. Lakin bu yazıyı yazmam şart oldu.
Size bir protokolden söz edeceğim. Kim bilir binlerce tutuklu ve hükümlüye yardımı olur. Asıl muradım ise; meslek odaları olarak yıllardır bıkmadan usanmadan sürdürmeye çalıştığımız, mesleklerimize dair giderek yitmekte olan etik kurallarımızın ve haklarımızın hatırlanmasında ufacık bir katkı sunabilmek. Haddimi aşarsam Tabip Odaları beni affetsin.
Evet, gelelim sözünü ettiğimiz İstanbul Protokolü’ne… Bu protokol Türkiye Heyeti’nin öncülüğünde 75’ten fazla sağlıkçı, hukukçu ve insan hakları uzmanının üç yıl süren araştırma ve analizlerinin sonucu olarak hazırlanmıştır. Bu uzmanlar, 15 farklı ülkeden 40 örgütü temsil etmektedir. İstanbul’da 1999 yılında yazılmış bu belge (rehber) 2000 yılında Birleşmiş Milletler belgesi olarak kabul edilmiştir.
Açık adı ise: “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele ve Cezaların Etkili Bir Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu”.
İstanbul Protokolü, işkencenin belgelenmesi için Birleşmiş Milletler (BM) tarafından onaylanmış ilk uluslararası kılavuzdur. BM belgesi olarak kabulünden sonra, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından eğitim serisinden altı farklı dilde basılmıştır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 2003 tarihli 2003/33 sayılı kararında adli tıp bilimlerinin işkence ve diğer zalimane, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele veya cezalandırmalarının delillerini saptamada anahtar role sahip olduğunun altı çizilmiştir.
Pekâlâ, niçin bu belgeden söz etmek ihtiyacını duydum? Elimden geldiğince olduğu gibi anlatmaya çalışacağım. Kuşkusuz, benim şu kısa sürede yaşadıklarım, tutuklu ve hükümlülerin sürekli karşılaştıkları ve seslerini çıkarmadan rutin kabul ettiği davranışlar… Ancak burada yıllardır, bu koşullara karşı mücadele eden, özellikle siyasi mahkumları bu kapsam dışında tutuyor ve onları alkışlıyorum.
Bendeniz ilk kez cezaevine giriyorum. Bize hüküm özlü, sol terör diyorlar. Yani hükümlü ile tutuklu arası bir şey… Hüküm giymiş ancak kesinleşmemiş anlamında… Sol terör ise yorumsuz… Her neyse konuyu dağıtmadan esasa döneyim.
Dedim ya, adalet sistemimizin en önemli ve sorumluluk isteyen görevlerini yürüten bazı “hukuk” insanlarının insani ve mesleki etik ilke ve anlayışlarını yitirmeleri, görev ve sorumluluklarını yerine getirmek yerine iktidarın emirlerine boyun eğmeleri nedeniyle, yedi arkadaşımla birlikte cezaevindeyiz. (Birimiz beş yıldır, altımız iki aydır) ve hepimiz cezaevi deneyimini ilk kez yaşıyoruz.
Yaşım ve bazı kronik hastalıklarım nedeniyle, benim ve sevgili avukatlarımın hiçbir talebi olmadan üç kez, kendi isteğimle iki kez olmak üzere cezaevinden hastaneye götürüldüm. Götürülüş nedenimin, yaşım ve hastalıklarım nedeniyle rutin bir uygulama olduğunu mahkûm arkadaşlarımdan öğrendim.
Devletimiz sağ olsun. Bu uygulama nedeniyle üç kez Bakırköy Sadi Konuk Hastanesi’ne, kendi isteğimle de iki kez Beyoğlu Göz Hastanesi’ne ve Okmeydanı Hastanesi’ne diş hastalıkları bölümüne götürüldüm.
İlk kez hastaneye giderken, cezaevinde ben yaşlarda veya daha fazla yaş almış olan yaklaşık on dört mahkûm kadın arkadaşla, ellerimiz kelepçelenerek, silahlı jandarma erleri ve komutanları “korumasında”, neredeyse tamamen kapalı yaklaşık 1,5-1,8 m ölçülerinde iki hücresi olan bir cezaevi aracına bindirildik. Tabii ki kelepçeler bileklerimizde…
Ancak, yaşımıza ve kadın olarak ergonomik ölçülerimize hiç uymayan bu konserve kutusuna kelepçeler ile binebilmek oldukça zor ve acı verici bir deneyim. Hele bir de, hamileyseniz ya da fıtık vb. hastalığı olan biriyseniz, o sarsıntıda bebeğinizi kaybetmeden, fıtığınızı patlatmadan hastaneye ulaşabilmeniz neredeyse mucize... Klostrofobik mahkûmlar ciddi krizler geçirdi.
Neyse, bunlara cezaevi koşulları deyip geçeyim. Zira bu konularda şikâyetlenirseniz yanıt hazır… “Bayan, burası cezaevi…”
Sonra, askeri nizamda tek sıra olarak hastane bahçesinde ve içinde silahlı jandarmalar eşliğinde dolaşmaya başladık. Bir ara gülmem geldi… Bir sürü yaşlı kadın (ki bazılarının gerçekten yürümeye mecali yok) önden hızlıca giden görevlinin ardından, ona yetişmeye çalışarak, tek sıra yürüyoruz. Tabii ki sürekli uyarılarak, “Hey sen, sıraya geç!” vb. Devlet hastanelerinin durumu düşünüldüğünde izleyici de bol tabii... Bazıları acıyarak, bazıları korkarak bakıyor bizim konvoya…
Ardından ellerimizde kelepçeler yine jandarmalar ve infaz görevlisi eşliğinde (İnfaz görevlilerine teşekkür etmek gerekir. Size insan gibi davranan ve en çok yorulan onlar. Bir yazımda da onları anlatmak isterim. Kısmet…) muayene mekânlarına ulaşıyor ve hekimlerimize kavuşuyoruz.
Genelde acımasızca sürdürülen sağlık politikaları nedeniyle hastaneler çok kalabalık ve hekimler genellikle genç ve deneyimsiz… Mahkûmların yüzlerine pek bakmıyorlar, “Neyin var” deyip işlerini yürütüyorlar.
Tabii ki ellerde kelepçeler, yanı başımızda jandarmalar ve infaz memurları…
Hekim vardığı sonucu veya yapılacak tedaviyi size değil infaz memuruna anlatıyor. O zavallım da bütün mahkûmların sorularını da yanıtlamak zorunda kalıyor.
Şimdi size benim yaşadığım üç muayene öyküsünden örnek vermek isterim. Birinci olay ciddi göz rahatsızlığım nedeniyle Beyoğlu Göz Hastanesi Retina Kliniği’nde yaşandı. Yine kelepçelerim, jandarma ve infaz görevlisinden ibaret ekibimle 5-6 hastanın ve 4 doktorun olduğu muayene mekânına girdik. Gencecik kadın doktorum bakmakta olduğu hastasının muayenesi bitene değin oturmamı söyledi sağ olsun… Refleks olarak ayak ayaküstüne atmışım zira başka türlü yüksek sandalyede oturamıyorum. Başımda silahıyla nöbet tutan çocuğum yaşındaki jandarma eri tarafından çok sert biçimde uyarıldım “İndir o bacaklarını aşağı!”
Kuşkusuz o sırada orada ve hastanede bulunan diğer hastalar ve hasta yakınları ki özellikle çocuklar size büyük bir korkuyla bakıyorlar. Jandarmaya bulunduğumuz yerin muayene odası benim de hasta olduğumu söyleyerek bu emre uymadım ama sevgili hekimim ellerimde kelepçeler ile göz muayenemi yaptı. Göz (retina) muayenesi olanlar bilirler kelepçeyle oldukça zor oluyor. Ayrıca hekim, gözümün durumu hakkındaki bilgileri yine infaz görevlisine anlattı.
İkinci olayım ise biraz daha ilginç. Sadi Konuk Hastanesi Kalp ve Damar Bölümü’ne yine idarenin isteği doğrultusunda gerçekleştirilen tetkikler kapsamında “EKO” çektirilmeye götürüldüm.
Bu kez hekimim oldukça deneyimli görünen bir kalp hastalıkları uzmanı idi… Yine kelepçeler (bu kelepçelerin kenarları çok keskin… Törpülenmesi gerek… Can yakıyor.) Jandarmalar ve infaz memuru eşliğinde doktorun karşısına dikildim.
Hekim kesinlikle bana hiç bakmadı. Oysaki benim bildiğim kalp hastalıkları uzmanları önce sizin odaya girişinize, renginize ruhsarınıza bakarak teşhise başlarlar. Canım doktorlarımdan öğrendiğim bu… Bilgisayara bakarak “Sen de kalp var mı ?” diye sordu. Var dedim (aklımdan ben de var ama sizde var mı?) sorusu geçti. Ama hekimlere duyduğum saygıdan yuttum. Anlat bakalım dedi, oysaki beni oraya ikinci kez kendileri çağırdı. Neyse uzatmayalım. “Git paravanın ardında göğsünü aç!” dedi. Ben kelepçelere itiraz ettim. ‘‘Böyle mi eko çekeceksiniz, deontoloji ilke milke’’ dedim ama jandarma “ne zaman çıkaracağımızı biz biliriz, sen karışma!“ diyerek beni tersledi. Ben yine benim lafım size değil TIP ETİĞİ filan derken hekim geldi ve mecburen kelepçe çıktı. Ben paravanın ardında hazırlanırken jandarma kaçacağımdan çok korkmuş olacak ki paravanın arkasına bakarak beni kontrol etmeye kalktı. “Ne yapıyorsun evladım? Olur mu böyle şey?” derken hekim geldi. Ben yine Deontoloji, kelepçe, sorumluluk, hasta hakkı vb. derken, “ben kelepçeyi görmedim” dedi. Haklı tabii onca süre bir kez dahi yüzüme bakmadı.
EKO çekerken bir ara kalp kapakçığımın bozuk olduğunu söyledim ve 2 dakikada EKO bitti. Ve ben kelepçelerimi takındım.
Asıl şaşırtıcı olan ekodan sonra “Neyim var doktor bey? Ne önerirsiniz?” diye sorma gafletinde bulundum. Bilgisayarı göstererek “Buraya yazdım… “ diye cevap verdi. Ben de oraya yazılanı hala göremedim…
Gelelim son vakaya… Asla bir daha gitmeyi düşünmediğim hastaneye dişim çok ağrıdığı için bu kez kendi rızamla gitmek zorunda kaldım.
Zira cezaevinin bence son derece duyarlı ve başarılı diş hekimi, kullanmakta olduğum kan sulandırıcı nedeniyle tam teşekküllü bir diş hastanesine sevkimi talep etti.
Bu kez, daha kapıdan girer girmez, kelepçesiz ve sadece sağlık görevlisi eşliğinde tedavi görebilmek için ciddi bir mücadele verdim. Tabii ki bize yakışan soğukkanlı ve yönetmelik maddelerini aktaran bir şekilde…
Ezberlediğim bütün etik kuralları ve haklarımı sayıp döktüm ama nafile… Son derece saygılı jandarma komutanı anladı. Ama benim gencecik doktorum beni kelepçeyle koltuğa oturtup, dişimi çekti. Elleri dert görmesin kurtardı beni o dişten; bir anlamda bir organım tahliye olmuş oldu.
Ancak bütün hatırlatmalarım ve itirazlarıma karşılık “Ben bütün mahkûm hastaların tedavilerini bu şekilde yapıyorum” dedi.
Bir ara koltuktan kayınca yukarı çekilmemi istediğinde kelepçeleri göstererek “ Nasıl olacak?” dedim. “İn koltuktan, tekrar otur!” diyerek yol gösterdi.
Ben yılmadan meslek etiğini ve kendimden örnek vererek bazen insanın, mesleki etik ilkeler ve kurallar nedeniyle bedel de ödemek zorunda kalabileceğini, mesleğimin gereğini uyguladığım için karşısında o halde bulunduğumu ancak hiç pişman olmadığımı anlatmaya çalıştımsa da “Ben böyle kurallar olduğunu hiç duymadım, eğer varsa bundan sonra uygularım” dedi… Kendisine bu kuralları eğitiminde öğrenmediyse meslek odasına başvurarak elde edebileceğini ama benim de ona bir şekilde bu kuralları ileteceğimi söyledim.
İşte bu yazı gencecik bir diş hekimine verdiğim söz nedeniyle yazıldı.
Ayrıca tüm bu doktor muayeneleri sırasında yapılan test ve tetkiklere ilişkin sonuçları, defalarca istememize rağmen, bize vermiyorlar. Yani “Sizden aldıkları kanda ne var, ekonuzda ne var?” sorularının cevabını burada size vermiyorlar, e-nabız’a bile yüklemiyorlar, bunun yerine bu konudaki taleplerinize “Sizin sağlık dosyanıza koyup saklıyoruz” diyorlar, sağlık benim, kan benim, tetkik benim, kimden saklıyorsunuz, anlamak zor cidden…
Şimdi İstanbul protokolünden bazı alıntılarla bu dertleşmeyi bitirelim.
İstanbul Protokolünde(İP) belirtilen ilkelere göre;
Getirilen/başvuran kişiyi “hasta” olarak kabul etme ve belgeleme sorumluluğu vardır.
İP’de belirtilen esaslara uygun davranmak, uluslararası ve ulusal mevzuatın gereği iken, bu esaslara uymamak, hem hukuk kurallarına hem tıbbi etik ilkelere aykırı davranmak anlamına gelir.
Uygulamacı, İP’ye aykırı bir düzenleme ya da emir ile karşılaştığında İP’ye öncelik vermelidir.
TUTUKLU/HÜKÜMLÜNÜN MUAYENESİ KELEPÇELİ YAPILAMAZ. GÜVENLİK GÖREVLİLERİ NEZARETİNDE YAPILAMAZ.
Tutuklu/hükümlünün muayenesi uygun fiziksel koşulların, yeterli zaman ve olanakların, mahremiyet ve gizliliğin sağlandığı, hekimin uygun gördüğü rahat bir mekânda yapılmalıdır.
Her tutuklu/hükümlü, mahremiyetine saygı gösterilen bir ortamda, insan hak ve onuruna uygun şekilde muayene edilmelidir.
Muayene, kelepçe ve benzeri hiçbir kısıtlama aracının olmadığı koşullarda yapılmalıdır.
Polis ya da diğer güvenlik güçleri muayene odasında bulunmamalıdır.
Eğer muayeneyi yapacak olan hekim ciddi bir güvenlik riski yönünde net bir kanıt olduğunu düşünüyorsa, hekimin talebi üzerine, muayene esnasında kişiyi getiren polis ya da diğer kolluk kuvvetleri yerine sağlık kurumu personelleri (hemşire, hasta bakıcı, diğer doktorlar), en son seçenek olarak sağlık kurumunun güvenlik personeli hazır bulunmalıdır. Ancak hekim bu durumda bile hastanın mahremiyeti için konuşmaların duyulmayacağı bir mesafeden ve bir paravan arkasından hastasını muayene etmelidir ve gerekçesini raporunda belirtmelidir.
Uygun koşullar sağlanmadığında da bu durum kayıt altına alınmalıdır.
Sözümü bitirirken bu rehberi hazırlayanlara, TABİP ODALARINA, içinde bulundukları amansız koşullara rağmen insani ve mesleki etik kuralları ödün vermeden, fedakârca uygulayan ve bedeller ödeyen tüm hekimlere ve sağlık personellerine selâm ve şükranlarımı iletiyorum. Var olsunlar…
Kalın sağlıcakla ve dayanışmayla…"