Muhalefet kaybeder, yenilmez

Tüzüğünün 4’üncü maddesine göre CHP, sosyal demokrasiyi önüne model olarak koymuş “Çağdaş demokratik sol bir parti” olarak tanımlanıyor. Değişmek yerine neden kimse CHP’nin aynen tüzükte yazdığı gibi “kendisi” olmasını istemiyor? CHP’nin çok ve ilgisiz yerlerde de tartışılıyor olması sizi yanıltmasın. Bu onun öneminden kaynaklanıyor.

SEDAT BOZKURT

Siyasetin en ciddi görevlerinden biri toplumsal muhalefete önderlik etmesidir. Bunu kurumları aracılığıyla yapar. Yani siyasi partilerle. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri de toplumsal muhalefetin ayrılmaz örgütlü paydaşlarıdır. İtirazlar, talepler tam da buradan yüksek sesle dile getirilerek sonuç alabilecekleri araçlar devreye sokularak yol alınır.

Demokrasiyi var eden en temel unsur muhalefetin varlığıdır. İktidarlar her rejimde vardır. Örneğin Kuzey Kore, Çin muhtelif orta Doğu ve Orta Asya ülkeleri. Demokrasilerde, sistem hep muhalefeti korumak, iktidarın onun alanı daraltmasını ya da ortadan kaldırmasını önlemek üzerine inşa edilir. Muhalefet varsa ve her alanı özgürce kullanarak etkili olabiliyorsa demokrasiden söz edebiliriz.

Muhalefetin birazının var olduğu rejim demokrasi olamaz. Rejimi demokrasi yapan tek temel unsur da muhalefetin varlığı değildir. İktidarlardan daha katı yönetim anlayışını savunan ve demokrasi için tehlikeli düşünceler dile getiren, önüne buna göre hedefler koyan muhalefet görevi üstlenmiş yapılar da partiler de vardır. Demokrasi buna da demokrasi sınırları içinde önlem alır.

Demokrasiler çok kolay inşa edilmez. Uzun soluklu ve ağır bedeller isteyen bir mücadele gerektirir. Kurmak kadar muhafaza etmek de zordur. Türkiye çok partili hayata geçmiş ama bir türlü demokrasiyi kurumsallaştıramamıştır.

Demokratik talep ve vaatlerle, çok partili hayatın seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti (DP) ilk olarak kurumsallaşamamış demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Devlet yani ordu da DP’nin yarım bıraktığı işi tamamlayarak seçilmiş siyasetçileri öldürerek demokrasiyi askıya almıştır. Sonrasında yaşanan demokrasi hamlesi bu sonucu değiştirmez.

Bu ülkede demokrasinin tam işleyememiş olmasından hiçbir iktidar şikâyet etmemiştir. Muhalefetteyken çok verimli bir alan olması nedeniyle hep demokrasi talep edilmiş iktidar döneminde ise bu talepler tamamen unutulmuştur. Bunun en kalın ve yakın örneğini AKP iktidarı döneminde yaşıyoruz.

Ülkeyi bırakın, partilerin içinde demokrasiyi işletecek Siyasi Partiler Yasası’nın değişmesini iktidar ya da muhalefet hiçbir parti talep etmemektedir. Partilerde istenmeyen demokrasinin ülkede isteniyor olması da garip olurdu zaten.

Bu dönemin iktidar tarafından dile getirilen en önemli vaadi yeni anayasa oldu tekrar. Gerekçesi de darbe anayasasından kurtulmak. Yani yine “demokrasi” nedeniyle. Gerçekleştirilen değişikliklerle adı dışında darbe ile ilgisi kalmayan anayasanın değiştirilmesi talebinin arkasında hemen hemen ne niyet yattığını anlıyoruz. 12 Eylül 2010 anayasa değişiklikleri yani ünlü “yetmez ama evet” referandumu yüzde 58 evet oy oranı ile kabul edildi. Bu oran üzerine AKP’nin organlarında tamamen yeni bir anayasa yaparak darbe anayasasından kurtulma düşüncesi dile getirildi. Gülen cemaatini de yanına alarak gücünü tahkim eden Erdoğan bu düşünceye karşı çıktı yanındakileri şaşırtan şu değerlendirmeyi yaptı:

“Bu anayasanın nimetlerinden biraz da biz yararlanalım”

Gelinen noktada gerekmesi halinde geçerli olan ve ihtiyaca göre yorumlanan bir anayasa var ülkede. Bunu değiştirmenin ne anlamı olabilir? Ama var, çünkü artık yanına 6 ortak alarak ittifak da kursa Erdoğan yüzde 50 artı 1’i alamıyor. Mesele bu kadar basit. Yoksa “nimetlerinden” hayli yararlanılan bir anayasa halen mevcut.

Körfez’de ülke ülke dolaşarak iktidarını sürdürmek için para talep eden bir yönetim var Türkiye’de. Tüm dünyaya örnek olmuş bir bağımsızlık mücadelesi veren ülkede bu sessizce izleniyor. Hatta toplumun bir kısmı tarafından bu hayatı kolaylaştırma ihtimali üzerine umutla bekleniyor. Başka bir ülke sizin ülkenizdeki yönetimi finanse ediyor. Bunu, bu kadar net ifade ettiğiniz zaman meselenin hayli ciddi olduğunu hemen kavrıyorsunuz.

Siyaset tercihlerle yapılır. Erdoğan mutlak kazanmak üzerine bir strateji kurguladı ve kazandı. Kazanmak için yapacaklarının sınırının çok geniş olduğunu da açıkça ortaya koydu. Erdoğan ile mücadele edecekseniz bu anlamda 2 seçeneğiniz var. Ya aynı yöntemi kullanıp kazanmaya odaklanacaksınız ya da ilkeli siyasette, sürekli kaybetmenize karşın ısrar edeceksiniz. Burada hiçbir zaman yenilmezsiniz ama çok fazla seçim kaybedersiniz. Ama bunu net ortaya koymanız gerekir.

Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kurulurken çok zengin bir politik tartışmaya da neden olmuştu. Partinin omurgasını 80 öncesinin en yaygın ve geniş örgütlenmesine sahip Devrimci Yol oluşturuyordu. Aynı dönemin pek çok örgütü de partileşme tartışmalarına katılmıştı. Çok geniş bir sol yelpaze içeriyordu.

Devrimci Yol çizgisinden gelenlerin içinde partileşmeye itirazları olanlar da vardı. Partileşmeyi “geniş halk yığınları karşısında meşruluğu bulunan bir örgütün devlet karşısında yasal hale gelmesi” olarak değerlendiriyorlar ve bunu bir tür “teslim olma” hali bularak itiraz ediyorlardı. Hareketin önemli ismi Melih Pekdemir de bu tartışmaların taraflarından biriydi. O karşı çıkışını “pireler savaşı” üzerinden yazılı hale de getirmişti:

“Solculuğun bünyesinde bulunan farklı bir adalet arayış tarzı ‘pireler savaşı’ tarzıdır: bir köpek bilirsiniz, ancak pireler tarafından çıldırtılabilir; bir köpek ancak pirelerle baş edemez, pireler onu yorar bitirir”

Mücadele etmek de kazanmak kadar önemlidir. Mücadele ettiğiniz sürece yenilmezsiniz.

CHP tarihsel olarak toplumsal muhalefetin bir biçimde önünde ya da yanında olmuştur. Şimdi değişim tartışmalarında merkeze alınmayan konu bu. 12 Eylül’ün kalıntıları ve Turgut Özal’ın politikaları ile “pireler savaşı” tarzında mücadele eden bir SHP vardı. Toplumsal muhalefetin başını çekiyordu. İşten atılan işçi, okuldan atılan öğrenci, gözaltına alınan genç, tutuklu, hükümlü yakınlarının yanındaki partiydi SHP.

1991 yılında Deniz Baykal, rakip olarak çıktığı SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’yü eleştiriyordu, “Parti küçüldü. Önümüzdeki seçimde oyumuz yüzde 16,5 görülüyor. Derdim SHP’yi kurtarmak” diyerek. Özet geçelim, SHP, Baykal’ın genel başkan olduğu CHP ile birleşti ve bu iddialı sözlerinden sonra genel başkan olarak direksiyonuna geçtiği parti yüzde 9 ile tarihinde ilk kez baraj altı kaldı. İktidar olmadan kaybeden bir muhalefet partisi yaratılmıştı. Buraya hep “değişim, yenileşme” söylemleriyle gelinmişti ve buradan da öyle çıkılanacağı varsayılıyordu. Ama olmadı.1960’ların ortasında İsmet İnönü CHP’nin politik kimliğini ortanın solu olarak adlandırdı. Bülent Ecevit de bunun içini doldurmaya çalıştı. Bunda hayli zorlandığını da biliyoruz. Ama bugün tüzüğünün 4’üncü maddesine göre CHP, sosyal demokrasiyi önüne model olarak koymuş “Çağdaş demokratik sol bir parti” olarak tanımlanıyor.

Değişmek yerine neden kimse CHP’nin aynen tüzükte yazdığı gibi “kendisi” olmasını istemiyor? CHP’nin çok ve ilgisiz yerlerde de tartışılıyor olması sizi yanıltmasın. Bu onun öneminden kaynaklanıyor.

Bir ay sonra bir asırlık parti olacak. 100 yıllık geçmişini ve bu geçmişteki varlığının sonuçlarını bir kenara bırakalım. Bugün CHP’yi Türkiye denkleminden çıkaralım ortaya çıkacak boşluğun büyüklüğünü görebiliyoruz değil mi? Umarım bunu CHP kimliği ile hareket edenler de görebiliyordur…

Gündem Haberleri