ERSAN ATAR
Bazı isimler vardır, onun portresi ülke tarihinin silueti gibidir. İşte Nuh Mete Yüksel bu isimlerden biridir. Bundan 25 yıl öncesinde, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) Devlet Güvenlik Mahkemesi olduğu günlerde, bırakın sokaktaki bir kişiyi, Ankara gazetecilerine “Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı kim?” diye sorsanız birçoğundan, “Nuh Mete Yüksel” cevabını alırdınız. Oysa ki Nuh Mete Yüksel, Ankara DGM’nin, öğle aralarını Adliye Kafeteryası’nda okey oynayarak geçiren savcılarından sadece biriydi ama namı, “Ankara DGM Başsavcısı”ydı. Hatta Ankara’daki bazı gazeteciler, haber kaynağı ile ilişkisini iyi tutmak için haberlerinde, kendinden “Ankara DGM Başsavcısı” olarak bahsederler, Yüksel’in gururunu okşarlar, ertesi gün de “Gazetenin editörleri yanlış yazmış” diye kendilerini savunurlar, böylelikle dönemin DGM Başsavcısı Cevdet Volkan’ı da kırmamış olurlardı.
Nuh Mete Yüksel’in “Ankara DGM Başsavcısı” olarak bilinmesinde belki de Sıhhiye’deki Ankara Adalet Sarayı’nın arka tarafından ayrı girişi olan DGM binasının demir parmaklıkları arkasındaki nizamiyesinde nöbet tutan polislerin de payı yok değildi. Yüksel, Toros marka makam otomobiliyle DGM bahçesine girdiğinde nizamiyedeki polislerin, diğer DGM savcılarının gelişine göre ayrı bir telaşı olur, DGM binası önündeki andezit taşı çevrili küçük havuzun etrafında oturan sanık yakınları varsa derhal oradan uzaklaştırılırlardı.
Hani bazen, sizinle konuşurken bile nereye baktığını bilemediğiniz insanlar vardır ya Nuh Mete Yüksel de öyleydi. Hele koyu renk gözlüğünü taktıysa birebir konuşmanızda bile “nereye nasıl baktığı belli olmayan bir kişi” ile konuşuyor olurdunuz.
Türkiye bugün, ölümünün ardından Yüksel’i “Fetullah Gülen’e, terör örgütü kurucusu olarak ilk davayı açan savcı” olarak bilir ama o “nereye nasıl baktığı belli olmayan” DGM Savcısı, yıllar sonra FETÖ sanıklarının avukatlığını yapacaktı. Gülen davasını açtığı zamanlarda işkenceci polislerin soruşturma dosyasına el koyacak, onlar hakkında takipsizlik kararı verecekti. Sonra o polisler yargılanacak, tutuklanacaklardı ve onları Toros marka makam otomobiliyle cezaevine gönderecekti.
FETÖ savcılığından FETÖ avukatlığına
1999 yılıydı, Adliye Kafeteryası’nın girişe göre sağ tarafında çoğu hakim – savcının bile girmeye cesaret edemediği bölümünün müdavimlerindendi. Öğle aralarında masa kurulur, “dörtlü oluşturulur” ve okeye başlanırdı. Masanın iki demirbaşından biri Nuh Mete Yüksel, diğeri Nuh Çetinkaya’ydı. İki “Nuh” genelde “eş” olurlar, üçüncü ve dördüncü bazen değişirdi. İşte o günlerde Fetullah Gülen, “tedavi görmek” üzere ABD’ye gitmişti. Nuh Mete Yüksel, o günlerde, “okey eş”i Nuh Çetinkaya’nın bile haberdar olmadığı bir soruşturma yürütüyordu. Sonunda dava açtı. İddianameye göre Fetullah Gülen terör örgütü kuruyordu ama bir sorun vardı: Silah.
Bu dava üzerine daha sonra çok yazıldı, çizildi. Nitekim bu “silah” konusu daha sonra Gülen’i kurtaracak olan Yargıtay üyelerinin elini güçlendiriyordu. O dosyanın kapanmasında sonradan Yargıtay Başkanlığı’na yükselecek olan İsmail Rüştü Cirit dahil birçok bilinen ismin kararları etkili oldu.
Yıllar sonra bir gün bir “malum kaset” ortaya çıktı. Özel yaşamı olduğu için çok da üzerinde durulmayabilirdi ama o “kaset”in Yüksel’in mesleki kariyerini değiştiren yönü vardı. O kaset kimine göre Yüksel’in geçmişte açtığı Fetullah Gülen davasının bir intikamıydı, kimine göre sanıkları arasında Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu soruşturmaların önünün kesilmesine vesile olmuştu.
Nuh Mete Yüksel “o kaset”ten sonra DGM savcılığı görevinden alındı, Ankara Adliyesi’ne “düz savcı” olarak gönderildi. Kaderin cilvesi midir, bilinçli bir tercih midir bilinmez ama taciz davalarının görüldüğü Asliye Ceza Mahkemesi’nde “duruşma savcısı” olarak görevlendirildi.
Yüksel bu yeni görevinde uzun çalışmadı. Ankara Barosu’na başvurarak avukatlık ruhsatı aldı ve avukatlığa başladı. Yüksel bir avukatlık bürosunda ortak olarak çalıştı, çok göz önünde bulunmadı ama bir dava vardı ki o davaya katılmasa olmazdı, orada bulunmalıydı. Ne de olsa 5 milyon TL’lik bir vekalet ücreti aldığı konuşulur, bilinirdi ki o zamanlar Ankara’daki avukat tarifesi şöyleydi: Generaller ve amirallerin vekaleti 1 milyon, albayların vekaleti 500 bin, binbaşı ve yüzbaşıların vekaleti 250 bindi.
Nuh Mete Yüksel’in avukatlığını yaptığı sanık, FETÖ’nün “Muğla Çatı Davası”nın bir numaralı ismi Sami Çoban’dı. Sami Çoban’ın Muğla’daki mermer fabrikasına, mermer ocaklarına kayyum atanmıştı. Bölgenin en önemli iş insanlarından biri olan Sami Çoban çıkış yolu arıyordu. Ve itirafçı oldu. Zaten Nuh Mete Yüksel’in “Dün Fetullah Gülen’e dava açarken şimdi Muğla’da iş insanlarından 40 deve karşılığı haraç toplayan FETÖ’nün çatı davasının bir numaralı sanığını nasıl savunuyorsun?” eleştirilerine yanıtı da “Benim müvekkilim, itirafçı ve örgütün çökertilmesine hizmet ediyor” olacaktı.
Ne var ki Yüksel’in vekalet aldığı tek FETÖ davası, Muğla’daki “çatı davası” değildi. Yüksel’in yolu, bir başka “kaset vakası” daha ile de çakışacaktı. Deniz Baykal’ı CHP Genel Başkanlığı’ndan eden bir başka “malum kaset” iddiası.
15 Temmuz’dan sonra Deniz Baykal’a kasetle kumpas kurulduğu iddia edilecek, Baykal’ın o görüntülerinin çekildiği daireye girip çıkanlar, kapısının kilidini kopyalayanlar, kamerayı yerleştirenler hakkında “Kumpas Davası” açılacaktı. İşte o davanın sanıklarından bir polis memuru Nuh Mete Yüksel’e vekalet verecekti.
15 Temmuz sonrası yargılanan sadece iş insanları, polisler değildi. Yargıtay’ın eski üyeleri de Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde sanık olacaktı. Nuh Mete Yüksel işte bu davalarda da bazı eski Yargıtay üyelerinin avukatlığını yapacak ama yine çok göz önünde bulunmamak için davanın “esaslı” aşamalarında Yargıtay’ın Bakanlıklar’daki eski binasında, Ceza Genel Kurulu salonunda görülen davalarda sanık avukatı olarak yerini alacaktı.
İşkenceci polislere takipsizlik ve makam aracını tahsis
Nuh Mete Yüksel, DGM’deki kahverengi tahta kaplamalı odasında elbette sadece Fetullah Gülen soruşturması yürütmedi. Madem ki odasından bahsettik küçük bir parantez açalım. 28 Şubat dönemindeki soruşturmaları yürütürken sanatçı Çelik (Çelik Erişçi), Savcı Yüksel’in odasını sıcak ve basık bulmuştu, Çelik odayı tefriş etmeyi teklif etti. Yüksel de o günlerdeki özgüveni nedeniyle olsa gerek ki Çelik’in teklifini kabul etti.
Yüksel de bu durumu hiç saklama gereği duymadı. Odasını tefriş ettiren, klima taktıran Çelik’ten söz ederken gıyabında “teşekkür” etmeyi ihmal etmiyordu.
İşte o odanın “kasvetli” olduğu yıllarda Yüksel, Türkiye’de belki de işkencenin en kapsamlı şekilde tartışıldığı Birtan Altınbaş’ın işkenceyle ölümü soruşturmasının üzerini örttü. Hacettepe Üniversitesi Öğrencisi Birtan Altınbaş işkence sonucu ölmüş, O’nu öldüren polisler hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda rutin soruşturma yürüyordu. Sanıkları arasında, Yüksel’in arkadaşları olanlar da vardı. Yüksel onları, Dikmen’deki Polisevi’nin bodrum katındaki atış poligonundan tanırdı. Bazen mesai saatleri içinde bazen de mesai çıkışı gidip atış yaptığı bu poligonda ilişkileri gelişen polisleri öyle sahipsiz bırakamazdı. Konu, DGM’nin görev alanında değildi ama bir yolunu buldu, dosyaya el koydu. Zaten o dönemde okey oynarken Adliye Kafeteryası’nda O’nun olduğu bölüme girmeyi cesaret edemeyen “düz savcılar”ın “dosyayı vermiyorum” demesi de beklenemezdi.
Nuh Mete Yüksel soruşturma sonunda takipsizlik kararı verdi ve dosyayı kapattı. Birtan Altınbaş dosyası, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra Avrupa Birliği Raporlarında, ABD’nin insan hakları ihlalleri raporlarında “Türkiye’deki işkencenin varlığının örneği” olarak geçmeye başlayınca 7 yıl sonra kerhen de olsa tekrar açıldı. İşkenceci polisler tutuklandı. Yüksel, “eski arkadaşlar”ı unutmamıştı. Onlar tutuklandıktan sonra, ring aracıyla cezaevine gönderilmelerine gönlü elvermedi. Şoförüne talimat verdi, Toros marka makam otomobilini Adliye’nin önüne çektirdi ve onların cezaevine makam aracıyla gönderilmelerini sağladı.
146’cı savcı Nuh Mete Yüksel
Nuh Mete Yüksel’i 28 Şubat sürecinde yakından tanıyan gazeteciler iyi bilirlerdi ki istihbarat birimleri o dönemde televizyonlara Refah Partili, Fazilet Partili birinin bir konuşma kasetini gönderseler Nuh Mete Yüksel de o görüntüleri izlemiş olurdu. “Gazeteciler”, akşamın bir saatinde de olsa, hafta sonunda da olsa cep telefonundan kendisine ulaşır, “Soruşturma başlattım” bilgisini alırlardı. Hatta arada Yüksel’in henüz izlemediği görüntüleri “gazeteciler” hatırlatır, “Madem öyleyse inceleme başlatıyorum” demecini alıp gazetelerine, televizyon bültenlerine yansıtırlardı.
Savcı Yüksel’e göre Türk Ceza Kanunu’nu birkaç maddeden ibaretti. Bunlardan biri de o dönemde “idam”ı gerektiren “Anayasal düzeni değiştirmeye kalkışmak” suçunu tanımlayan 146. Maddeydi. Yüksel herhangi bir yerdeki konuşmayı da Bakanlıklar’daki Milli Eğitim Bakanlığı önündeki “başörtüsü eylemini” de 146. Maddenin kapsamına alıp buna göre dava açardı.
Bu soruşturmalardan pek çok isim nasibini aldı. Bu isimlerin en başında Recep Tayyip Erdoğan geliyordu. Yüksel, Erdoğan hakkında Rize’deki bir konuşması nedeniyle soruşturma yürütürken tutuklanmasını istemişti ama dönemin DGM Başsavcısı Cevdet Volkan devreye girince tutuklama gerçekleşmemiş, dava açılmamıştı. Ne var ki Erdoğan daha sonra Yüksel’in bu girişimi için, “28 Şubat döneminde benim de idamımı istediler” diyerek “28 Şubat döneminin mağduru” olacaktı.
Nuh Mete Yüksel’in idamını istediği isimler arasında, kapatılan Refah Partisi’nin önde gelen isimleri Ahmet Tekdal, Halil İbrahim Çelik ve Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimler vardı. Yüksel’in yürüttüğü en önemli soruşturmalardan biri de Merve Kavakçı soruşturmasıydı.
Abdullah Öcalan’ın sorgusuna katılan ancak İmralı’daki yargılanmasına gidişi, dönemin DGM Başsavcısı Cevdet Volkan tarafından engellenen Nuh Mete Yüksel, Alman Vakıfları iddianamesiyle birçok sivil toplum örgütünün de “casus” olarak nitelendirilmesine neden oldu. O kadar ki o dönemde bu sivil toplum örgütleri hakkında kitaplar yazan Necip Hablemioğlu cinayeti bu nedenle o sivil toplum örgütleriyle bağlantılandırılmaya çalışıldı.