Selahattin Demirtaş, Kısa Dalga'ya yazarlığını anlattı: "Birçok insan bilmez yaralarımı"

Yazar Selahattin Demirtaş anlatıyor: “Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız.” Siyasette çok fazla saldırı altında olduğum, bana dokunanın yandığı günlerde sırt çeviren “dostlarımın” bende yol açtığı derin hayal kırıklığının etkisi altındayken hücremde yazdığım cümleler bunlar. Benim için ve herkes için halen geçerli...

"...Sokak müzisyenleri vardır hani, çok severim ben de, belki ben de sokak yazarı olmaya çalışıyorum. Bir kaldırım kenarında öykülerini yazıp halkla paylaşan, edebiyatı sıradan, kocaman yürekli insanlara, geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan bir sokak yazarı!”

Edirne F Tipi Cezaevinde 2016 yılından beri tutuklu bulunan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bu hafta Kısa Dalga’nın edebiyat içerikli vodcast ve podcast serisi olan Kitap-Konuk-Kahve’de, Yeşim Özdemir’in sorularını avukatları aracılığıyla yanıtladı. Konukların edebiyatla olan ilişkisine, yazarlık serüvenlerine ve yazma hallerine odaklanılan programda, tutukluluk koşulları nedeniyle Demirtaş’ın cevaplarını Tiyatro Sanatçısı Cenk Dost Verdi seslendirdi. Programda yazarların kendi kitaplarından seçtikleri alıntıları okudukları bölümü ise Sanatçı Ercan Kesal seslendirdi…

PODCASTİ DİNLEMEK İÇİN PLAY’E TIKLAYINIZ

Kamuoyunun kendisini siyasetçi kimliğiyle tanıdığı Selahattin Demirtaş’ın bu programda yazarlık kimliğine odaklanıldı…

Yazıyla ilişkisini, tüm bu mücadele süreçlerinin önemli bir parçası olarak değerlendiren Demirtaş, “yazdığım beş kitaba, milyonlarca okura rağmen ‘oldum, piştim’ gibi bir çiğliğe düştüğümü sanmıyorum, haddimi biliyorum. Edebiyat bir okyanus ve ben bir hapishane hücresinden, derme çatma bir salla o okyanusa açıldım. Nereye kadar gidebilirim, bunu bilmem mümkün değil” diyor.

Kendi yazarlık halini sokak müzisyenliğine benzeterek şöyle ifade ediyor:

“Sokak müzisyenleri vardır hani, çok severim ben de, belki ben de sokak yazarı olmaya çalışıyorum. Bir kaldırım kenarında öykülerini yazıp halkla paylaşan, edebiyatı sıradan, kocaman yürekli insanlara, geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan bir sokak yazarı!”

Yazdığı beş kitapla geniş okur kitlesine ulaşan Demirtaş, okurlarına yeni kitap müjdesi de veriyor… Bu müjdeyi ilk kez Kitap-Konuk-Kahve programında Yeşim Özdemir ile paylaşan yazar, kitabının adını “DAD” olarak açıklıyor ve ekliyor:

“Anlamı nedir diye soranlar olabilir. Kürtçe bilenlerin aklına hemen bir anlam gelecektir zaten ama acele etmeyin bence. Belki de DAD çok anlamlı bir kelimedir.”

Yeşim Özdemir’in Kitap-Konuk-Kahve programı için, Selahattin Demirtaş ile avukatları aracılığıyla gerçekleştirdiği röportajın tamamı şöyle:

Bütün konuklarımıza ilk sorumuz oldu: “Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?” sorusu… Diğer konuklardan farklı olarak sizin yazarlık sürecinize hep birlikte şahit olduk (tutukluluk sürecinizi kastediyorum). Şahit olduğumuz bu sürecin, bilmediğimiz kısımları var mı? Nasıl başladı yazarlık serüveniniz?

Yazma isteği uzun yıllar boyunca içimi kemirip duran bir duyguydu. Aktif siyasetin zorunlulukları, yoğunluğu ve misyonu beni hep frenledi. Ancak hapislikle birlikte, içimde birikenleri yazma fırsatı bulabildim.

Başlangıçta kitaba dönüştürme fikri olmadan öyküler yazmaya başladım, sonrasında kitap projesi ete kemiğe büründü.

Edebiyat ve sanat siyasetin uzağında, dışında bir alan değil. Siyasi mücadeleye alternatif veya onun karşısında bir uğraş da değil. Benim siyasi kimliğim ve mücadelemin içinde, parçası olarak gelişti edebiyat serüvenim. Devam edecekse de hep bu şekilde sürdüreceğim.

2) Neredeyse iyi ki hapse girmiş diyeceğiz… Neden bu kadar geç tanıştık yazarlık yönünüzle? Bu durum, bizde-okurlarınızda şu duyguyu yarattı “keşke daha önce yazmaya başlasaymış, daha çok okuyabilseymişiz” (Şahsen ilk okuduğumdan beri bende yarattığı duygu bu oldu.

Mapusluk bitince, bitecek mi yazarlık?

Yazma eylemimi bitirmeyi hiç başaramayacağım galiba. Bu benim için bir yaşam biçimi artık. Mücadele alanımın bir parçası olarak hep yazma isteği var içimde. Mesele yayımlamanın, kitaba dönüştürmenin çok ötesinde. Benim açımdan bir kişisel direniş tavrıdır, yazmak.

3) Yine tüm konuklarımızdan kendi kitaplarından bir alıntı seçmelerini rica ediyoruz. Sizden kısa bir alıntı rica etsem hangi kitabınızdan yapardınız bu alıntıyı? Ve alıntı yaptığınız bu kısımla ilgili ne söylemek istersiniz? Hangi duyguyla yazmıştınız bu kısmı? Bugün okuduğunuzda ne düşünüyorsunuz bu kısımla ilgili?

Leylan'dan (s.27) bir alıntı yapayım:

“Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız.”

Siyasette çok fazla saldırı altında olduğum, bana dokunanın yandığı günlerde sırt çeviren “dostlarımın” bende yol açtığı derin hayal kırıklığının etkisi altındayken hücremde yazdığım cümleler bunlar. Benim için ve herkes için halen geçerli. Bazı şeyler unutulmuyor, unutulmamalı belki de.

-Bu çok kısa oldu ama bir tane de uzun bir alıntı rica etsem? Onu hangi kitaptan seçerdiniz?

"Ne olurdu sanki bu küçücük toprak parçasını 'barış ülkesi' ilan edip korusalardı," derken gözleri dolmuştu. "Dünyanın bütün devletleri, kanaat önderleri, inanç temsilcileri bir araya gelseydi mesela, 'farklı inançtan insanların bir arada, barış içinde, demokrasi kültürüyle sonsuza kadar yaşayabileceğini gösterebilmek için Lübnan'ı pilot bölge olarak seçtik,' deselerdi kıyamet mi kopardı? 'Burası barış umutlarının dünyaya yayılacağı, her renkten çiçeğin yer aldığı cennet bahçesidir. Kim ki içeriden veya dışarıdan bu cennet bahçesine zarar vermeye, saldırmaya kalkar, kim ki bu barış toplumunun mensuplarını birbirine karşı kışkırtmaya çalışır, dünyayı karşısında bulur,' deselerdi mesela. Ortadoğu'da herkesin elbirliğiyle biriktirdiği öfke yerine kardeşlik duyguları biriktirilip yayılsaydı dünyaya... Demediler ama; demeyecekler, asla yapmayacaklar böyle bir şey. Soktuğumun liderlerinin, dini önderlerinin barış, eşitlik gibi bir derdi yok Caner. Kendi dinini, kimliğini, çıkarlarını herkesle eşit kabul etme düşüncesi bile birçok insanı tedirgin etmeye, öfkelendirmeye yetiyor aslında. İnsanlar içten içe, 'Ne yani, benim inancım, kimliğim herkesinkiyle eşit mi? E, o zaman benim hiçbir özelliğim, üstünlüğüm kalmıyor; herkesle inançta, kimlikte eşitlenirsem ben ne bok yiyecem, benim bu kimliklerden başka bir niteliğim yok ki! Biterim lan ben!' diye düşünüyor. Din sadece 'din' değil çünkü, kimlik de sadece 'kimlik' değil. Her biri gücü, otoriteyi, iktidarı sembolize ediyor. Her şey tam bir aldatmaca yani. Barış dediğimiz şey insanların kavuşmak için çırpınıp bir türlü ulaşamadığı, hasretlik çekilen sevgili değil ki. İnsanlar gerçekte barış istemediği için barış yoktur. Dediğim gibi, eşitlik birçokları için ürkütücüdür, bu nedenle 'barış' kadar insanların tüylerini diken diken eden çok az kavram vardır aslında. Ve maalesef böyle hissedenlerin sayısı hiç de az değil. Yoksa en azından Lübnan'da başarılamaz mıydı? Yapmadılar işte, barış içinde bir Lübnan'ın, dünyanın geri kalanına ‘kotu örnek' olacağından tedirgin olan tüm fanatikler el ele verip sadece barışın değil, barış ihtimalinin, barış umudunun bile kökünü kazıdılar. Lübnan'da ışıklar bir bir sönerken bu karanlığın giderek tüm dünyayı kaplayacağını bile göremediler ya da gördüler ve tam da bunun için yaptılar.

(Efsun, S.86-88)

“Bu bölüm fazla didaktik, doğrudan politik içerikli olmuş, tümden çıkarılsa iyi olur” diyen eleştirmenler oldu. Fakat ben bu bölümü yazmasam kitabın yarısını çıkarmış olacağım gibi hissettim.

Evet, belki bu paragraf romanın akışı içerisinde yazarın araya girip politik mesaj verme kaygısı gibi algılanıp edebi kaliteyi düşünülebilirdi fakat ben bu riski göze aldım. Çünkü benim romanımı okuyacak on binlerce insanın bu bunları okumalarını, üzerinde düşünmelerini sağlamak istedim.

Türkiye'de siyasetin içinde debelendiği açmazı da ifade ettiğini düşündüğüm bu bölüm önemliydi benim için. Bu bölümü bir basın açıklaması olarak yayınlayabilirim, nitekim çok sayıda siyasi demecimde buna benzer mesajlar var. Ancak tam da bir akışın içerisinde, ete kemiğe bürünmüş karakterlere söyletmek daha etkili bir yöntem gibi geldi bana.

Birçok yazar edebiyatta bu yöntemi benimsemiyor, doğru bulmuyor ve edebiyatın araç haline getirildiğini düşünüyor. Ama benim edebiyatım o şekilde steril olmaz, olamaz. Toplumsal gerçekçilik güncel bir dil, kurgu ve üslupla edebiyata aktarılabilir, ben bunu deniyorum.

Ha, eleştirmenler edebiyatın kuralları dışına çıktığımı, edebiyatı siyasi mücadeleme alet ettiğimi düşünüyorlarsa onlara naçizane tavsiyem şu olabilir:

Kitaplarımı okumayın kardeşim. Sizin steril edebi dünyanız sizin olsun, ben nasıl istiyorsam öyle yazarım. Kafanızdan uydurduğunuz “edebiyat anayasasını” kabul etmiyorum. Kuralları neden siz belirliyorsunuz ki?

Belki ağır oldu ama…

Neyse ki beni henüz bu şekilde eleştiren bir eleştirmen çıkmadı. İleride çıkarsa diye ben cevabımı peşinen yazmış olayım da ☺

İlk kitabınız Seher 16 Eylül 2017 tarihinde Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. İçinde 12 öykü bulunuyor… Seher’in hemen ardından ikinci öykü kitabınız “Devran” geldi. Bu defa İletişim Yayınları’ndan, (2019) içinde 14 öykü var.

Daha önce de bu kitaplardakine benzer öyküler yazıyor muydunuz, yazıyor idiyseniz bu öykülerden eklediniz mi kitaba, yoksa hepsi cezaevinde yazdığınız öyküler miydi?

Kendinize sakladığınız, bizlerle paylaşmadığınız yazılarınız-öyküleriniz var mıydı?

Yanlış hatırlamıyorsam bir öyküyü dışarıdayken yazmıştım, “Asuman” olsa gerek. Geri kalan her şey hapiste döküldü kalemimden. Kalemimden derken gerçek kalemden söz ediyorum :) Çünkü burada bilgisayar, daktilo falan yok, yazdığım her şeyi kurşun kalemle yazdım.

Yayımlanmamış kısa öykülerim var ama pek içime sinmediler. Daha doğrusu sırf kendim için yazmışım gibi geldiler bana. Yayımlanmasını da istemiyorum.

Seher, büyük bir ilgiyle karşılandı. Kitap 20 günde 8 baskı yaptı ve dört ay gibi kısa bir sürede 200 bin adet baskıya ulaştı. Birçok farklı dile çevrildi, farklı dillerde çeviri çalışmaları devam ediyor bildiğim kadarıyla…

Okurun gösterdiği bu ilgi ve alakalı diğer kitaplarınızda da devam etti.

Bu ilginin nedeni nedir sizce? Sade ve mizahi bir diliniz var onunla ilgili de olabilir mi? Kitaplarınızı okurken çok kere yüksek sesle kahkaha atmışlığım olmuştur. :)

Tanınan, bilinen bir siyasetçi olmanın avantajı en önemli faktördü elbette. Sonraları dilim, üslubum ve anlatımım da sevilmeye başlandı belki. Ancak ben yazdığım beş kitaba, milyonlarca okura rağmen “oldum, piştim” gibi bir çiğliğe düştüğümü sanmıyorum, haddimi biliyorum.

Edebiyat bir okyanus ve ben bir hapishane hücresinden, derme çatma bir salla o okyanusa açıldım. Nereye kadar gidebilirim, bunu bilmem mümkün değil.

Seher’deki öykülerden biri “Ah Asuman” Ümit Kıvanç’ın yönetmenliğinde çok güzel bir kısa film oldu. İzleme imkanınız oldu mu? İzlediyseniz film hakkında ne düşündünüz?

Ümit Kıvanç’ın ve tüm ekibin gönüllü, harika çabalarından haberdarım elbette ama izleyemedim tabii. Burada izleme imkanı yok.

İzleyenlerin yorumlarını okudum, ailemden ve avukatlarımdan dinledim, çoğunlukla beğenilmiş, takdir edilmiş. Ama beğenilen şey kısa filmdi, yani takdiri hak eden tüm film ekibiydi, ben de hepsine tekrar, hem teşekkürlerimi hem tebriklerimi iletiyorum.

Eh, ben de kendime küçük bir pay çıkarmadım desem yalan olur :) Moral oldu benim için. Emeği geçen, izleyen herkes sağ olsun.

Yazı yazma eyleminiz-biçiminiz bir edebiyat hevesinden çok başka türlü bir şeye denk geliyor, ben bunu “bize (bu topluma) ait hikayeleri bizlere hatırlatarak birlik-beraberlik duygusu yaratma” gibi tanımlardım. Çok mu romantize ettim :) Siz nasıl tanımlıyorsunuz yazıyla olan ilişkinizi? Nedir yazmayla-yazıyla ilgili derdiniz?

Hayata karşı duruşum neyse siyasetim de edebiyatım da odur. Benim için yaşam tarzı bir bütün. Neysem her yerde oyum yani. Toplumsal ve bireysel sorunlar, acılar, çözümler, mücadeleler benim dert edindiğim şeyler. Bu benim işim, mesleğim değil, hayatımın ta kendisi.

Yazı yazmak, edebiyatla uğraşmak da tüm bu mücadele süreçlerinin önemli bir parçasıdır. Sırf yazmış olmak için yazmamaya, toplumda, bireyde karşılık bulmaya, bir şeyleri sorgulamaya, sorgulatmaya, iyileştirmeye çalışıyorum.

Sokak müzisyenleri vardır hani, çok severim ben de, belki ben de sokak yazarı olmaya çalışıyorum. Bir kaldırım kenarında öykülerini yazıp halkla paylaşan, edebiyatı sıradan, kocaman yürekli insanlara, geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan bir sokak yazarı!

Bu şekilde çok daha fazla insanın yüreğine dokunabildiğimi düşünüyorum. Siyasi bir bildirinin yaratacağı etkinin çok daha ötesinde bir etkiden söz ediyorum. Bu da beni edebiyata sarılmakta çok motive ediyor.

İki öykü kitabının ardından bu defa bir romanla okuyucuyla buluştunuz “Leylan” Ocak 2020’de Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Bu kitabınız 15 Kasım Hapisteki Yazarlar Günü’nde dayanışma amacıyla yazarlarca seslendirildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Dışarıdaki dostların edebiyat üzerinden inşa ettikleri dayanışma bana en büyük desteklerden biri. Bu dostluk, bu sıcak ve çıkarsız dokunuşlar benim yaralarıma da çok iyi geldi, geliyor. Ki birçok insan bilmez yaralarımı.

Tüm dostlara, ismini andığınız ve anamadığımız kıymetli arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem azdır.

İkinci romanınız “Efsun” 2021’de Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Bu kitabın hazırlık aşamasında eşinizden ve kızlarınızdan çok yardım aldınız. Onların dahil olduğu bu süreçle ortaya bambaşka bir kitap çıktı. Hikayenin geçtiği mekanlar hiç gidip gördüğünüz yerler değil (Beyrut, Girit, Gümüşhane, Çanakkale, Edremit, İstanbul’un bazı mahalleleri…) ama sizin için internette araştırmalar yapıyorlar, size o yerlerle ilgili fotoğraflar-bilgiler gönderiyorlar. Ve siz bu “raporlar”lardan faydalanarak yazıyorsunuz. “…Başak, Delal ve Dılda ile birlikte yazdık bu romanı” diyorsunuz.

Şimdi bu kitaptan bir alıntı bırakıyorum buraya ve bu kısımla ilgili duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum…

“… Erkekler genelde kadının kalbinin gizli odasına girmeyi başardıklarında nihai büyük zaferi elde ettiklerine inanıp kendileriyle gurur duyarlar. Bir müddet sonra o gizli odanın içinde bir kapı daha fark edenler olur; bazıları o kapıyı da açmayı başarır, gizli oda içindeki başka bir gizli odaya girmenin sarhoşluğunu, mutluluğunu yaşarlar. Ve nihayet kadının kalbi en ulaşılmaz sanılan noktasına kadar keşfedilmiştir işte! Bunu başaran erkek kendini yetenekli, şanslı sayar; haksız da değildir. Ama akılsızdır. Bilmez ki her kadın, kalbinde keşfedilen her gizli odanın hemen arkasına yeni bir gizli oda açar. Açar çünkü tehlike anında sığınabileceği yer burasıdır. Binlerce yıllık kadınlık deneyimi bize bunu öğretmiştir. Bir kadına sonsuz aşk beslemek isteyen erkek, bıkmadan usanmadan bu odaları keşfetmeye, anahtarını bulup içeri girmeye uğraşır. Bıktığı an aşk ölür. Bazılarıysa bir türlü giremediği bu odaların kapılarını yumrukla, bıçakla, mermiyle açmaya çalışır. İşte o zaman sadece aşk değil, kalp de ölür. Her gün yeryüzünde binlerce kadının kalbi böyle öldürülür…” (sayfa 185-186)

Aslında ben kendi metinlerimi yeniden yorumlamayı pek istemiyorum, sevmiyorum da. Ne demek istemişsem yazmışımdır zaten. Olmuştur veya olmamıştır, yazdıklarım neyse odur işte.

Ama alıntı yaptığınız bu paragraf üzerinde haftalarca çalışmıştım. Kadın edebiyatçılar, eleştirmenler ve Başak’tan çok sayıda görüş, öneri, eleştiri gelmişti. Neredeyse bu pasajı tümden çıkaracak kadar daraldığımı hatırlıyorum. Çünkü burada anlatıcı bir kadın ve kadın dünyasını, kalbini anlatıyor. “Erkek bir yazar olarak benim haddime mi değil mi” tartışmasından, “oldu mu olmadı mı”ya kadar çok çelişki, çatışma yaşamıştım yazarken. Sonuçta risk alıp bu son haliyle kitaba koydum. Gerisini de okura emanet ettim.

Kitap isimlerinizi “Seher, Devran, Leylan, Efsun” şeklinde kitaptaki karakterlerin isimleriyle belirliyorsunuz. Bu baştan belirlenmiş bir şey miydi? Yoksa öyle mi denk geldi? Sıradaki isim/kitap nedir? Bir müjdeniz var mı okurlarınıza?

Seher’den sonra Devran’ı çalışırken bu fikir aklıma geldi ve bilinçli bir tercihle kitaplarımı karakterlerin isminden seçtim.

Ama ilk defa burada belirteceğim bir değişikliği, son çıkacak öykü kitabımda yaptım. Şubat’ın ilk haftasında okurla buluşmasını beklediğimiz kitabımın adı da esasında karakterlerin isimlerinin izini taşıyor ama bir insan ismi değil sonuçta. Geleneği son kitabımda birazcık bozdum yani, tümüyle bozmadığımı da ilgili öyküyü okuyunca anlayacaksınız.

Son kitabımın adı “DAD”.

Anlamı nedir diye soranlar olabilir. Kürtçe bilenlerin aklına hemen bir anlam gelecektir zaten ama acele etmeyin bence. Belki de DAD çok anlamlı bir kelimedir.

Selçuk Hocayla beraber tüm dostlara selam, sevgilerimizi gönderiyoruz.

Söyleşi Haberleri