Tezcan Durna[1]
Paldır küldür yıkılan bir diktatörlüğün hazin sonunu sanki ağır çekimde izliyoruz. Bu hafta her zamankilerden daha uzun sürdü pek çoğumuza. Sonunu bildiğimiz, aslında belki de sanki daha önceden izlemiş olanların verdiği pek çok spoilerden sonunda ne olacağından pek çoğumuzun haberdar olduğu bir filmin sonunu heyecanla bekliyoruz.
Sonun başlangıcı aslında beş yıl önce tek adam rejimine geçişle başlamıştı. 2017 Nisan ayında tek adamlığa verilen oylar, aslında tek adamın sonunun da başlangıcıydı. Kendini tekleştiren her liderin yaşayacağı hazin son, bile isteye o gün başlamış ve fakat o günden bugüne içinden çıktığı bünyeyi zehirleye zehirleye yok etme aşamasına getirmişti. İçinden çıktığı toplumu, kendine zararlı bütün ayrık otlarından ayıklayarak kendisi devasa ve hiçbir işe yaramayan, hatta bünyeyi yok etmekle tehdit eden ve sürekli yayılan saldırgan bir ağaca dönüşen lider, sonunda kendi yok oluşunu ertelemek için zehrin dozunu daha da çok arttırdı. Yok oluş kaçınılmaz olunca, toplumun selametine de saldırmaya ve geleceğe de zehir saçmaya başlayan tek adamın tek umudu artık sadece bugünü değil geleceği de zehirleyerek var kalmaya çalışmak.
Tek adamın niyetinin tercümesi “benim olmadığım ülke, hiç olmasın daha iyi”. Bu çoktan netleşti. Ancak bu niyeti gerçeğe dönüştürmek için, mevcut iktidarın elinde gerçekten de bir güç var mı? Herkesin merak ettiği sorunun yanıtını, garip bir şekilde herkes birbirine soruyor uzun zamandan beri. Gerçekten gidecekler mi? Ya gitmezlerse? Kaybetse de gidecek mi? Çok az farkla kazanırsa da gider mi? Ya oyları çalarlarsa. Ya Yüksek Seçim Kurulu’na yine olmadık bir şey yaptırırlarsa? Partililerin hepsinin belinde silah varmış. Sandık kurullarının başında hep silahlı adamlar olacakmış. İçişleri Bakanı paralel YSK kurmuş. Paramiliter gruplar sokak başlarını tutmuş, seçim kaybedilse bile koltuktan kalkmaması için kargaşa çıkaracakmış…
Bütün diktatörlüklerin yaptığı seçimlerde sorulan sorular, içine düşülen kaygılar ortak. Çünkü diktatörlerin ya da diktatör olma heveslilerinin en iyi bildikleri şey bulanık suda balık avlamaktır. Bu noktada diktatör heveslilerine güç vehmetmenin en iyi yolu bu tür tevatürleri olabildiğince yaymaktır. Yayılan her olumsuz tevatür, diktatöre güç katar. Ama bu güç zannedildiğinin aksine gerçek bir güç değil, sadece bir simülasyondur. Gerçek güç ortaya çıkınca buharlaşan bir güçtür bu simülasyona dayalı güç vehmi. Gerçek güç ise halkın öz gücüdür.
Diğer yandan “gerçekten de AKP ve lideri bir diktatörlük kurabildi mi?” sorusu da önemlidir. Erdoğan gerçekten bir diktatörün elinde bulundurduğu yetkilere ve güce sahip mi? Yetkilere sahip olduğu ayan beyan ortada. Ancak bu yetkileri hayata geçirecek güce sahip olup olmadığı konusu o kadar net değil. Tam da bu nedenle aslında Erdoğan’ın kurduğu rejim bir diktatörlük değil, olmadı, olamadı. Olamama hali demokrasiye meftun olmasından kaynaklanmadı kuşkusuz. Aslında o kadar da güçlü olmadığı için bir diktatör olamadı. Şu zamana kadar, çıkar ağlarını, suç şebekelerini ve bunların oluşturduğu bir yapıyı iyi organize edebildiği için güçlü göründü. Son dört yıldır bu yapı tek bir merkezden organize edilmeye çalışılınca, gücün kof olduğu ortaya çıktı. Gücün kof olduğunu gizlemek için, gerçek gücü oluşturan geniş halk ittifakına sürekli düşmanlar göstermek ve böylece bu ittifakı birbirine düşürmek tek çaresiydi. Bu stratejiyi olabildiğince radikalleştirdi. Bunun için yalan olduğu gün gibi ortada olan sözleri çekinmeden söyledi geniş kitlelerin gözünün önünde. Bunlar diye başlayan hitabet şaheserlerine “LGBT bunlar, LGBT” dedi, “Bunlar terörist” dedi. “Bunlar kitapsız, bunlar ahlaksız, bunlar çürük, bunlar daha neler neler” dedi. Ağzını her açtığında ağzından zehir saçıldı. Tek derdi, kendi etrafındaki canlı namına ne varsa ağzından saçtığı zehirle yok etmekti. Yok edemedi. Şimdi geleceği zehirlemeye çalışıyor. Geleceğimizi yok etmeye, şimdide birbirine düşüremediği müttefikleri gelecekte birbirine düşman etmeye çalışıyor. Çünkü artık kaybettiğinin kendisi de çok iyi farkında. Bugünden umudunu kesmiş, geleceğe zehir saçıyor.
Federico Finchelstein Faşist Yalanların Kısa Tarihi adlı kitabında faşistlerin hakikatle kurduğu ilişkiye dair şöyle bir saptamada bulunuyor: “Faşistler, hakikatin rasyonel tariflerini sorgulayarak, ondan saklı bir mana çıkarmak konusunda ısrarcı oldular. Onlar için hakikat, iktidarın içinden ve iktidar yoluyla ortaya çıkan bir sırdı. Hakikat ve meşruiyet, güçlü, şiddetli ve muktedir olanda saklıydı. Çünkü onlar için hakikat, şiddetli ve ulus hakkında tarih-ötesi mitsel eğilimlerin bir ifadesiydi. Halkı ve ulusu şahsında temsil eden, yaşayan bir mit olan lider, iktidarda olan bu eğilimlere fiili bir varlık kazandırdı. İktidar, mitin şiddet, yıkım ve istila yoluyla doğrulanmasından türedi.”[2]
Bu saptamayı yazar neredeyse yüz yıl öncesinin faşistleri için yapıyor. İtalyan faşizmi de Alman faşizmi de hakikatle böylesi bir ilişki kurarak geniş kitleleri peşinden sürükledi ve büyük yıkımlara yol açtı. Bugünün AKP’sinin faşizmin hakikatle kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki kurduğu ortada. Ancak tek bir farkla. Yüz yıl öncesinin faşistleri ciddi bir savaş sanayiinin üzerine oturmuş ve bu savaş makinesinin yakıtı güçlü bir sermayeydi. AKP iktidarı son seçimlerde bu savaş makinesini ve endüstri gösterisini savaş gemisi, SİA’lar İHA’lar ve aslında hiç olamamış bir otomobille işletmeye çalıştı. Ancak bunun aslında bir gösteri olduğunun hem destekçi kitlesi hem de kendileri farkındalar. Kurulan bu gösteriye söylenen fütursuz yalanlar eşlik ettiğinde “tarih ötesi mitsel eğilimlere dayanan hakikat”i bünyesinde temsil ettiği iddia edilen liderin mitik doğası darmadağın oldu. Bu dağınıklığı ortadan kaldırmak için zehrin dozunu arttıran lider, kitleleri olmayan cüluslarla oyalamayı çalıştı. Bu cülusların etkisi çok kısa sürdüğü için, açık yalanlara sürekli geri dönüş yapmak zorunda kaldı. Onu temsil ettiği iddiasıyla açıklamalarda bulunanların giderek daha çok radikalleştirdiği yalanlara, ancak şaka gazetelerinde yer bulabilecek kadar içinde hakikat barındıran apaçık yalanlarla katılan liderin çaresizliğinin bir göstergesi işlevi gördü bu yalanlar. Ancak bütün çaresiz canlıların yaptığını yapmaya devam etti lider. “Benden sonrası tufan” diyerek kök aldığı toplumsal bünyeyi zehirlemeye devam etti, tıpkı bir virüsün yaşadığı paradoksa benzen biçimde.
Bu zehir bünyeden elbette atılır. Zehirden etkilenen toplumsal bünye nadasa bırakıldığı zaman çabucak kendini toparlar. İş ki mevcut liderin geleceğe saçtığı zehirlerden bir an önce kurtulmak önceliği olmalı toplumun. Bunun için, kurulan ittifaklar, farklılıklarına yönelik ön yargılardan kurtulmalı. Ön yargı ve bilinmezlik toplumsal bünyenin en büyük zehridir. Toplumun her kesiminin içine ekilen kötülük tohumları, mevcut iktidar zamanında o kadar yordu ki bünyeyi, ya yok olmak ya da var kalmak seçeneği çıktı karşısına. Bu durumda bütün farklılıklar bünyeyi besleyecek ve güçlendirecek bir gübreye dönüştü. Yanı sıra AKP’nin bünyede yarattığı tahribatın oluşturduğu çürüme de bu gübrelenme sürecini tetikledi. Aslında mevcut iktidar ve onun zehir dilli lideri, geleceği zehirlemeye çalışırken, içine düştüğü hırs ve kurduğu çıkar şebekesinin yarattığı çürümenin farkında değildi. Toplumun bugünü ve geleceğini zehirlerken yarattığı çürüme, uzun zamandır bir gübrelenmeye de yol açtı. Mevcut iktidarın yarattığı çürüme, yok olmanın eşiğine gelmiş bir toplumsal bünyede açacak bin bir çiçeğin serpilmesine yol açacak gübre yarattı. Açacak bin bir çiçekle mevcut iktidarın saçtığı zehri de bünyeden uzaklaştırmak mümkün olacak.
[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni, serbest akademisyen.
[2] Federico Finchelstein (2021), Faşist Yalanların Kısa Tarihi, (Çev. Zeynep Şarlak), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 40.