Gaspar Noé “Vortex” (2021) filminde, yaşlı bir çiftin yaşamının son zamanlarını anlatır. Filmde bedende yaşla birlikte ortaya çıkan dönüşümü, oyuncuların her hareketinde hissederiz. Her şey belli bir yavaşlık içerir. Filmin başında, arka plandan ölüme ve yasa dair bir radyo programı olduğunu tahmin ettiğimiz tartışmanın sesi duyulur. Yönetmen bu göndermeyle yaşlılığın ölüme doğruluğunu yansıtır fikrimce. Böylece, izlerken oyuncuların bir sona doğru yaklaştıklarını ve bu ne kadar hızlıysa, yaşamın beden hareketlerine yansıyan görüntüsünün o kadar yavaş olduğunu arkadan gelen radyo sesiyle birlikte hissederiz.
Filmde gözlemlenen bir şey de yalnızlık hissinin baskınlığıdır. Bana kalırsa bu sadece oyuncuların jestlerinden, bedensel dönüşümünden kaynaklı hissedebileceğimizin ötesinde bir yalnızlıktır. Bu duygu filmin ana mekânı olarak görebileceğimiz evin her ayrıntısına sinmiştir. Sanki eşyalar da onlara temas azaldıkça yalnızlaşmış ve köşelerine çekilmişlerdir. Bu durum aklıma Genet’in Giacometti’nin yapıtlarındaki yalnızlık bilgisini tespit ederken söz ettiği, nesnelerin yalnızlığı bahsini de getiriyor. Şöyle diyordu: “Bir gün, odamda, iskemlenin üzerinde duran havluya bakıyordum; o an her nesnenin sadece yalnız olmakla kalmayıp bir de ağırlığı olduğu -ya da daha doğrusu- bir başka nesnenin üstüne abanmasını engelleyen bir ağırlıksızlığı olduğu izlenimini edindim. Havlu yalnızdı, o kadar yalnızdı ki, sanki iskemleyi çeksem bile yerinden kıpırdamayacaktı.” Buradaki “havlu yalnızlığı”nın hissettirdiği bana kalırsa “Vortex” filmi boyunca sadece oyuncularda değil, filmde yer eden tüm şeylerde karşımıza çıkıyor. Elbette filmin başka pek çok katmanı var ancak benim izleme deneyimimde ilk başta bu kısım öne çıkıyor.
Norbert Elias’ın “Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine” kitabını okurken zihnimin bir tarafında “Vortex” filminin sahneleri canlanmaya başladığı için metinden söz etmeye buradan başlamak istedim. Çünkü Elias’ın sorunsallaştırdığı, ölümün yaşamın içinden çekilmesiyle birlikte, ölüm deneyimine yaklaşanların yalnızlaşması meselesi yukarıda bahsettiğimiz nedenlerle filmle kesişiyor. Yazar konuyu insanlığın farklı aşamalarıyla ele alıyor ve geldiğimiz uygarlık aşamasında; ölümün, ölmekte olana tavrın, yaşlılara bakışın nasıl ve neden değiştiğini sorguluyor. Şunu baştan söylemeli ki Elias, eskiden iyiydi şimdi kötü gibi bir ikilikten hareket etmiyor.
Modernleşmeyle birlikte insanın pek çok ıstırabının sonlandığını, yaşam süresinin uzadığını, tıbbın getirdiği çözümlerle eski zamanlara göre daha az acı çekerek ölümün deneyimlendiğini hatırlatıyor ancak onun derdi ölümün kamusal alandan uzaklaştırıldıkça, ölüm deneyiminde yaşanan değişime dikkat çekmek. Çünkü yaşadığımız uygarlık aşaması her ne kadar insanları daha acısız bir ölüme yaklaştırmışsa bir o kadar da onu bu konuda yalnız bırakıyor. Ölüm artık hastane koridorlarının, mezarlık görevlilerinin hatta pek çok ülkede ölüm sonrası işleri yapan şirketlerin alanına konumlanıyor. Eskiden daha çok yakın çevrenin sorumluluğuyken, ölüm kurumların üzerinde denetim sahibi olduğu bir deneyime dönüşüyor.
Yaşayanların Meselesi Olarak Ölüm
Ölüm, başkasının ölümüyle deneyimlenir bu nedenle Elias ölümün en başta yaşayanlarla ilgili olduğunu hatırlatıyor. Ona göre, yaşlı insanlar hastalıkla karşılaştıkları anlardan itibaren veda etmeye başlarlar ve kendilerini diğerlerinden soyutlamaya eğilimli olurlar bu onlar için en zor olanıdır. Kendilerini yakın ve güvende hissettikleri insanlardan uzaklaştırma Elias’ın deyimiyle: “Böyle bir düşüş, sadece hastalığın pençesinde kıvrananlar için değil, yalnız bırakılanlar için de zordur. Ölmekte olanların özel olarak buna niyet etmeksizin erkenden yalnızlaşmaları, özellikle gelişmiş toplumlarda sıkça görülmesi, bu toplumların zayıf yanlarından biridir. Bu insanların birbirleriyle hâlâ pek az özdeşleşmelerinden kaynaklanır.” Gelişmiş toplumlarda insanlar arası bağların aşınması, Elias’ın bahsettiği ölmekte olanların, niyetleri o olmasa da yalnızlığı seçmelerinin sebeplerinden biri olarak görülebilir. Onlarla bir özdeşlik ilişkisi geliştirememe, yaşlıları toplumdan uzaklaştırma gibi sebeplerden de söz etmek gerekir elbette ki kapitalist çağda insan varlığının değerinin onun işe koşulabilir olmasıyla yakın bağlantısını da hatırlamalı.
Tabii bu durum ölümün değişen toplumsal koşullarından da bağımsız değildir. Mesela, Antik Çağlarda olduğu gibi aç aslan ve kaplanların insanları diri diri yemelerini veya gladyatörlerin birbirlerini öldürmeye çalışmalarını izlemiyoruz artık. Bu açıdan uygarlık aşamasında ölüme karşı daha nazik olunduğu söylenebilir. Ama burada unutulan insanın insana ihtiyacı olduğudur. Ölmekte olanı yalnız bırakmak bu ihtiyacın unutulmasıyla da ilişkilenir. Burada belki de asıl sebep ölümün yaşayanlara zor gelmesidir bu da ölümü onların meselesi yapar ölmekte olanla özdeşleşmek, onu anlamak istemez çünkü böyle bir durum ona kendi ölümünü hatırlatır. Kısacası, ölüm bilgisi hem topluluklar arası ilişkilerde hem de insanlar arası ilişkilerde belirleyicidir.
“Uygarlık Hamlesi”
Elias, ölümün gittikçe “utanılan”, “mahcubiyet duyulan”, “bastırılan” bir şeye dönüşmesini “uygarlık hamlesi” olarak yorumlanıyor. Çocukların önceki çağlara göre neredeyse ölüm bilgisinden yoksun, hiç ölü görmeden büyüdüklerini hatırlatıyor. Ama onun derdi başta da bahsettiğimiz gibi eskiden iyiydi şimdi kötü demek değil. Bu açıdan düşünürün Philipe Ariès eleştirisinden bahsedebiliriz. Ariès, Batılı insanların ölüm karşısındaki tavırlarını ve bunların dönüşümünü tasvir etmeye çalışmıştır. Elias’a onun tarihi tasvirden ibaret görmesini eleştirir çünkü ona göre; “Ariès, geçmiş zamanlarda insanların huzur ve sükûnetle öldükleri varsayımını bizlere kabul ettirmeye çalışır.” Bu varsayım çok da doğru değildir tıbbın geldiği aşamada insanlar daha acısız ve huzurlu ölme imkânına kavuşmuşlardır. Ama Elias’ın dikkat çektiği şöyle bir gerçek var: “Kesin olan bir şey varsa o da Ortaçağ’daki insanların günümüz insanının aksine ölüm ve ölmekle ilgili daha açık ve sık konuştuklarıdır.”
Elias yine başka bir örnekte on yedinci yüzyıl edebiyatından bir şiirle, ölümün konuşulabilir olduğu zamanlara gönderme yapıyor:
“Mezar, hoş ve özel bir yerdir ama
Sanmam kimse kucaklaşsın orada”
Bu dizeler İngiliz şair Andrew Marvell’e ait ve “Utangaç Sevgili” adını taşıyor. Elias şiir hakkında sevgiliye uyarı yorumunu yapıyor. Çünkü burada daha fazla bekletirse sonunun mezar olacağına, orada da kavuşma imkânı bulunmadığına işaret ediliyor. Görüyoruz ki ölüm ve mezar konuşulabilir bir konu, edebiyatta sıklıkla yer ettiğini kitabın başka örneklerinde de görebiliyoruz.
Kısacası, uygarlık aşamasına göre önceki dönemlerde ölüm yaşamla daha iç içe. Ancak zamanımızda tıbbın yaşam süresini uzatması, ölümün artık daha acısız olması, bireysel yalnızlığın tercih edilirliği, ölen bedenin kusursuzluğa yakın hale getirilmesi gibi nedenlerle uzak bir yere konumlanıyor, kurtlanmış yaraları olan bir ölüye rastlamıyoruz çünkü: “Bugün işler farklıdır. Ölmekte olanlar yaşayanlar tarafından, insanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar hijyenik bir şekilde, toplumsal hayatın perde arkasına itilmiştir. Daha önce hiçbir insan cesedi böylesine kokusuz ve böylesine teknik bir kusursuzlukla ölüm döşeğinden mezara gönderilmemişti.”
Evde Ölmek
Elias tüm bunların getirisiyle ölmekte olanların yalnızlaştırılması arasında bir bağlantı kuruyor ve konuyu toplumsal bir sorun olarak tartışmaya açıyor. Günümüzde insan başka insanların şefkatinden yoksun bir ölüme razı ediliyor. Düşünür konuyla ilgili sosyolojik sorunları tespit ederken huzurevi örneğini veriyor ve şuna dikkat çekiyor: “Hekimin ve ilgili personelin sunduğu fiziksel bakım mükemmel olabilir. Ama yaşlıların normal yaşam alanlarından dışlanması ve birbirine yabancı insanların bir araya getirilmesi, kişi için yalnızlık anlamına gelir.” Huzurevleri genellikle yaşlıların bir arada olmaları, yalnız kalmamaları bahanesiyle olumlanır ancak gözden kaçan, ne kadar iyi olursa olsun bu yerlerin onların yaşam alanı olmadığıdır. Tabii bu tartışma yaşlı bakım emeği, bunun doğuracağı toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı başka sorunları gündeme getiriyor. Bu da Elias’ın ölmekte olanların yalnızlığını sosyolojik bir mesele olarak ele almasının önemini gösteriyor.
Bu bahis beni “Vortex” filminden bir sahneye götürüyor. Film yaşlı bir çiftin son zamanlarını konu ediyor demiştik, oğulları özellikle annenin gittikçe tek başına yaşamakta zorlanması nedeniyle onları bir bakımevine yerleştirmeyi öneriyor. Baba duruma net bir şekilde karşı çıkarken şu cümleleri kuruyor: “Hayatımız burada geçti. Bu evi terk etmek istemem. Geçmişimiz, eşyalarımız, hayatımızın geri kalanı her şey burada. Benimkiler, onunkiler, işlerimiz, kitaplarımız bunların hepsi hayatımızın parçası.” Başta film hakkında bahsettiğimiz gibi hissedilen, şeylere sinen, jestlere yansıyan bir yalnızlık atmosferi var burada ama her şeye rağmen birlikte yaşanmış bir ev, beraber “eskidikleri” eşyalar, onların yaşam alanı. Bu öneri onları yalnız yaşamanın zorluklarından kurtarmaktan çok belki de yaşamdan koparmak anlamına gelecek ki Elias, insanların daha çok hastanede öldüğü bir zamanda evde ölme isteğini de metinde tartışıyor.
Norbert Elias’ın “Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine” kitabı, İletişim Yayınları tarafından, Oğuzhan Ekinci çevirisiyle basıldı. Elias, ölüme dair kavrayışın insanlığın farklı tarihsel aşamalarında değişen anlamının, onu deneyimlemeye yaklaşmış insanları nasıl etkilediğini tartışıyor ve konuyu toplumsal bir mesele olarak görmenin önünü açıyor. Çünkü ona göre ölmekte olanları yalnız bırakmama: “Son bir sevgi kanıtı, yani ölmekte olanların başkaları nezdinde anlam ifade ettiğinin, son bir kanıtı olabilir.”
Kaynaklar
Genet, J., (2012), “Giacometti’nin Atölyesi”, (Çev. Hür Yumer), İstanbul: Metis.