Yelda Erçandırlı
Bir önceki yazıda Amazon’da COP30’u, yeşil geçiş rejiminin sınıfsal ve jeopolitik sürekliliği açısından tartışmıştım. Bu yazıda ise aynı hattın Türkiye’ye uzanan ucuna, COP31 sürecine odaklanıyorum. Bir sonraki zirvenin Türkiye’de yapılacak olmasının, mevcut rejimin otoriter yeşil dönüşüm programlarına nasıl eklemlendiğini de sorgulayacağım. Daha da önemlisi, COP31’e giden süreçte mevcut iklim rejimine karşı hangi sınıfsal siyaset hattı gerçek bir çıkış imkânı taşıyor?
Türkiye, Belém’de tartışılan finansman ve jeopolitik paket içinde daha görünür hale gelmeye çalıştı. Türkiye ile Avustralya arasında imzalanan ve Türkiye’yi siyasal başkan, Avustralya’yı ise müzakerelerin fiili yürütücüsü olarak konumlandıran ortaklık metni, Antalya’daki COP31’in hangi uluslararası güç dengeleri ve hangi iklim rejimi tasavvuru içinde şekilleneceğini şimdiden gösteriyor. Bu iş bölümü, küresel iklim rejiminde Türkiye’nin bir yandan bölgesel hegemonya arayışını, diğer yandan yeşil geçiş başlığı altında yürüttüğü ekstraktivist dönüşümü küresel düzeyde meşrulaştırma ve uyumlandırma çabasını yansıtıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ev sahipliği, basit bir turizm veya vitrin meselesi değil; enerji politikası, maden yasası ve sınır rejimlerinin yeşil geçiş söylemi üzerinden küresel iklim mimarisine eklemlenmesinin bir aracı olarak değerlendirilmeli. Tam da bu nokta, Türkiye’de iklim aktivizmi ve dış politika tartışmalarında, hatta radikal sol çevrelerde bile çoğu zaman gözden kaçan bir boyuta işaret ediyor: COP31 çoğunlukla “prestij”, “kasayı doldurma imkânı” veya eleştirisi olarak ele alınırken, Türkiye kapitalizmini yeşil geçiş rejimine bağımlı eklemlenmesini derinleştiren sınıfsal ve jeopolitik bir yeniden ölçeklenme momenti olarak yeterince kavranmıyor.
COP31’in Türkiye’de yapılacak olmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Müzakere gücünün ve gündem belirleme kapasitesinin maddi ağırlık merkezi, Avustralya üzerinden işleyen emperyal iklim rejiminde yoğunlaşıyor. Ortaklık metni yüzeyde “iş birliği” ve “ortaklık” diliyle kurulmuş kurumsal bir düzenleme gibi görünse de bu söylem daha derin düzeydeki güç ilişkilerini örtüyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve COP süreci, kapitalist dünya sisteminin kendi iklim krizini yönetmek için geliştirdiği, sermaye birikiminin sürekliliğini ve meşruiyetini güvenceye alan yeşil bir yönetişim aygıtı olarak işliyor. Türkiye–Avustralya ortaklığı da bu aygıt içinde, küresel hiyerarşi ile ortaklık retoriğini birleştiren tipik bir düzenleme niteliğinde: biçimsel başkanlık Türkiye’ye verilmişken, müzakerelerde “Müzakereler Başkanı” sıfatıyla asıl yönlendirme yetkisi Avustralya’da toplanıyor. Avustralya, Pasifik’te hem fosil yakıt ihracatçısı ve madencilik gücü hem de ABD eksenli güvenlik blokunun kilit unsuru. Pasifik ada ülkelerinin iklim yıkımından en ağır biçimde etkilenen balıkçı, köylü ve güvencesiz emekçi kesimleri, metinde yalnızca “iklim finansmanı” ve “direnç fonu” başlıklarının edilgen nesnesine indirgeniyor. Pasifik Dayanıklılık Tesisi gibi mekanizmalar, iklim kırılganlığını kapitalist finans için yeni bir kâr alanına çeviren; iklim adaleti söylemi eşliğinde borçlandırma ve finansallaştırma işlevi gören araçlar haline geliyor.
Türkiye’nin pozisyonu bu çerçevede tipik bir bölgesel hegemonya arayışını gösteriyor. Ev sahipliği, “COP31 Başkanı” unvanı, Eylem Gündeminden sorumluluk, “Yüksek Düzey Temsilci” ve “Gençlik Temsilcisi” atama yetkisi Türkiye’ye bırakılırken, taslak metinlerin kaleme alınması, gündemin şekillenmesi ve BM sekretaryası ile asli temasın yürütülmesi Avustralya’ya veriliyor. “Danışma” ve “karşılıklı tatmin” ifadeleri iki eşit aktör varmış izlenimi yaratan ideolojik bir perde işlevi görüyor. Gerçekte Avustralya, ABD ve Avrupa Birliği eksenli emperyal merkeze gömülü bir devlet; Türkiye ise piyasacı, fosil ve maden bağımlı, geç kapitalistleşmiş ve iklim rejiminde (alt) hegemonik rol arayan kırılgan bir ülke. Pasifik’te düzenlenecek Ön Zirve de aynı mantığın parçası: Pasifik’in sesi görünürde merkeze alınırken, gündem ve prosedür Avustralya’nın filtresinden geçirilerek kurumsallaştırılıyor; iklim kırılganlığı, bölgesel liderlik ve finansal araçları güçlendiren bir jeopolitik kaynak haline getiriliyor.
İç politikada ise bu ortaklık, iktidara önemli bir meşruiyet kaynağı sunuyor. AKP, içeride kömür, maden, otoyol, havaalanı ve yeni Maden Yasası üzerinden doğa ve emek üzerinde yoğunlaşan ekstraktivist bir rejim inşa ederken, dışarıda “COP31’e ev sahipliği yapan iklim öncüsü ülke” söylemini pazarlayabilecek. Bu tür uluslararası düzenlemeler, devlet sermaye blokunun kendi iç çelişkilerini yönetme biçimi olarak okunmalı: bir yanda otoriter yeşil dönüşüm ve birikim için yeni alanlar açma çabası, diğer yanda bunun küresel ölçekte iklim diplomasisi, gençlik programları ve eylem gündemleri üzerinden cilalanması. Böyle bakıldığında söz konusu metin, teknik bir iş bölümü değil, kapitalist dünya sisteminin ekolojik krizi siyasal olarak yönetme ve sömürüyü yeniden örgütleme mekanizmalarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Dolayısıyla Belém’den Antalya’ya uzanan hat, basit bir zirveler zinciri değil; yeşil geçiş rejiminin sınıfsal ve jeopolitik mimarisinin yeniden kurulduğu bir süreç. Amazon’un gölgesinde alınan kararlar, Karadeniz’den Akdeniz’e, Anadolu’nun maden havzalarından Ortadoğu sınırlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada doğayı ve emekçilerin yaşamını doğrudan etkileyecek.
Aşağıdan kurulan karşı hegemonya ve kolektif öznelik
Küresel iklim rejiminin bugünkü işleyişi, iklim krizini yalnızca teknik bir “risk yönetimi” alanına indirgemesinden ziyade, kapitalist dünya sisteminin sınıf ilişkilerini ve jeopolitik hiyerarşisini yeniden üretme biçimi olarak değerlendirilmeli. Son üç yılda COP’larda sıklıkla karşılaştığımız finansman başlıkları ile güvenlik söylemleri, sınır rejimleri ile orman politikaları, enerji yatırımları ile askeri stratejiler birbirinden kopuk alanlar değil; yeşil geçiş dili altında, gezegenin maddi sınırlarına dayanmış birikim sürecini sürdürmeyi ve krizin maliyetini yerli halklara, göçmenlere, kır ve kent yoksullarına aktarmayı hedefleyen bütünlüklü bir siyasal iktisat programının parçaları.
Bir önceki yazıda vurguladığım üzere Belém bu açıdan bir kopuş değil, Bakü’de kurulan hattın kalınlaştığı bir eşik. İklim diplomasisi, finansal araçlar ve güvenlik gündemi iç içe geçerek yeni bir yeşil ekstraktivizm düzeni kuruyor. Fosil yakıt altyapısı ile lityum, kobalt, nikel gibi kritik mineraller için açılan maden sahaları aynı değerlenme zincirinin halkaları haline getiriliyor; karbon piyasaları aracılığıyla ormanlar ve topraklar yatırım enstrümanına dönüştürülürken bu alanlarda yaşayan topluluklar hukuki ve idari mekanizmalarla bastırılıyor. Buna karşılık zirveye bugüne kadarki en geniş yerli halk delegasyonunun katılması, aynı süreçlerin içinden yeni bir direniş hattının da doğduğunu gösteriyor. Amazon havzasındaki halklar, iklim diplomasisinin teknik dilini reddederek toprak, su ve kolektif haklar ekseninde kendi siyasal özneliklerini kurmaya çalışıyor. Bu pratikler, iklim krizini sermaye birikimi ve sömürgecilik ilişkileriyle birlikte hedef alan, emperyal iklim rejiminin meşruiyetini sorgulayan aşağıdan karşı-hegemonik bir hattın ilk nüveleri olarak görülmelidir.
Bu konjonktür, mücadelenin yerel, bölgesel ve küresel ilişkiler içinde yeniden düşünülmesini zorunlu kılıyor. Amazon havzasında toprak gaspına, madenciliğe ve ormansızlaştırmaya karşı direnen yerli halklar, iklim diplomasisinin teknik diline karşı kendi yaşam dünyalarını ve kolektif haklarını merkeze alan bir siyaset kurmaya çalışıyor. Bu deneyim, Türkiye’de Akbelen’den İkizköy’e, Kazdağları’ndan Fatsa’ya, İkizdere’den Harşit Vadisine, Munzur’daki köy ve mahalle direnişlerinden Samandağ’daki ekolojik mücadelelere uzanan hattın doğrudan akrabası. Bu alanlarda da orman ve tarım toplulukları, köylüler ve yerel emekçiler maden ve enerji projelerine karşı yalnızca bir çevre duyarlılığı üretmiyor; şirketlerin el koyma pratiklerini ve devletin zor ile hukuk mekanizmaları üzerinden kurduğu ekstraktivist rejimi hedef alan sınıf temelli bir mücadele yürütüyorlar.
Tam da bu nedenle mesele, Amazon’daki yerli hareketlerle Türkiye’deki yerel direnişlerin, kentlerdeki iklim adaleti inisiyatifleri ve sendikal yapılarla buluşup buluşamayacağı sorusunda düğümleniyor. Türkiye bağlamında temel açık, bu çok sayıda yerel ve parçalı mücadelenin hâlâ ortak bir sınıf perspektifi ve kolektif özne etrafında yeterince birleşmemiş olması. COP31 sürecine girerken asıl belirleyici olan, Antalya’daki zirveyi nasıl “karşılayacağımızdan” çok, Akbelen’den Amazon’a uzanan bu hattı gerçekten birbirini duyan ve birbirini güçlendiren bir mücadele düzlemine çevirip çeviremeyeceği olacak. Bu çerçeve, iklim mücadelesini yalnızca tekil yerel direnişlere indirgemeden, egemen sınıfların “yukarıdan” kurduğu iklim rejimi ile yerli halkların ve emekçi sınıfların “aşağıdan” inşa ettiği karşı-hegemonik hat arasındaki gerilim üzerinden yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.