Bircan Yorulmaz
16 Ekim Perşembe günü yayınlanan Apaçık Radyo Kulis Sesleri’nde 29. İstanbul Tiyatro Festivali küratörü Mehmet Birkiye ve programlama yöneticisi Handan Uzal’la festivalin bu yılki çerçevesini, yöntemini ve oyunları konuştuk.
Festivalin genel çerçevesi nasıl belirleniyor? Tema mı belirliyorsunuz, yoksa kavramsal bir çerçeve mi? Oyunlar neye göre seçiliyor?
Mehmet Birkiye:
Bir temadan çok kavramsal bir çerçeve belirliyoruz. Çünkü tema belirlediğiniz zaman, o tür oyunları dünya repertuvarlarında ya da Türkiye’de bulmak daha zor oluyor. Bazen de içinde küçük bağlantıların kurulduğu alt temalar olabiliyor. Ama genellikle bir kavram belirlemeye çalışıyoruz. Belirlediğimiz çerçeve çok dar, rijit bir sınır değil; gevşek sınırları oluyor.
Mesela bu sene temalarımızdan biri roman uyarlamalarıydı. “Bu İşte Bir Kadın Var” alt başlığıyla, kadın teması da her zaman olduğu gibi yine İKSV’nin gündeminde.
Bu sene biraz festivale “unuttuklarımızı” taşımak istedim. “Dışarıda kalmış” demeyeyim ama bir hayat yaşıyoruz ve bazı şeyleri unutuyoruz. Çünkü sürekli yeni bilgiler geliyor. Ben de o unuttuğumuz şeyleri hatırlatmak istedim.
– Hafıza tazelemek gibi mi?
M.B.:
Evet, tiyatro zaten biraz öyle yapar. Geçmişin bir mezar kazıcısıdır. Biz mezar kazmıyoruz ama biraz anıları kazmakta yarar var diye düşünüyorum. Yani genel çerçeve bu.
Peki, bahsettiğiniz “hafıza tazeleme” ya da “mezar kazıcılığı” fikrinde oyunları nasıl seçiyorsunuz?
M.B.:
Oyun seçmek en zorlu süreç oluyor. Çünkü Türkiye’de artık orta ölçekli tiyatro kalmadı. En büyük sorunlardan biri bu. Ya ödenekli büyük tiyatrolar var ya da küçük topluluklar. Eskisi gibi Kent Oyuncuları, Dormen, AST gibi orta ölçekli tiyatrolar yok.
Onlarla oturup proje geliştirme imkânımız bulunmuyor. O zaman bize gelen teklifleri değerlendiriyoruz. Tanıdığımız, altyapısını, yazarını, yönetmenini bildiğimiz ve yaratıcı kadrosunu güçlü bulduğumuz kişilere biz de öneri götürebiliyoruz. Onlar da bize öneri getiriyor, değerlendiriyoruz.
Festivalde prömiyer yapmanın ciddi bir pozitif etkisi oluyor. O yüzden tiyatro ekipleri istiyordur ama dediğiniz koşulların engeli ile karşılaşılıyordur. Peki, bu kadar kısa zamanda bu kadar geniş kapsamlı bir festival yapmanın zorlukları neler?
Handan Uzal:
Pek çok açıdan zorlukları var. Program oluştuktan sonra duyuru süreçleri, mekân tahsisleri, topluluklarla sözleşmeler, bütçe çalışmaları gibi belirli adımlar izliyoruz. En çok zaman alan işlerden biri kaynak geliştirme. Belki de olması gerekenden daha fazla zaman harcıyoruz. Biliyorsunuz, İKSV festivalleri özel markaların finansal destekleriyle ayakta duruyor. Ayrıca uluslararası fonlara başvurular yapıyoruz. Bu süreçler oldukça yoğun ve zahmetli. Tüm festivaller için satış, pazarlama, iletişim gibi işlevleri kurumsal İKSV ekipleri yürütüyor. Bizim tiyatro festivali ekibimiz üç kişiden oluşuyor; yıl boyunca bize destek olan bir stajyerimiz de var.
Duyurmak istediğimiz bir konu var: Artık festivale yıl boyunca fikir veya proje dosyası iletmek mümkün. Belirli bir çağrı dönemi yok. Yani artık açık çağrı yapmıyoruz; tiyatro grupları istedikleri zaman bize projelerini gönderebilirler. Bununla ilgili web sitemizde bir e-posta adresi var. Oradan ulaşabilirler.
Bir de prömiyer meselesine değinmiştiniz. Bu yıl yeni bir uygulamamız var: Festival programında yer almayan ama festival döneminde İstanbul’da prömiyer yapacak toplulukların gösterim bilgilerini web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda paylaşıyoruz. Bu elbette okyanusta bir damla ama festival dönemi web sitemiz çok trafik alıyor. Sosyal medyamız çok aktif oluyor. Dolayısıyla evet, burada festival var ve programda bu işler var ama bir yandan da akan bir sezon var ve oraya da bakmak isteyen izleyicimiz için kolay bir yönlendirme olabileceğini düşündüğümüz için böyle bir girişimde bulunduk. Bu fikri Tiyatro Kooperatifi ile birlikte tartışarak başlattık.
Yabancı oyunlar nasıl seçiliyor? Festivalde yerli oyunlar çok önemli ama yabancı oyunları izlemek açısından çoğu izleyici için yılın tek fırsatı oluyor.
M.B.:
Evet, İstanbul Tiyatro Festivali’nin en büyük özelliklerinden biri dışa açılan kapı olması.
Biz bazı uluslararası festivallere gidip oyunlar izliyoruz. Teması, sahne koşulları ve teknolojisi bize uygun olanları seçmeye çalışıyoruz. Bazen olağanüstü bir oyun görüyorum ve “Bu mutlaka gelmeli” diyorum. Handan da diyebilir. Ama sonuçta gerçekleşme ölçüsü var; o ölçü içinde uygun olanları bulmaya çalışıyoruz. Çokça video izliyoruz. Tabi videolar biraz eksik kalıyor, çünkü tiyatro videoda çok anlaşılmaz. Ama bunları yapmaya çalışıyoruz.
Bu sene “edebiyat uyarlamaları” dedik. Festivalde iki örnek var: Paul Auster uyarlaması New York Üçlemesi ve Bovary. Ben Avignon’da izledim ve bunu mutlaka getirmeliyiz, dedim. Geldiler de. Ama bu kolay olmuyor; sınırsız kaynaklarımız yok. Ayrıca onların takvimleri de ayrı bir sorun.
Çok önceden mi iletişime geçiyorsunuz?
H.U.:
Uluslararası tiyatrolarda ideal süre yaklaşık bir buçuk yıl. Dans topluluklarında bu süre biraz daha uzun. Tiyatroda bu süre iyi, çünkü çok erken programlarsanız “zamanın ruhunu” yakalamak zorlaşıyor. Tabii ki çok zamansız eserler var; isterse prömiyerini 20 yıl önce yapmış olsun. Ama bir yandan da festival buna özellikle dikkat ediyor: Avrupa’da olup biten bir şey, Türkiyeli izleyiciye ne kadar hitap ediyor? Festival programının biraz gündemle ilişkisi olsun, güncele de bir şey söylesin istiyoruz. Dolayısıyla bir buçuk yıllık planlama genelde ideal oluyor.
Yerli–yabancı dengesi nasıl kuruluyor?
M.B.:
Yerli oyunlarımızda “Yeni Arayışlar”, “Bu İşte Bir Kadın Var” gibi alt başlıklarımız var.
Yabancı oyun sayısı, genellikle yerli oyunların yüzde 40–50’si kadar oluyor.
Bu oran sabit bir politika değil, gerçekleşene göre söylüyorum. Ekonomik koşullara göre bu oran değişebiliyor. Ama iyi bir oyun varsa, şartları zorlayarak getirmeye çalışıyoruz.
Festivalde istediğiniz ama getiremediğiniz bir oyun oldu mu?
M.B.:
Evet, bir Rus oyunu vardı. “Sade oyunculuk nedir?” üzerine ders gibi bir işti.
Öğrencilerin izlemesi için özel bir proje yapmak istedim. Ekiple iletişime geçtik ama geri dönüş olmadı.
H.U.:
Ben bu sayıyla ilgili bir şey ekleyebilir miyim? Bence sayıların hiçbir önemi yok. Tabii ki ekonomik çerçevemiz belirliyor bazı şeyleri ama daha çok programın tamamlandığı ya da tamamlanmadığı hissi belirliyor. Yani 10 yerli yapım olmuş, 12 olmuş, 14 olmuş değil; hep “Program tamamlandı mı, tamamlanmadı mı?” diyoruz. Her eserin o festival programında olmasının bir sebebi var. Olmamasının da sebebi bazen o bağlamda yerini bulamıyor olması. Bu bazen topluluklar tarafında da bir hayal kırıklığına sebep olabiliyor. Ama programa kabul etmediğimiz, kabul edilmeyen topluluğun eseri iyi olmadığı için olmayabiliyor. Sadece bizim dünyamızda, o çizdiğimiz çerçevenin içinde yerini bulamayacağını düşündüğümüz için “Birlikte yapmayalım, festival programına dâhil etmeyelim” diyebiliyoruz. Burası bence önemli ve bunun altını çizmek lazım. Bir oyun çok çok iyi olabilir ama bağlama oturmamış olabilir. Biz o bağlam konusunda çok hassasiyet gösteriyoruz.
M.B.:
Evet, ölçüt “iyi–kötü” değil, bağlam. Bazı yabancı oyunlar çok nitelikliydi ama oturmadığı için teşebbüs bile etmedik.
Bu yılki oyunlardan kısaca bahseder misiniz?
H.U.:
Hem yerli hem uluslararası edebiyat uyarlamaları var bu yıl. Uluslararası taraftan KVS Flaman Şehir Tiyatrosu’ndan Bovary var. Çok çağdaş ve feminist bir yaklaşım. Carme Portaceli, Katalan yönetmen, yönetiyor. Fransa’dan Igor Mendjisky var, Paul Auster’ın New York Üçlemesi’yle. Yerli yapımlar tarafında Moda Sahnesi’nden Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri var. Yeni Arayışlar bölümümüzde Alper Canıgüz’ün Cehennem Çiçeği var. Sonra tarihi bir anda gerçekleştireceğimiz Reşat Ekrem Koçu’nun kısa tefrikalarından oluşturulmuş Aşk Yolunda İstanbul’da Neler Olmuş? Çerkez Rıdvan’ın Dolabı var.
Bir de tatlı paralellikler var. Roman uyarlaması olmayan ama karakterleri yazar olan iki oyunumuz var. Aşağıdaki Pencere’de bir kadın yazarın kendi yarattığı, yazdığı karakteriyle mücadelesini izleyeceğiz. Televizyonun Karşısında Özel Mülkiyetin Kökeni Üzerine Düşünürken Uyuyakalmışım, Babamın Sesine Uyandım oyununda da yine karakter bir yazar ve Türkiye’den göçmek üzerine de düşünüyor, vs. Böyle tatlı paralellikler de var.
Bir tane özel projemiz var. Bu yıl İKSV kapsayıcılık ve erişilebilirlik projelerine festivaller bakımından da bir giriş yapıyor. Bu, çok uzun yıllardır düşünülen, konuşulan bir konu ama festival programlarında uygulayabildiğimiz bir alan değildi. Bu yıldan itibaren festival programlarında da bu kapsayıcılık ve erişilebilirlik çalışmalarımızı genişletmeye çalışacağız. İlk adımını bu yıl Hamlet projesiyle atıp bu konuda bir farkındalık geliştirmeye çalışacağız. Türkiye Down Sendromu Derneği ile iş birliği yapıyoruz.
Sekiz Down sendromlu oyuncunun oynadığı çok özel bir oyun olduğunu belirtelim.
H.U.:
Doğru. Burada Türkiye Down Sendromu Derneği ile yaklaşık 5–6 aydır çalışıyoruz. Üç Down sendromlu kişi festival ekibine katılıp saha çalışmalarını bizimle yürütecek. Hayalimiz, bu yıl başladığımız bu çalışmaya gelecek festivallerde de devam etmek.
Bir de açılış gösterimizden bahsedelim: Scapino Ballet Rotterdam – Katedral: Avro Part’la Bir Akşam. Marcos Morau, Avrupa’da tam bir star şu anda. Bizim festivalimize de geliyor olması çok kıymetli çünkü daha önce de hep örneklerini gördüğümüz üzere Türkiye’de tanınan bir isim değil. Ama bu vesileyle keşfedilecek.
Bu bizim çok önemsediğimiz bir şey. Tabii ki tanınan, bilinen isimleri topluluklara davet etmek çok istiyoruz, seviyoruz onları birlikte deneyimlemeyi. Ama bir yandan da yeni isimler tanıtmakta önemli bir misyon olduğunu düşünüyoruz. Biraz farklı perspektifler, pencereler açmak… Çağdaş dans, herkesin sürekli deneyimleyebildiği bir alan da değil maalesef. Dolayısıyla izleyicilerimiz bazen tedirgin yaklaşabiliyorlar. Ama şunu çok net söyleyebiliriz ki bu deneyimi yaşamak, hazır gelmişken onu görmek çok kıymetli olacak.
Bir de Baro D’Evel, Fransız-Katalan topluluk, Biz Kimiz isimli işiyle programda. Kendilerine bayılıyoruz çünkü müthiş multidisipliner bir çalışma. Tanımlanmasının imkânı yok: Dans mı, tiyatro mu, sirk mi, seramik mi? Kocaman bir soruyu kucağımıza bırakacaklar. Sonra ne yapacaksak yapacağız artık biz o soruyla. Bu üçlemenin ilk ayağı, devamı gelecek bir üçleme. Yani ben şimdiye kadar hiç böyle bir şey izlemedim gerçekten. Oyunla alakalı bir eleştiride dikkatimizi çekmişti ve vurulmuştuk; “Kazanan biziz, peki şimdi neyi değiştireceğiz?” diyorlardı. O cümleye de çarpıldığımızı söylemeden geçmeyeyim.
M.B.:
Mesela burada, unutulan romanın içindeki dramatik aksiyonu fark etmememizle ilgili. Bu unuttuğumuz bir şey. Romanı başka türlü görüyoruz. Hâlbuki o roman başka bir şeye dönüşebiliyor. Bir de dönüp tiyatro adına orayı kazalım. Aslında genel çerçeve biraz böyle. Yani gevşek çerçeveler kuruyoruz; yoksa çok kesin bir çerçeve zaten kolay da değil, mümkün de değil.
Bütün bu oyunları izlemek herkes için mümkün değil. Oyun seçmeniz zor ama özellikle “Şu izlensin” diyeceğiniz oyun var mı?
M.B.:
Bunu diyebilmem çok mümkün değil ama yeni bir şeyle karşılaşmak istiyorlarsa Biz Kimiz; ama bir edebiyat uyarlamasının sahne üstündeki serüvenini merak ediyorlarsa o zaman New York Üçlemesi. Siz neyi seçiyorsanız, neye ağırlık veriyorsanız... Feminist bir bakış açısından, siyasi ve politik bir bakıştan bakmak istiyorsanız Bovary.
H.U.:
Sahnedeki temsiliyet üzerine düşünmek istiyorsanız da Hamlet. Şunu da ekleyelim: Sekiz Down sendromlu oyuncu diyoruz, Türkiye Down Sendromu Derneği ile iş birliği yaptık diyoruz ama bu bir sosyal sorumluluk projesi asla değil. Belki bunu sektörden kişiler daha kolay görüp, benimseyip fark edebilecekler. “Sahne kime ait? Sahneye kim çıkabilir?” Bu konudaki bakış açınızı değiştirebilecek çok provokatif bir çalışma. Mesela bunun üzerine düşünmek isteyen biriyseniz de o zaman Hamlet.
M.B.:
İzleyici öyle bakmayacaktır ama yine de söyleyelim; bizim eksikliği gördüğümüz birilerinin “Aferin, iyi yapmışlar.” diyeceğimiz bir iş değil. O, kötü bir merhamet olurdu ve işe yaramazdı. O, bir bireyin Hamlet’i, oynaması ve Hamlet değerlendirmesiyle ilgili. Öncelikle onu, yaşadığımız bu toplumun bir bireyi olarak düşünmemiz lazım. O zaman bir anlamı var. Hamlet zaten yapı itibarıyla “Ben kimim?” sorusunu soran temel oyunlardan bir tanesi ve o soruyu her bireyin sorma hakkı var, sonuç olarak.
Ekonomik koşullar tabii ki bilet fiyatları seyircinin bilet almasını ve oyunları izlemesini engelliyor. Bu konuda İKSV’nin yaptığı özel bir şey var mı?
H.U.:
Eczacıbaşı Genç Bilet çalışmamız var. Öğrenciler 30 TL’den alabiliyor. Tabii ki bu, salonun tamamı öğrenci biletine açılacak anlamına gelmiyor. Sınırlı sayıda, kapasiteler oranında sınırlandırılmış adetlerde öğrenci bileti sunabiliyoruz ve hakikaten tabii ki ilk günlerde tükeniyor bu biletler de. Fakat bu vesileyle buradan da duyurmak istiyorum: Biz etkinlik gününde tekrar öğrenci bileti satışına başlıyoruz. Çünkü boş koltuk olduğunda, öğrenciler eğer gelip kapıda almak istediklerini belirtiyorlarsa, satış ekibimiz yeniden yardımcı olmaya çalışıyor. İzlemek isteyenler, genel satışta kaçırmış olabilirsiniz ama gerçekten izlemek istiyorsanız ve öğrenciyseniz kapıya gidip şansınızı denemek hâlâ mümkün olabiliyor. Bu kıymetli bir fırsat çünkü sezon içinde de öğrenci fiyatı düşük değil. Dolayısıyla Uluslararası Festivali 30 TL’ye deneyimliyor olmak önemli.
Son soru olarak Mehmet Bey, 29 yıldır bu festival yapılıyor. Kendi tarihinizde de mutlaka bir etkisi vardır. Bu etkiyi nasıl tanımlarsınız?
M.B.:
Benim hayatımda değişik pencereler, kapılar açmıştır doğuya, batıya, dünyaya… Tiyatroyu kişisel olarak kavramama; bütün bakış açılarıyla, nereye doğru gitmem gerektiğinin, nereye bakmam gerektiğinin belki de ilk nirengi noktası İstanbul Tiyatro Festivali’dir ve burada gördüklerimdir. Ve bence seyirci için de böyle. Seyirciye yeni bir dünya sunuyor. İçinde büyük hayal güçlerinin, büyük fantezilerin, büyük hikâyelerin olduğu bir lunapark gibi düşünüyorum. Ama büyükler için bir lunapark ve ciddi bir lunapark. Kuruluyor, bütün aletler geliyor, dönülüyor, kâğıt helvalar yeniyor. Oradan oraya yürünüyor, Mon Amour için gidiliyor, geliniyor. Böyle bir lunapark aslında ama bu lunapark içinde taşıdığı “eğlenceli” taraf kadar onu geliştiren bir yanı da var. Onun için ben heyecanla bekliyordum. Seyirci de herhalde bundan heyecanla bekliyor.
Söyleşiyi dinlemek için tıklayın...