Polat Özlüoğlu anlatıyor: Bazen bellek değil, beden hatırlar kötülüğü

Polat Özlüoğlu ile son kitabı Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’a, hafızamıza ve içimizdeki seslere dair konuştuk...

Yağmur Karagöz

Polat Özlüoğlu’nun bireysel travmalarla toplumsal hafızayı buluşturan; acıları, umutları, suskunlukları ve kırılganlıkları aynı potada eriten son romanı Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar İthaki Yayınları’ndan okuyucuyla buluştu.

80 döneminin siyasi çalkantısında savrulan, işkenceye maruz kalan, direnen, ruhunun karanlığını renkli peruklarının, makyajının ardından gizlemeye çalışan Meşhur Kara’nın yolculuğuna odaklanan roman, bireysel bir hikâyenin sınırlarını aşarak toplumsal hafızanın katmanlarına uzanan, sarsıcı bir varoluş anlatısı.

Suskunluğunu, kimsesizliğini, içinde “durmadan konuşan kızlarla” bastıran, rengarenk peruklarını bir zırh gibi kuşanan Meşhur Kara, Özlüoğlu’nun Türkçe edebiyata armağan ettiği çok güçlü bir kahraman.

Polat Özlüoğlu ile son kitabı Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’a, hafızamıza ve içimizdeki seslere dair konuştuk...

Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar, bireysel bir hikâyenin ötesinde travma, kimlik ve kolektif hafıza meselelerine odaklanıyor; politik şiddetin, toplumsal cinsiyet rollerinin ve ötekileştirmenin izlerini sürüyor. Kitabın hikâyesi nasıl doğdu?

Meşhur isimli karakterin çocukluğundan gençliğine, kadınlığından ihtiyarlığına kadar geçen zamanları bireysel hafıza ve toplumsal bellek ekseninde dönemin siyasi baskı ortamında bu topraklardaki hayatların değişim ve dönüşümleri içerisinde anlatmak istedim.

Çıkış noktası devrimci mücadele içinde yer alan bir kadının yetmişlerden günümüze kadar olan hikâyesini, acıları, kayıpları, ruhundaki yırtıkları, yüreğindeki sökükleri, içindeki yaslarıyla dillendirmekti. Kimsesizliği ve yoksunluğu kemiklerine kadar işlemiş, yalnızlığı iliklerine kadar hisseden bir kadının bireysel ve toplumsal hayat içindeki duygulanımlarını ve hatırlayışlarını bir arkeolog gibi kazıyarak odaklanmayı amaçladım romanı yazarken.

“12 Eylül’ü erkeklerden dinledik. Bu kez direnen bir kadın var karşımızda”

Bireysel travmalardan toplumsal kırılma noktalarına, aidiyetsizlikten kimlik çatışmalarına, varoluşsal sancılardan ölümcül günahlara, yoksulluktan eşitsiz düzene kadar pek çok konu metnin içinde kendine yer buldu.

Politik mücadele içinde yer almış bir kadının gözünden aktarmaya çalıştım hikâyeyi. Romanda Meşhur’un yaşadığı olaylar, gözaltına alınması, işkenceler, tutuklanması, cezaevinden çıkışı, topluma uyum sağlamaya çalışması, kalabalıklara karışma çabası, bir kadın olarak ayakta kalması anlatılıyor.

Uzun zaman 12 Eylül hikâyelerini erkek kahramanlardan okumuştuk bu defa devrimci bir kadın var karşımızda. İşkenceye maruz kalmış direnmiş, çözülmemiş bütün kötülüklere göğüs germiş Meşhur’un hayatına tanıklık ediyoruz.

“O kadınlar sustular, içlerine kapandılar, acılarıyla tek başına savaştılar”

Meşhur Kara karakteri, içindeki kızlarla konuşan, abartılı makyaj, kıyafet ve peruklarla kimliğini yeniden kuran biri. Meşhur’u yaratırken sizi en çok etkileyen duygu ya da fikir neydi?

Direnirken o savaşçı ve teslim olmayan karalı hali, isyanı beni çekti. İşkencede çözülmemek için susmayı tercih eden, kendini her türlü darbeye, kötülüğe, korkuya karşı kapatan hatta meydan okuyan ufacık, kara kuru bir kız var karşımızda.

1980 darbesinde devlet eliyle en ağır şekilde cezalandırılan, en kirli davranışlara maruz bırakılan, ölümle burun buruna gelen, ölmekten beter edilen pek çok devrimciden biri Meşhur. Pes etmeyip her defasında ayağa kalkan bir kadın. O zamanı yaşayanlar sadece gözaltında, cezaevinde ya da hücrede değil dışarı çıktıktan sonra da mücadele etmeye devam ettiler. Çünkü devletin üvey evlatları olarak damgalandılar, fişlendiler, toplum dışına itildiler, görmezden gelindiler, işlerinden edildiler, sicilleri bozuldu, arkadaşları bile onlardan uzak durdu, hatta vebalı gibi kaçtı. Bu insanlardan biri olan Meşhur da ruhundaki hasarı ve gövdesindeki yaraları saklamaya çalıştı. Toplumdan kaçtı. Kalabalıklar arasına karışamadı.

Özellikle içeriden çıkan kadınlar sustular, içlerine kapandılar, acılarıyla, yaslarına tek başına savaştılar, yaşadıkları kötülüğü dillendiremediler, anlatamadılar. Hayatın içine sızamadı pek çoğu Meşhur gibi. Ama gönüllü bir bellek taşıyıcısıydı aynı zamanda hem kendi yaşadıkları hem külliyatı ile tanıklığını devam ettirdi.

“Elmas, Meşhur’un unuttuğu gençliğin, masumiyetin yeniden can bulmuş hâliydi”

Romanda bir de Elmas karakteri var. Yıllarca insanlardan kaçan, onlara kaygıyla yaklaşan Meşhur, Elmas’ı içindeki kızlara benzeterek ilk kez ona açılır. Aralarındaki bağ, dayanışma çok özel. Siz bu ikilinin ilişkisini kurarken hangi duygusal katmanları öne çıkarmak istediniz?

Elmas karakteri, Meşhur’un içindeki kızlarla birlikte onun genç kızlığının yeniden canlanmış ete kemiğe bürünmüş haliydi. Elmas’a baktığında kendine dair unuttuğu şeyleri hatırladı. Hiç görmediği annesini, doğuramadığı çocuğunu, kendi çocukluğunu, gençliğini, sevdiklerini anımsadı yeniden. Bir zamanlar sahip olduğu o safiyeti, o masumiyeti, sessizliği onda buldu. Dilsizliğinde kendi suskunluğunu, çaresizliğinde içine hapsolduğu kederi gördü.

O bakışlarındaki yangını gördüğünde ruhundaki kıvılcımı, tutuşmayı, ateşi anımsadı. Hastalığını kabullenişinde, ölüme yakınlığında kendi yaşadığı kabullenişi, maruz kaldığı karanlığı ve kötülüğü hissetti. Ona yardım etmek, onu bu hüzünden kurtarmak, acılardan çekip çıkarmak istedi. Başaramayacağını bilerek ona elini uzattı.

Meşhur, bir müşterisinin “Hadi Güzelim” cümlesi ile geçmişinden bir sesi hatırlıyor. Bu kısım bana, Zeki Ökten’in Ses (1986) filmini hatırlattı. Aynı zamanda sesten geçmiş travmasını hatırlama hikâyesine Stephen King’in Apt Pupil öyküsünde de rastlıyoruz. Sizin için ‘bir sesin kişiyi geçmişine döndürmesi’ ne ifade ediyor?

Romanda Meşhur’u geçmişin karanlığına çağıran sadece ses değil, kötülüğü ve korkuyu hissedilir kılan bir sessizlikti aynı zamanda. İnsan evladı tuhaf bir yaratık bazen bir kokuyla çocukluğuna bazen bir dokunuşla travmasına bazen bir bakışla bir kaybına gidebilir zihninde. Meşhur en çok korktuğu şeyle yüz yüze geldiğini sanıyor, ona işkence yapan adamlardan biriyle karşılaştığını düşünüyor. Sesin, soluğun, kelimelerin, jestlerin ritmine kaptırıyor kendini. Emin olamıyor. Sadece hatırlamak zorunda hissediyor, geçmişin hayaletlerini çağırıyor, hortlakları uyandırıyor.

Romanda sadece travmayı yaşamış birinin duygu dünyasına, ruhsal hasarına, belleğindeki boşluklara değil aynı zamanda etin hafızasına, kişinin gövdesinin belleğine de başvurdum. Bazen bellekten ziyade gövdemiz hatırlar kötülüğü, sesin etkisi sadece duygusal belleğinde değil gövdesinde de yankı buluyor.

“Peruk dükkânı Meşhur’un hem sığınağı hem insanlara açılan tek kapısı”

Mekânlar, özellikle Eleni’den miras peruk dükkânı, romanda adeta ayrı bir karakter işlevi görüyorlar. Mekân ile bellek arasındaki ilişkiyi siz nasıl kuruyorsunuz? Bu hikâyeye nasıl yansıdı?

Romanın girişinde de öncelikle kapıyı eksi bir bölümü ile mekâna aralıyoruz. Peruk dükkânı Meşhur’un bir yandan sığındığı, saklandığı, bir yandan da insanlarla temasa geçtiği, hayata kısmen de olsa dahil olduğu, hatta bazen o kalabalığa ait hissettiği yegâne yer. Sadece peruk alınıp satılan bir yer değil, bir sohbet ve muhabbet mekânı dükkân. Meşhur’un daha çok sustuğu ama dinlediği bir yer. Hayatın akışına dahil olabildiği bir yer.

Romana başlarken Meşhur, Elmas ve Cezmi’nin peruk dükkanında karşılaşacağını biliyordum. Birbirlerinin yansımalarında ve gölgelerinde içlerine kapanan, kendilerini hatırladıklarında yoklayan, unuttuklarını sorgulayan ve suretlerini gizlice gözlemleyen bir kurguyu böyle yakalamaya çalıştım. Üç güne sığdırılmış bir günümüz hikâyesi geri dönüşlerle, hatırlayışlarla geçmişe perde aralıyor.

Mekân bu romanda çoğunlukla belleği çağıran bir yapıya sahip. Dükkân o kadar gerçek ve gözde canlanır vaziyetteyken, metnin bir karakterine dönüşürken, vitrinin ötesi, kapının dışındaki dünya, sokaklar, caddeler, semt, şehir bir o kadar belirsiz ve muğlak. O peruk dükkanının yersizliği, yurtsuzluğu aslında Meşhur’u çağırıyor. Dükkân dışında her şey muamma, Meşhur gibi o da aidiyetsiz, yersiz yurtsuz. Bellek işlemiyor dışarıda.

“Halka karşı ve halka rağmen yapılan bir darbe”

Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar çok katmanlı bir roman, 12 Eylül şiddeti, sistemin görünmez yaptığı bir kadın, tanıklık, suskunluk ve travmalar, hatta biraz aşk ve annelik… Romanı yazarken sizi en çok hangi konuya dokunmak zorladı ya da etkiledi?

Elbette 1980 Darbesinde yaşanan onca acıya, kötülüğe ve cezasızlığa dokunmak zorlayıcıydı. Kayıplar ve ölümler, yüzbinlerce gözaltı, fişlenme, sürgünler ülke tarihinin en kara lekelerinden biriydi. Askeri rejimin darbeyle inşa ettiği toplumsal, ekonomik ve siyasal yapı hayatımızı geri döndürülemez şekilde değiştirdi.

Halka karşı ve halka rağmen yapılan bir darbeydi. Korku ve baskıyla öğrenciler, işçiler, dernekler, sendikalar, gazeteler, yayınevleri, dergiler susturuldu. Kitaplar, dergiler yakıldı. Şimdiden bakınca insanın aklı almıyor bu zalimliği ve zorbalığı. İşte böyle bir kötülüğün içinde var olan bir kadın Meşhur. Darbeyi bir kadının direnişinden, isyanından, dilsizliğinden anlatmak hem çok zor hem de beni bir yazar olarak çeken tarafıydı hikâyenin. Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar sadece siyasi bir roman değil aynı zamanda direnen bir kadının romanı.

“Okuru o hücrenin içine hapsetmek istedim”

Romanda işkence sahneleri ve politik şiddet de önemli bir yer kaplıyor. Şiddeti estetize etmeden anlatıp, okuyucuyu rahatsız etmeyi başarıyorsunuz. Meşhur’un acıları hepimizin yakın geçmişten bildiğimiz ortak acılar. 12 Eylül’ün sizin bireysel hafızanızda nasıl bir yeri var?

Darbe olduğunda çocuktum. Hatırımda çok belirgin şeyler yok. Sadece her yerde askerler olduğunu hatırlıyorum, duvarlarda kırmızı yazıları kapatmaya çalışan boyalar, sokağa çıkma yasağı, kapalı kapılar ardında fısıltılar vardı. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorduk ama çocukluğun umarsızlığında, kaygısızlığında kayboluyorduk aynı zamanda. Büyüdükçe nasıl bir kötülüğün ve zorbalığın ülkeyi işgal ettiğini anladık.

Roman zaten o zamanlara dair yaşadığımız kayıplara vicdan borcunu ödemek için kaleme alındı. Şiddeti hep yapıldığı üzere mağdurun ağzından anlatmak yerine failin ağzından anlatmak yaşanan kirli gerçeği daha yalın ve tüm çıplaklığıyla aktarmama yardımcı oldu. Şiddetin gerçekleştiren işkencecinin kafasının içindeki karanlıklar, yüreğindeki kötülükler, utançtan ve vicdandan yoksun hali yazarken oldukça zorlayıcıydı.

Yaptığı tüm zalim ve zorbalık içeren eylemler rahatsız edici olmanın ötesinde insanı yok sayan, insanlıktan çıkaran, insanı utancından vurmayı hedefleyen, o bedenleri kişilikten yoksun et yığını haline dönüştüren bir haldi. Verilen emirlere uyulduğu bahanesine sığınılan bir kaçışı dillendirdim hem de faillerin kendi ağızlarından. Onların ruhlarına, duygularına, tereddütlerine, korkularına odaklanmak basit, kısa, kesik cümlelerle o çıplak kötülüğü anlatmak önemliydi yazar olarak. Okuru romanı ellerine aldıklarında o hücrenin içine hapsetmek istedim açıkçası. Rahatsızlık duysunlar, huzursuz hissetsinler diye düşündüm. Şiddeti estetize etmeden gözler önüne sermek istedim.

Son olarak üzerine çalıştığınız, okuyucularınızı bekleyen yeni bir proje var mı?

Romanın heyecanı ve yolculuğu yeni başladığı için yeni dosyalarla pek hemhal olamıyorum ama iki öykü dosyası ve bir kısa roman hazırda demlenmeyi bekliyor. Teşekkür ederim.

Söyleşi Haberleri