Türkiye’nin kıdemli siyasetçilerinden Mesut Yılmaz geçtiğimiz günlerde yaşamını yitirdi. Eski ANAP’lı politikacılar Nesrin Nas ve Erkan Mumcu ile gazeteciler Faruk Bildirici ve Mirgün Cabas’ın tanıklıklarıyla Mesut Yılmaz’ın politik yaşamına, aynı zamanda da Türkiye’nin yakın tarihine göz atacağız.
12 Eylül askeri darbesinin şekillendirdiği politik ortamda aktif siyasete giren Mesut Yılmaz, hep klasik muhafazakar politikacılardan farklı bir profil çizdi. Kuşkusuz bu farklılığın nedeni geldiği köken ve aldığı eğitimdi.
Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Yılmaz, Avusturya Lisesi’nde ortaokul, İstanbul Erkek Lisesi’nde liseyi bitirdi. 1971 yılında ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat bölümünden mezun oldu.
Yılmaz’ın Siyasal’da okuduğu dönem Türkiye’nin en hareketli yılları. 68 kuşağı olarak adlandırılan devrimci kuşağın en önemli temsilcileri Siyasal öğrencisi. Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir gibi devrimci liderlerle aynı dönem, aynı okulda okuyor Mesut Yılmaz. Firüzan’ın bu kuşağı anlattığı romanı 47’liler’deki gibi 1947 doğumlu. Ancak o dönemin solcu öğrencileri Mesut Yılmaz’ı okulda çok az gördüklerini kantinde ise hiç görmediklerini söylüyor. Hasan Celal Güzel, Veysel Atasoy gibi sayıca hayli az olan sağcı öğrencileriyle birlikte boykotlarda sınava girdiğini hatırlıyor, dönemin Mülkiye öğrencileri. Siyasal’ın ardından iki yıl Almanya’da yüksek lisans yaptı.
Gazeteci Faruk Bildirici Hanedanın Son Prensi adlı kitabı bir Mesut Yılmaz’ın biyografisi. Bildirici Yılmaz’ın Siyasal günlerine ilişkin şunları söyledi:
“Siyasal’da öğrenciyken gençlik hareketlerinden uzak duran, siyasi aktivitesi olmayan bir öğrenci bildiğim kadarıyla. Hür Düşünce’ye yakın olmasına, zaman zaman onlarla birlikte olmasına rağmen onların hiçbir etkinliğin içinde yer almayan bir genç. Daha sonra Mesut Yılmaz Anavatan Partisi’ne girmeye karar verdiğinde abisiyle yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. “Ben Anavatan Partisi’ne, Turgut Özal’ın partisine gireceğim dediğinde” Abisi Turgut Yılmaz, “Nereden çıktı bu, sen siyaseti sevmezsin ki” diyor. Yani o kadar siyasetten uzak olduğunu biliyor. Mesut Yılmaz’ın siyaset anlayışı parlamentoda yapılan siyaset. Parlamento dışında yapılan siyasetten pek hazzetmiyor. Nitekim 12 Eylül sonrasında bakan olduğunda depolitizasyonu savunan, siyasetçilerin dışındaki kişilerin siyasetle uğraşmaması gerektiğini belirten demeçler vermişti. Malum bu politika aslında 12Eylül askeri rejiminin izlediği bir politikaydı.”
12 Eylül askeri darbesi tüm siyasi partileri kapatmıştı. Darbeden üç yıl sonra, 1983 Kasımı’nda yapılan ilk seçimde Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi tek başına iktidara geldi. Anavatan Partisi’nin kurucularından olan Mesut Yılmaz, Devlet Bakanı oldu ve hükümet sözcülüğüne getirildi.
Seçim olmasına ve sivil bir hükümet kurulmasına rağmen 12 askeri rejiminin tüm etkisini gösterdiği yıllardı. Birçok ilde sıkıyönetim sürüyor, cezaevleri yangın yeriydi. İdamlar bile sürüyordu.
“NE İLE MÜCADELE ETMESİ GEREKTİĞİNİ ÖĞRENDİ”
Anavatan Partisi’nin 5. Genel Başkanı da olan Nesrin Nas o dönemi Kısa Dalga’ya şöyle anlatıyor:
“ANAP’ın ilk dönemi bir taraftan da askerlerin devletin sahibi olduğu dönemdi. 1997’de ortaya çıkan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de bu söyleniyordu zaten. Yani ‘çıkacak kanunlar, yönetmeliklerin çerçevesini ben çizerim, siyasetin alanını ben belirlerim’ diyen bir belgeydi. Hatta o dönem çok tartışılmıştı. O belgenin bir iki maddesi de çok gizli devlet sırları içerdiği için kabineye filan da açıklanmamıştı. O belgelerin olduğu, askerin Türkiye’yi tamamen iç ve dış düşmanlar çerçevesine sıkıştırdığı ve buna ulusal güvenliğin her şeyin üstünde olduğu, hatta bu ulusal güvenliğe sadece askeri açıdan değil, ekonomik siyasi alanları belirlediği dönemde siyaset yaptı. O dönemde siyaset yaparken aslında neyle mücadele etmesi gerektiğini öğrendi.”
Kamuoyu Mesut Yılmaz’ın adını ilk kez Hükümet Sözcülüğü döneminde duydu. Çatık kaşları ve tok sesiyle ağır ağır konuşan genç siyasetçi ardından Kültür ve Turizm Bakanı, 1987’de ise Dışişleri Bakanı oldu. Daha kuruluş aşamasından bu yana ANAP’ı izleyen gazeteci Faruk Bildirici, Yılmaz’ın siyasetteki ilk yıllarına ilişkin izlenimleri şöyle:
“Mesut Yılmaz ilk hükümet sözcülüğüne atandığında belki de gazetecilerle görüşmekten pek hazzetmeyen bir bakandı. Sözcü olmasına rağmen biz gazeteciler çok zor ulaşıyorduk kendisine. Çok az açıklama yapıyordu. Bakanlar Kurulu gibi özel durumlar olmadığı sürece açıklama yapmıyordu. Bilirsiniz zaten Mesut Yılmaz için konuşmaların arasına reklam alıyor diye espri yapılırdı. Düşünerek çok ağır konuşurdu. O özelliğini hiçbir zaman üzerinden atmadı zaten. Bildiğim kadar Hasan Celal Güzel ona ‘dikkat et, düşünerek konuş, hata yapma’ diye öneride bulunmuş. Zor konuşan bir kişiydi. Hükümet sözcülüğü dönemi çok başarılı değildi doğrusu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na geçişi onun için bir nefes alma alanı olmuştu.”
Faruk Bildirici, Yılmaz’ın Dışişleri Bakanlığı’na geçişinde Kenan Evren’in etkili olduğunu söylüyor:
Kültür ve Turizm Bakanı’yken Kapadokya’ya bir gezi var. Evren’le Yılmaz birlikte gidiyor. O gezi sırasında iyi anlaşıyorlar. Turgut Özal Dışişleri Bakanlığı için başka bir isim önerince Kenan Evren “Neden Mesut Yılmaz’ı yapmıyorsun, çok genç ve parlak bir isim onu yap” diyor ve öyle Dışişleri Bakanlığı’na getiriliyor.
Dışişleri Bakanlığı’nda da çok sert bir bakan aslında. Almanya Dışişleri Bakanı Genscher’le bir tartışmasını hatırlıyorum mesela. Araya Ali Bozer girmese Almanya ile ilişkileri resmen kopartacak bir tartışma yaşıyor mesela. O sertliği o görüşmelerde de sürdürüyor. Diplomatik kıvraklığının çok olmadığını söyleyebiliriz. Üstelik Almancası çok iyi, Alman kültürünü çok iyi biliyor. Sözerine Genscher’in nasıl tepki vereceğini biliyor buna rağmen öyle davranmaktan kaçınmıyor doğrusu.”
Söz Yılmaz’ın kişisel özelliklerine gelmişken buradan devam edelim. O dönem Başbakanlık muhabiri olarak Mesut Yılmaz’ı izleyen bir başka gazeteci Mirgün Cabas:
“Başbakanlığın, onun konutunun önünde, araçların içinde çok beklemişliğimiz vardı. Bir de ekabir biriydi. Başbakan olduğu zamanda da kendi ritmine göre yaşardı. Geceleri çok geç yatardı. Partiden arkadaşları gelir uzun sohbetleri oldurdu. Yine bildiğimiz kadarıyla ki bugünkü bilgilerle tamamlandığında doğru olduğunu anladığımız, oyun oynardı. Kağıt oynamayı severdi. Biz de her sabah onun anons edilen programının ne kadar sarktığına tanıklık ederdik. Baktığım zaman çok nevi şahsına münhasır biriydi. Bugünkü siyasetçi profilinden çok farklıydı. Doğrusu, bugünkülerle karşılaştırıldığında takip etmek isteyeceğim bir siyasetçiydi. Çünkü daha gerçek bir adamdı. Olduğu gibi yaşıyordu, kendi hayat biçimini inkar etmiyordu. Kendine özgü bir adamdı.”
Cabas, 2001, Eski Türkiye’nin Son Yılı kitabı Mesut Yılmaz’la uzun bir röportaj yaptı. Bu röportaj sırasında yaşadığı renkli anları ise şöyle anlatıyor:
“Beni karşıladığı yer duvarları kitaplarla kaplı büyük bir çalışma odasıydı. Oraya ilk girdiğimde yuvarlak bir ahşap masada oturuyordu. Masanın dört yanında birer sandalye vardı, her sandalyenin yanında da servis masası gibi küçük masalar vardı. Bunu görünce kafamda şu canlandı. Burası Mesut Bey’in aynı zamanda oyun odasıydı. Zaman zaman arkadaşları geldiğinde masaya bir örtü seriliyor ve kağıt oynanıyordu. Bugüne kadar pek fazla anlatmadığım bir anım da var bununla ilgili. 2010 yılında Las Vegas’a gittim. Otelde asansöre doğru giderken Berna Yılmaz’la karşılaştık. Selamlaştık ama ben arkasından Mesut Yılmaz’ın geleceğini ve karşılaşmamızdan rahatsız olacağını düşündüğüm için oradan çekildim. Ama gecenin ilerleyen saatlerinde bir oyun masasında gördüm.”
ENTELEKTÜEL VE YARIŞMACI
Çalışma arkadaşı Nesrin Nas da Mesut Yılmaz’ın spor tutkusuna ve kitap okuma merakına dikkat çekiyor:
“Evet çok sert görünümlüydü, ama çok esprili biriydi. Çalışmak zevkti onunla. Her konuda konuşabilirdiniz onunla kitaplardan, müzikten, spordan konuşurdunuz. Sporu çok severdi, futbolu çok severdi. Onun televizyonunda haberler filan açık olmazdı. Mutlaka bir spor karşılaşması açık olurdu. Yarışmacıydı, yarışmayı severdi.
Yaşar Kemal’le çok iyi bir dostluğu vardı. Onunla görüşmeyi, sohbet etmeyi severdi. Bu biraz da ikisinin entelektüel düzeyinden kaynaklı bir dostluktu. Mesut Bey okumayı çok severdi. Bazen de benimle okuma yarışına girerdi. ‘Sen şu kitabı okudun mu’ diye sorardı. Son zamanlarına kadar da arardı “var mı yeni bir kitap” diye sorardı. Hatta en son ben ona Levitsky’nin ‘Demokrasiler Ölüyor mu?’ ve ‘Bir Alman’ın Hikayesi’ni önermiştim. Tabii okuyup okumadığını bilemiyorum, artık hastalığı ağırlaşmıştı.
Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığı gün Mesut Bey, ben ve iki kişi akşam yemeği yiyip kutlama yapmıştık, kadeh kaldırmıştık. Oysa o ödül bazılarınca nasıl tepki çekmişti, hatırlıyor musunuz?”
Mesut Yılmaz’ın çalışma arkadaşlarından bir süre bir süre sonra yolları ayrılan Erkan Mumcu ise eski liderini şöyle tanımlıyor:
“Tereddüt etmeden söyleyeceğim ilk cümle birikimli bir insan olduğu. Düşünebilen, düşünmeyi bilen ve düşünceye açık bir şahsiyet olarak tanıdım ben kendisini. Eleştiriye de açık bir şahsiyetti. Eleştirilmeyi öfkeyle ya da kırgınlıkla karşılamazdı. Kendisini eleştirenleri iletişim ağının dışına atan biri değildi. Hem demokrasi konusunda, hem kamu yönetimi konusunda saygı duyulmayı hak eden bir birikimi vardı. Eğitiminden de gelen bir desteği vardı. Akademik düşünmeye yatkın zihniyete sahip bir siyasetçiydi.”
Erkan Mumcu’nun bu sözleriyle renkli anlardan yine Mesut Yılmaz’ın yaşamına ve hiç bitmeyen Türkiye’nin çalkantılı günlerine dönüyoruz.
ÖZAL’LA YOLLAR AYRILIYOR
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığından ayrılmasının ardından Turgut Özal Çankaya Köşkü’ne çıktı. Anavatan Partisi’nin parlak bakanı Mesut Yılmaz parti liderliği ve başbakanlık bekliyordu. Ancak Turgut Özal’ın tercihi Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut’tan yana oldu. Akbulut ANAP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. Yıl, 1989’du.
Yılmaz hedefine 1991’de ulaştı. Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın İstanbul İl Başkanı olmasına destek verdi. Özal ailesi de Yılmaz’a. Olağanüstü Kongre’de Mesut Yılmaz genel başkanlığı kazandı ve başbakan oldu. Gençliğine ve enerjisine güveni tamdı. Erken seçime gitti ve ANAP ikinci parti oldu. Artık ana muhalefet lideriydi.
Yine Faruk Bildirici’nin tanıklığıyla o günlere gidiyoruz:
“Mesut Bey’i genel başkanlığa getiren aslında Semra Özal ve onun ikna etmesiyle Turgut Özal’dı. Fakat partide genel başkanlığı kazandıktan sonra önce Semra Özal’ı partiden uzaklaştırdı, sonra Özal kendi gitti. Böylelikle Özal ailesi tamamen partiden ayrıldı. Sonra Mesut Yılmaz’ın Turgut Özal’la ilişkisi çok çatışmalı bir hale döndü. Turgut Bey onun kendisine ihanet ettiğini düşünüyordu. Zaten son konuşmalarında da hep söylüyordu. Turgut Özal Anavatan Partisi’ni bırakıp yeni bir parti kurma çalışmalarına başlamıştı. Fakat Turgut Özal’ın da 1993’te beklenmedik şekilde vefat etmesi o günün siyasetini daha da çalkantılı hale getirdi. Her şeyin birbirine girmesine yol açtı.”
Artık DYP SHP koalisyonu vardı. Kürt siyasetçiler kendi kimlikleriyle SHP çatısı altında Meclis’e girmiş ama Meclis’ten atılmış, tutuklanmıştı. Sivas, Gazi katliamları tarihe birer kanlı çentik daha atmıştı. Faili meçhuller, gözaltında kayıplar ve bitmeyen ekonomik krizler yaşanıyordu.
ÇİLLER İLE MÜCADELE
1995 sonunda yapılan seçimde de hiçbir parti tek başına hükümet kuramayacaktı. Koalisyon görüşmeleri sürerken Türkiye Cumhuriyeti’nin 53. Hükümeti kuruldu ve Mesut Yılmaz bir kez daha başbakan oldu. Bildirici’ye göre üzerinde hep asker gölgesi vardı:
“Askerlerle ilişkisi hep bir yandan dostlukla bir yandan çatışmayla gidiyordu. Kısa süreli ilk başbakanlığını saymazsak, yine kısa süreli iki başbakanlığında da askerlerin ciddi etkisi var. 1996’daki ikinci başbakanlığı sürecinde Tansu Çiller, Necmettin Erbakan’la anlaşmak üzereydi. Çiller’in Mesut Yılmaz’la yıldızı hiç barışmıyordu çünkü. Tam o sırada dönemin genelkurmay başkanı Meclis Başkanı Mustafa Kalemli aracılığıyla devreye giriyor ve birden bire Çiller ile Erbakan arasındaki koalisyon görüşmeleri bozuluyor ve Yılmaz Çiller koalisyonu kuruldu.”
Merkez sağda olduğunu iddia eden iki partinin koalisyonu sadece üç ay sürdü. Çiller ailesinin mal varlığı ve örtülü ödenek tartışmalarıyla dağıldı Yılmaz Çiller koalisyonu. Yerine Refah Partisi Doğruyol Partisi koalisyonu’nu kuruldu. Gazeteci Mirgün Cabas’a göre Çiller ile rakip olmak Yılmaz için bir handikaptı.
“Onun talihsizliği Tansu Çiller gibi biriyle aynı kompartımanda olması ve onunla karşılaştırılmasıydı. Tansu Çiller halde öyle olmadığı halde çok muhafazakar, mukaddesatçı, milliyetçi gibi davranan bir siyasetçiydi. Bunun karşılığında Mesut Yılmaz’ın hiç o taraklarda bezi yoktu, daha liberal, daha özgürlükçü biriydi ama merkez sağ kulvarda hep Tansu Çiller ile karşılaştırıldı. Haksız bir rekabetti. Çiller olmadığı gibi görünen bir siyasetçiydi Mesut Yılmaz onunla kıyaslanıyordu. Oysa Çiller’den daha fazla okumuş, donanımlı biriydi. Meseleler üzerine daha çok düşünmüş biriydi. Yılmaz’ın handikapı Tansu Çiller ile rakip olmasıydı.”
28 ŞUBAT VE SONRASI
REFAH YOL hükümetinde de her şey aynı sürüyordu. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, hukuksuz tutuklamalar ve cezalandırmalar, ölüm oruçları, çatışmalar, ölümler, ekonomik ve siyasi kriz… Ama Türkiye tarihinin en büyük skandallarından biri trafik kazasıya su yüzüne çıktı. Devletin yasadışı güçlerle ilişkisi Susurluk skandalı olarak tarihe geçti. Mesut Yılmaz ana muhalefet lideriyken Susurluk çetesine ilişkin sert tavırları nedeniyle saldırıya da uğradı. Budapeşte’de uğradığı yumruklu saldırıda burnu kırıldı.
Tüm bunlar olurken bir kez daha asker devreye girdi. Tarihe post modern darbe olarak geçecek olan Milli Güvenlik Konseyi’nin 28 Şubat kararları alındı. Hükümet yine değişti, Mesut Yılmaz bir daha başbakan oldu.
Nesrin Nas’a göre Yılmaz bu başbakanlık görevini mecburen üstlenmişti:
“Zaten bu Mesut Bey 28 Şubat’ın başbakanı olmaktan son derece rahatsızdı. Ama bize hep şunu söylüyordu, eğer ben bu görevi almasaydım, çok daha sert bir darbe olabilirdi. Ben onun önünü aldım. Ama o arada onun çabalarıyla Milli Güvenlik Siyaset belgesi tartışılmaya başlandı.”
ANASOL-D hükümeti de olarak bilinen Yılmaz Başbakanlığı’ndaki bu hükümetin ömrü de bir başka skandal kısa sürdü. Türkbank’ın Korkmaz Yiğit’e satılmasında suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın etkisi ortaya çıkınca CHP hükümete verdiği desteği çekti ve Mesut Yılmaz hükümeti düşürüldü.
Yılmaz, 1999 seçimlerinin ardından bir kez daha koalisyon ortağı oldu. DSP, MHP, ANAP koalisyonunun başbakan yardımcısı olarak görev aldı. Bu dönemde de Türkiye her zaman olduğu gibi büyük çalkantılar yaşadı. 17 Ağustos 1999 depremi, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilip hapsedilmesi, cezaevlerinde katliamlar, açlık grevleri, büyük bir ekonomik kriz ve ardından Kemal Derviş’in ekonominin başına getirilmesi gibi.
Bu dönemde Mesut Yılmaz’ın özgürlükçü çıkışları dikkat çekti. Kürtçe yasağının, idam cezasının kaldırılması gibi adımlarda öncü oldu. “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer sözü” siyasi tarihe geçti. Milli Güvenlik Siyaset belgesini tartışmaya açtı ve askerlerin siyaset üzerindeki etkisini azaltamaya çalıştı.
ASKERLERLE KARŞI KARŞIYA
Gazeteci Mirgün Cabas 2017’de yayınlanan Eski Türkiye’nin Son Yılı kitabı için yaptığı röportajda Mesut Yılmaz’ın o günler için söylediklerini Kısa Dalga’ya anlattı.
“Ben o zaman AB’den sorumlu pozisyondaydım. Ecevit hiç inanmadı bunu Meclis’ten geçirebileceğime. Ben Meclis’te iktidar partisi dışındaki partilere gittim. Çiller’le görüşmemiz iki dakika sürdü ve destek vermeyeceğini söyledi. İsmail Cem YTP’yi kurmuştu ve ‘hayal görüyorsun, bunu Meclis’ten geçiremezsin’ dedi. AKP yeni kurulmuştu, onlara gittim idamı koruruz ama Kürtçe yasağının kaldırılmasına destek veririz dediler. Eyüp Aşık DYP’ye yeni katılmıştı, oradaki Kürt milletvekillerini örgütlemesini sağladım. Böylelikle iktidarın oylarının yetmediği yerde benim girişimlerimle AB’ için ilerleme olacak yasaları geçirmeyi başardık.”
Cabas, Yılmaz’ın demokratikleşme paketini muhalefeti örgütleyerek geçirmesine çok önem verdiğini ve bununla gurur duyduğunu söylüyor.
Mesut Yılmaz’ın bu tavrı askerlerle ilk kez cepheden karşı karşıya gelmesine neden oldu. Yine Mirgün Cabas’ın tanıklığına başvuruyoruz.
“2001 yılında Mesut Yılmaz’ın askerle karşı karşıya gelmesine neden olan birkaç çıkışı var. Mesela ülkenin ileriye gitmesine güvenliği bahane ederek askerler engel oluyor gibi bir çıkışı var. Bu dönemde o bir söz söylüyor, askerler iki sayfalık açıklama yapıyor. Bir de o dönem askerlerin en geveze oldukları zamanlar. Her gün gazeteler askerlerin demeçleriyle doluydu. Mesut Yılmaz da dengelemeye çalışan açıklamalar yapıyordu. Ben bunu sordum Mesut Yılmaz’a bana, “Ben o zamanlar askerlerin gerilemesi gerektiğini düşünüyordum. Bunu MGK’da da söylüyordum. Bekliyordum ki ben böyle çıkış yaptığımda başka siyasetçiler siyasetin alanını genişletmek için benim arkamda duracaklar. Ama siyasiler hep askerin arkasında saf durdu. Benim de daha fazla ilerlememe pek fazla alan kalmıyordu. Bir askerle bir sivil karşı karşıya geldiğinde doğal olan, elinde silah olmayanın geri adım atmasıdır.”
Erkan Mumcu’ya göre uzun yıllardır süren askerin siyasete müdahalesi siyasetçileri etkilemişti, Mesut Yılmaz da bundan nasibini almıştı:
“Özellikle askerlerin siyasal alana ilişkin rollerinden hem kaygılı, hem rahatsız bir parça da tedirgin bir siyasetçiydi. Ama bir dönem sonra askerler kendisini doğrudan hedef aldığında o da doğrudan cevap vermeye, meydan okuyucu bir tutum sergilemeyi seçti. Özellikle Avrupa Birliği muktesebatın üstlenilmesi konusunda samimiydi. Türkiye’nin geleceğinin, istikrarının buradan ancak sağlanabileceğini düşünüyordu.”
Siyaset alanında bunlar yaşanırken ülke ağır bir ekonomik bunalıma sürükleniyordu. Bir MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer ile Başbakan Ecevit arasında yaşanan tartışma ekonomik krizin su yüzüne çıkmasına neden oldu.
O dönem Anavatan Partisi milletvekili de olan Nesrin Nas’a göre Sezer Ecevit gerginliği bahaneydi ve kriz göz göre göre gelmişti:
“O anayasa atmaya geldiğinde zaten bir bahaneye bakıyordu. Koalisyon ortakları arasındaki uzlaşmazlıktan, dirençten ekonomik program uygulanamıyordu. Bütçede kısıtlamalara gidilmesi gerekiyor, vergilerin artırılması gerekiyor arada bir de çok büyük bir deprem yaşandı 1999’da. Devletin ne halde olduğunu hepimiz yaşayarak gördük depremde.”
Ekonomik kriz IMF ile bir kez daha masaya oturma ve Kemal Derviş’in ekonominin başına geçip oluşturduğu programla aşılmaya çalışıldı. Ancak Başbakan Ecevit’in sağlığı bozulmaya başlamıştı. Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı sonun başlangıcı oldu. Mesut Yılmaz’ın o dönem için ne düşündüğünü öğrenmek için yine Mirgün Cabas’a kulak verelim:
“Şunu birkaç defa söyledi: Biz, bizden önceki hükümetlerin popülist politikalarının sonucu olan bir krizi yönetmeye çalışıyorduk. Ama esas sebeplerinden bir tanesi de 1999 depremiydi. Bu büyük bir yıkıma yol açmıştı, bunu yönetmeye çalışıyorduk. Fena da gitmiyorduk aslında. Kemal Derviş’in gelmesi, bizim programa uymamız, her şeye rağmen koalisyonun iyi bir performans sergilemesi sonucunda biz buradan çıkabilirdik. Ama bunun için bir süre daha iktidarın devam etmesi ve uyguladığımız ekonomik programın meyvelerini almamız gerekirdi. Ben bunu birkaç kez çeşitli platformlarda dile getirdim. Burada Devlet Bahçeli’nin hiç beklenmedik bir zamanlamayla erken seçimin yolunu açması hepimizin baraj altında kalmasına neden oldu. Bahçeli bu seçimlerden kendisinin en karlı çıkacağını zannediyordu. Ama çok büyük yanıldı. Ben hepimizin büyük bir mağlubiyete uğrayacağını tahmin ediyordum bizim bir, bir buçuk yıl iktidarda kalmamız gerekiyordu.”
2002 Kasım’ında yapılan erken seçimde parlamentoda bulunan partilerin hiçbiri yüzde 10 barajını aşamadı. Yeni kurulan AKP tek başına iktidara geldi, ana muhalefet partisi ise bir önceki seçimde barajı aşamayan CHP oldu.
VE YENİLGİ
Türkiye koalisyonun son yılında seçime giderken ANAP’tan kopmalar da başladı. Bazı ANAP’lılar istifa edip yeni kurulan AKP’ye katılıyordu. Bu isimlerden biri olan, ilk AKP hükümetinde bakanlık da yapmış olan Erkan Mumcu’ydu. Mumcu Mesut Yılmaz’la istifasından üç yıl önce görüş ayrılıklarına düştüklerini anlattı.
“Ben ısrarla, 28 Şubat etkisinin merkezi, daha devletçi ve laikçi bir noktaya çekmesiyle sağın radikal bir alanda kaldığını, orta sağın sağı, kucaklamasının yolunun devleti daha liberal bir yere çekmekten geçtiğini düşünüyordum. Devletçi ve laikçi statükocu eğilimlere meydan okumak gerektiğini söylüyordum.
O da bunu Türkiye’yi istikrarsızlaştıracak bir şey olarak görüyordu. Benim önerim o koalisyondan ayrılmak ve seçime gitmekti. Bunları daha sonraki buluşmalarımızda da konuştuk. Kimin haklı kimin haksız olduğunun önemi yok. O da Anavatanlı’ydı, ben de. Yenilmiştik. Anavatan Partisi’nin sahip olduğu zihniyet ne yazık ki yenilmişti.”
Artık parlamento dışında olan Mesut Yılmaz Mavi Akım Yüce Divan’da yargılandı. İlk kez bir başbakan Yüce Divan’da yargılanıyordu. Ceza almadı, ama beraat de etmedi. Kimine göre bu yargılama bir intikam harekatıydı. Yılmaz 2007’de Rize’den bağımsız milletvekili oldu. Aslında Türkiye’ye damga vuran iki Rizeli politikacıdan ilkiydi. Kim bilir belki de yaptıkları ve yapamadıklarıyla ikincisinin önünü açmıştı. Türkiye siyasetinden bir Mesut Yılmaz geçti hatalarıyla sevaplarıyla.