TÜRKİYE’NİN CANNES YOLCULUĞU: NURİ BİLGE CEYLAN - 1

Yeşim Özdemir, Sinepod podcast serisinde, Cannes Film Festivali’ne katılan ve festivalden ödülle dönen yerli filmleri ve bu filmlerin yaratıcılarını anlatıyor, filmdeki oyuncularla konuşuyor. Sinemaseverlerin ilgiyle dinleyeceği bu podcast serisinin ikinci bölümünde Nuri Bilge Ceylan var.

Yönetmen, senarist ve fotoğraf sanatçısı Nuri Bilge Ceylan, sanat sinemasında, şahsına münhasır bir tarz oluşturarak adından çokça söz ettiriyor. 
Yazdığı ve yönettiği her film, sadece Türkiye’de değil, uluslararası arenada da ödüle doymuyor.

Cannes’da birçok kere ödül alarak festivalin tanınmış yüzleri arasına giren yönetmeni bir bölüme sığdıramayacağım için, kendisini ve Cannes’da ödül almış filmlerini iki bölümde anlatmaya çalışacağım.

Nuri Bilge Ceylan’ın çocukluğu sinemasından hep övgüyle bahsettiği Yılmaz Güney’in çocukluğu gibi Yenice isimli bir kasabada geçiyor. Güney’in Yenice’si Adana’ya bağlıyken Ceylan’ın Yenicesi ise Çanakkale'ye bağlı.

Ceylan, kıyıda köşede kalmış hikayeleri gün yüzüne çıkaran; kasabaların, köylerin ruhunu çok iyi yansıtabilen bir yönetmen. Onun bu başarısında, çocukluğunu kırsal kesimde geçirmesinin büyük payı var. 

Mühendislikten yönetmenliğe…

Lise yıllarında başlayan fotoğrafçılık merakı, karizmasıyla kendisini Cat Stevens’a benzettiğim üniversite yıllarında daha da profesyonelleşerek devam ediyor. Boğaziçi Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği bölümünde okurken, üçüncü sınıfta mühendis olmak istemediğine, fotoğrafçılık yapmak istediğine karar veriyor. Ancak o yıllarda reklam fotoğrafçılığı gibi bu işten para kazanabilecek alanlar gelişmiş olmadığı için bunun bir meslek olamayacağını düşünüyor.

Çok sonraları sinemaya atılmaya karar vererek Mimar Sinan Üniversitesinde, Sinema Televizyon Bölümü’nde okuyacağını, bir taraftan da geçimini sağlamak için tanıtım fotoğrafları çekeceğini o yıllarda henüz kendisi de bilmiyor.


Üniversiteyi bitirdikten sonra “kendini arayan adam” olarak önce Londra’ya gidiyor, orada bir müddet yaşadıktan sonra karşılaştığı bir kitap vesilesiyle Nepal’e doğru macera dolu bir yolculuğa çıkıyor. Ancak kendisini ne batıda ne doğuda bulamıyor ve Türkiye’ye geri dönüyor…
NTV’de “Benim Sanatım” adlı programda bu yolculuk serüvenini şöyle anlatıyor:

“Batıda kaldıkça, içimdeki boşluğun iyice büyüdüğünü gördüm, hissettim yani ve giderek beni korkutmaya başladı hatta. O zaman sanki yanıt başka bir yerde gibi bir duygu uyandı. O noktada bir kitapla karşılaştım. Belki başka bir şeye rastlasaydım o yöne gidebilirdim. Bir kere benim doğama hiç uygun olmadığını anladım. Ben daha bireysel bir insan olduğumu, böyle sürüler halinde yaşamaya uygun olmadığımı çok kısa sürede anladım”  


İlk kez bir kısa film “Altın Palmiye” için yarışıyor


Bu kendini arama serüveninde içinde büyüyen boşluk ve kendi tabiriyle melankoliye dönen yalnızlık duygusu onu sinemaya bir adım daha yaklaştırıyor.
Ve ilk kısa filmi “Koza” ile sinema dünyasına özgün bir giriş yapıyor.

Nuri Bile Ceylan, siyah-beyaz çektiği bu kısa filmde anne ve babasının öyküsünü yine onların oyunculuğuyla ekrana taşıyor. 
Koza, 1995 yılında, Cannes Film Festivali’nin Kısa Film Seçkisinde yer alıyor.
Türkiye’den ilk kez kısa film dalında bir yapıt, Cannes’da Kısa Film Altın Palmiyesi için yarışıyor.


Koza: “Bir Fotoğrafçılık eseri”

Anne ve babasının gündelik hayatlarından görüntüleri hiç diyalog kullanmadan bir araya getiren yönetmen bu ilk sinema girişimini daha çok “bir fotoğrafçılık eseri” olarak tanımlıyor:

“Koza’yı yapmadan önce on yıl kadar kendime salt güven kazanabilmek için, böyle bir sisteme oturtabilmek için, sinema tekniği okudum.Kuramsal olarak okumanın yanında sinema tekniğini belki de daha fazla okumuşumdur. Araştırdım yabancı kaynaklardan…”


Ceylan, sinemaya giriş filmi olması açısından epey zorlandığı Koza’nın ardından uzun metrajlı ilk filmini çekmek için kolları sıvıyor.
Ve 1996 yılında yine aile hayatından bolca izler taşıyan “Kasaba” filmini çekmeye başlıyor. 


İlk filmlerinde hiç ünlü yok

Yönetmen Ceylan Kasaba’nın senaryosunu, ablasının öyküsünden yola çıkarak yazıyor:

“Koza otobiyografik bir filmdi. Kasaba da aynı şekilde. Zaten iskelet olarak ablamın bir öyküsünden yola çıkıyor. Yine yaşadığımız şeyleri anlattığı. Henüz yayımlanmamış “Mısır Tarlası” isimli öyküsünden yola çıktı”

Hikayesi 1970’lerde geçen “Kasaba” filmini, anlatısına uygun olacağını düşündüğü için yine siyah beyaz çeken yönetmen, küçük bir kasabada yaşayan insanların iç dünyalarını, çatışmalarını ve hayata tutunma çabalarını bir ailenin gözünden anlatıyor. Koza’da olduğu gibi bu filminde de hatta sonrasında çekeceği “Mayıs Sıkıntısı” filminde de yine yönetmenin anne ve babasını başrolde görüyoruz. Dahası ilk 5 filminde neredeyse herkes Ceylan’ın ya akrabası ya da arkadaşı, yani ilk filmlerinde hiç ünlü yok. Bu da sinemaya henüz atılmış ve kendi imkanlarıyla film çekmeye çalışan bir yönetmen için birçok açıdan kolaylık sağlıyor.

Tabi oyuncuları ailesinden veya yakın arkadaşlarından seçmesinin tek nedeni kolaylık sağlaması veya maddi imkansızlıklar değil, yani en azından ilk filmlerinde böyle olsa da zamanla bu tercih Nuri Bilge Ceylan sinemasının özgün bir parçası haline geliyor. Çünkü yönetmene göre, oyunculukla alakası olmayan, sinemadan uzak bu insanların rol yapma çabasına girmeden doğal davranışlarını sergileyebilmeleri daha kolay oluyor. 

Yönetmen amatör oyuncularla çalışmayı neden tercih ettiğini şöyle açıklıyor:

“Oyuncuların sahnenin gerektirdiği mimikleri ve jestleri yapmaya çalışmasını sevmiyorum. Yani üzüntülü durması gerektiğini düşünüp üzüntülü bir yüz ifadesi takılmasını kesinlikle istemiyorum. Yani seyirci zaten onun orda içinin üzgün olduğunu yüz ifadesinden değil durum yüzünden anlayacaktır. O yüzden bazen tiyatrocularla sorun yaşayabiliyorum. Yani tiyatroda belki gerekli olan bazı jestleri ve ifadeleri yapma alışkanlığından vazgeçemeyebiliyorlar.
Ama oyunculuk deneyimi olmayanlar bazen daha iyi geliyor bu yüzden. Belli numaralarla belli şeyleri gizleyerek senaryoyu, diyalogları, daha sonra başlarına gelecek şeyleri senaryoda gizleyerek yüz ifadelerini denetleyebiliyorsunuz. Sinemada fazlılık gibi görünebilecek mimiklerden, jestlerden arındırmak daha kolay olabiliyor onları. O yüzden amatör oyuncularla çalışmayı seviyorum. Ama her oyuna uygun amatör oyuncu da bulunamayabiliniyor. Dolayısıyla bir karışım oluşturuyorum.”


“Her şeyin filmi yapılabilir”

Yönetmenin doğallık arayışı sadece oyuncularla ilgili değil, bu arayış filmin konularına ve mekan tercihlerine de yansıyor. Sıradan insanların, günlük, sıradan hayatlarını, kendi doğal mekanlarında perdeye yansıtıyor ve ona göre her şeyin filmi yapılabilir:

“Mekan konusuna öyle çok da fazla önem vermem. Yani buna uygun güzel mekanlar olsun falan. Çünkü en çirkin mekan da bile kameranın konacağı altın bir nokta vardır ve oradan o mekan da canlanabilir, daha fotoğrafik hale gelebilir, diye düşünürüm. Üstelik, kendi nitelikleri açısından çok estetik olmayan bir mekandan çıkarılmış iyi bir resim bana daha değerli gelir.
Genellikle bir filmi bitirmeden daha sonra ne çekeceğim konusuna pek karar vermiyorum. Öyle bi serhoş gibi adeta, üzerime yağan imgelerin altında dolaşırken, bişeyler yavaş yavaş egemenliği altına alıyor sizin bünyenizi ve orda bişey oluşmaya başlıyor kendiliğinden. Yani ben şunun üzerine bir film yapmalıyım gibi ya da şimdi şöyle bir film yapmam lazım gibi bir süreç kesinlikle yok. Çünkü her şeyden bir film yapılabileceğine inanıyorum. Daha önce hiç aklıma gelmeyen bir detay daha önemli gelmeye başlıyor. Sizi etkisi altına almaya başlayabiliyor. Ve onun üzerine bir film yapma düşüncesi yoğunlaşıyor.”


Kasaba’nın devamı niteliğinde “Mayıs Sıkıntısı”

Yönetmen Ceylan, genellikle çok küçük bir castla çalışıyor. Hatta ilk filmlerinde neredeyse tek başına olduğu için, başından sonuna tüm teknik işlerle kendisi ilgileniyor. Yönetmenlik, senaryo, kurgu, ses dizaynı gibi işlerin yanı sıra kamera başına geçip çekimleri de kendisi yapıyor. İlk zamanlarda bu çalışma yöntemini imkansızlıklar nedeniyle tercih etmiş olsa da ilerleyen dönemlerde büyük set ekibiyle çalışmaya başladığında buna alışmak ona çok zor geliyor. Çünkü o her şeyi kontrol etmeyi seven bir yönetmen…

Dünya prömiyeri Berlin Film Festivali’nde yapılan Kasaba’nın ardından hemen hemen aynı castla Mayıs Sıkıntısı’nı çekiyor. Bir yönetmenin büyüdüğü kasabada film çekme çabasını anlatan Mayıs Sıkıntısı, yine aynı kasabada geçiyor ve bir önceki filminin devamı niteliğinde. Daha doğrusu filmin içine entegre edilmiş kamera arkası görüntüleriyle, Kasaba filminin kamera arkasında yaşananları izliyor gibiyiz.

Bu yönüyle ilgi çekici olsa da seyircide artık yeni yüzler, yeni mekanlar beklentisi uyandırıyor.
Fakat bu filmdeki teknik yenilikler yönetmeni profesyonellik noktasında bir adım daha ileriye atıyor.
Nuri Bilge Ceylan, Mayıs Sıkıntısı ile beraber hem renkli filme giriş yapıyor hem de artık dublaj yerine sesli çekim tekniğini kullanmaya başlıyor. Bu da görüntülerin doğallığıyla eksik kalan uyumunu tamamlıyor.
Filmin en ilgi çekici hikayesi olan, ilkokul öğrencisi Ali’nin müzikli saat alabilmek için 40 gün boyunca cebinde yumurta taşıması hikayesi, Nuri Bilge Ceylan’ın arkadaşı Ahmet Uluçay’ın  çocukken başından geçen gerçek bir hikaye.
Ceylan, çekimleri boyunca filmin adının değişeceğini, Mayıs Sıkıntısı’nın geçici bir isim olduğunu söylese de film Mayıs Sıkıntısı olarak gösterime giriyor….

Filmlerinde, hayatın bütün hallerini kapsadığını düşündüğü Çehov’un hikayelerinin, etkili olduğunu sıkça dile getiren yönetmen, Mayıs Sıkıntısı’nı çok sevdiği Rus yazarlardan Anton Çehov’a adıyor.



Alin Taşçıyan: “Nuri Bilge Ceylan hakiki bir estet”

Çehovyan anlatı tarzı özellikle erken dönem filmlerinde belirgin bir özellik olarak öne çıkıyor.

Mayıs Sıkıntısı’nın hemen ardından gelen Uzak filminde de bu tarzın izlerini görmek mümkün.
Bazı sinema eleştirmenlerince taşra üçlemesi olarak da tanımlanan Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri yönetmenin sinema çizgisini ve tarzını oturtmaya çalıştığı filmler…
Ancak Nuri Bilge Ceylan sineması üzerine sohbet ettiğimiz Sinema Yazarı ve Eleştirmeni Alin Taşçıyan yönetmenin ilk filminden beri bir tarzı olduğunu düşünenlerden:

“Hayır Nuri Bilge Ceylan’ın stili hep vardı. Fotoğraflarında bile vardı. İFSAK’da (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) fotoğraflarında vardı. Aynı şekilde Koza’da devam etti, aynı şekilde Kasaba’da devam etti, aynı şekilde Mayıs Sıkıntısı’nda devam etti, aynı şekilde Uzak’ta devam etti. Her daim vardı. Bir filmden sonra ya da bir filmle oluşmuş değil.

-Peki sizce bu ekol, nasıl bir ekol yani pek çok isimden etkilendiğini zaman zama kendisi de söylüyor. Ama bu etkilenmelerin yanısıra kendisinin özgün bir tarzı da oluşuyor tabi…

-Şimdi Nuri Bilge Ceylan hakiki bir estet.
Yani görsel olarak bu estetiği daha çok hissediyorsunuz. Yani Uzak’taki kar planları hatırlayalım, öyle değil mi? Yahut mesela Kasaba’da okuldan içeri girmiş ıslanmış çocuğun çoraplarını asmasını, o çoraplardan akan suyun sobanın üzerinde pıt pıt ses çıkarmasını hatırlayalım.
Yani bu imgelerin hemen hepsinde ortak olan bir şey var. Yani orada yönetmenin gözünü hissedersiniz. Yani bir karakterin gözü değildir Nuri Bilge Ceylan’ın gözü. Her daim yönetmenin gözüdür. Mesela o bir uzun plan yönetmeni. Onun planları uzundur. O bir Sovyet ekolünden işte Tarkovsky’den geldiğini düşünebilirsiniz. 

-Filmlerinde, hayatın gerçek ritmine yakın bir zamansal akış ve görüntüler söz konusu. Duş almak ne kadar sürüyorsa işte gerçek zamanın içerisinde filmlerinde de o kadar, hatta o yüzden de tek planlar, kesintisiz uzun planlar kullanmayı tercih ediyor. Belki de sırf bu yüzden kimi izleyici kitlesine de sıkıcı ve durağan geliyor. 


-Yani o inandırıcılık meselesi, gerçeklik duygusu tamamen farklı şeyler bana sorarsanız. Nuri Bilge Ceylan bazı şeyleri hiç kullanmaz mesela. Yani onun böyle bi; şu an, burada olan biteni anlatmak ve onun politik etkisini ölçmek gibi bir derdi hiç yok bana sorarsanız.
-Anlatmak değil, göstermek istiyor çoğu kez.
-Öyle zaten. Zaten görsel bir yönetmen de o demek.

Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki zamansal akışla ilgili, Sinema Yazarı ve Eleştirmeni Atilla Dorsay da bir röportajında “geçmekte olan zamanın duygusunu veren” bir sinema demişti…




Mehmet Emin Toprak hayatını kaybediyor…

Şimdi tekrar yönetmenin Uzak filmine dönelim…

Uzak, biri taşralı diğeri kentli iki bireyin hayata tutunma çabalarının kesiştiği bir film. Ve tabi tutunamayan bu iki karakterin çatışan gündelik dertlerini de görüyoruz. Diğer filmlerinde olduğu gibi Uzak’da da yönetmen; olaylara odaklanmaktan çok karakterlere odaklanıyor. Çünkü olaylara odaklanmanın karakterleri tanımanın önüne geçeceğini düşünüyor. Karakterlerin içinde bulundukları durumları güçlü oyunculuk performansları yerine mimiksiz, durağan bir oyunculukla ve asgari düzeyde diyalogla aktarıyor. Bu yöntemle izleyiciyi karakterin iç dünyasına çekerek, izleyicinin karakteri iyi tanımasını sağlıyor. 

Mayıs Sıkıntısı’nın son sahnesinde Saffet karakterini oynayan Mehmet Emin Toprak, kasabada daha fazla yaşayamayacağına karar veriyor ve elinde çantasıyla uzunca bir yolda yürüyordu.
Uzak filmi de aslında bu sahnenin devamıyla başlıyor.
Bu kez Yusuf karakteriyle karşımızda olan Toprak, yaşadığı kasabadan ayrılıp, İstanbul’a iş aramaya, gidiyor ancak misafir olduğu akrabası Mahmut tarafından pek hoş karşılanmıyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın kuzeni olan ve ilk üç filminde oynayan Mehmet Emin Toprak, Uzak filminin yarıştığı Ankara Film Festivali’nden “Jüri Özel Ödülü” ile dönerken, yolda kendi kullandığı araçla trafik kazası geçiriyor ve bu kazada hayatını kaybediyor.

Uzak filmindeki performansıyla daha önce de Antalya Film Festivali’nde “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü alan Mehmet Emin Toprak, ölümünden bir yıl sonra, 2003 yılında, rol arkadaşı Muzaffer Özdemir ile birlikte Cannes’da “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne layık görülüyor. 


Yılmaz Güney’e adanan ödül

Uzak filmi, 2003 yılında, Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’a da Büyük Ödül’ü kazandırıyor. Aslında film Altın Palmiye Ödülü için yarışmıştı ve Cannes’daki hakim görüş Uzak’ın bu ödüle çok yakın olduğu yönündeydi. Altın Palmiye’den sonra, festivalin ikinci büyük ödülü olan ve 1995 öncesi “Jüri Büyük Ödülü” olarak bilinen bu ödülü alan yönetmen Ceylan, ödülü Yılmaz Güney’e adıyor.

Yılmaz Güney, 21 yıl önce Şerif Gören ve kendisinin ortak çabasıyla çekilen “Yol” filmiyle Cannes’da Altın Palmiye Ödül’ünü almış ancak ödülü ülkesine getirememişti. Nuri Bilge Ceylan bu trajik bağlantıya atıfta bulunarak, ödülünü Yılmaz Güney’e adıyor.
Ceylan, o yıllarda Sedef Kabaş’ın Sesli Düşünenler Programı’nda konuyla ilgili duygularını şöyle dile getiriyor.  

“Yılmaz Güney’in özellikle Cannes Film Festivali ile bir kader bağı var, trajik bir bağ bu. Altın Palmiye almak gibi bir onura eriştikten sonra, ülkesine asla geri dönememiş olması bana çok trajik gelen bir şey. Üstelik ülkesini bu kadar seven bir yönetmen” 



Nuri Bilge Ceylan ilk kez başrolde


Birçok festivalden ödülle dönen Uzak filminden sonra, yönetmen filmlerinde teknik ve biçimsel bir dönüşüme giriyor… Artık farklı mekanlar, farklı yüzler, daha büyük castlar, dev prodüksiyonlar devreye giriyor.
Bu değişimler silsilesi ilk defa İklimler filmiyle başlıyor.
Konu ve mekan tercihleri, cesur sevişme sahneleri, sert aksiyonlar içeren sahneler izleyicinin Ceylan sinemasında pek rastlamadığı unsurlar. Ancak asıl sürpriz yönetmenin bu defa başrol oyuncusu olarak ekran karşısına geçmesi hem de eşi Ebru Ceylan’la birlikte…
Aslında bu onun ilk oyunculuk deneyimi değil, daha önce bir arkadaşının kısa filminde oynuyor.
İşte o kısa filmden sonra ilk defa kendi filminde oynuyor.



İkili ilişkilerin mevsim mevsim değişen dinamiğini izlediğimiz İklimler filmi 59. Cannes Film Festivali’nde yine Altın Palmiye adayları arasında yarışıyor.
Ancak yönetmen İklimler filmiyle festivalin bağımsız ödülleri arasında bulunan FIBRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu Ödülü) ödülünü kazanıyor.

Sinepod’un bu bölümünde yönetmen Ceylan’ın Cannes’daki serüvenini yarıladık. Bir sonraki bölümde yine Nuri Bilge Ceylan’ın kalan diğer filmlerini ve Cannes’ın en prestijli ödülü olan Altın Palmiye Ödülü’ne giden süreci konuşacağız…



KAYNAKLAR:


NURİ BİLGE CEYLAN SÖYLEŞİ TRT-  1/3

https://www.youtube.com/watch?v=z2zGlBWEuhM


NURİ BİLGE CEYLAN SÖYLEŞİ TRT-  2/3

https://www.youtube.com/watch?v=pm4SpYIEpx4&ab_channel=AlperAltunlu


NTV BENİM SANATIM
https://www.youtube.com/watch?v=8z_dMCS680o&t=753s


KASABA VE SİNEMA PROGRAMINDA NURİ BİLGE CEYLAN (TRT 2, 1997)

https://www.youtube.com/watch?v=iYdEvIAF67Q


MAYIS SIKINTISI-KAMERA ARKASI GÖRÜNTÜLERİ:

https://www.youtube.com/watch?v=_M2RA0Pt6Tw&list=PLtYl4zY2IjHU5buCfv8pPlVrKWXxTOGXq&index=5


Clouds of May- The Red Mark ((Mayıs Sıkıntısından Kesitler)))

https://www.youtube.com/watch?v=RfQInuG9Kss&ab_channel=NuriBilgeCeylan



CLOUDS OF MAY- THE TURTLE

https://www.youtube.com/watch?v=hxYyXU0GMHY




Uzak - The 'Quarrel' Scene


https://youtu.be/2jI3-jKotKU


UZAK- MEHMET EMİN TOPRAK. ÖZEL TV PROGRAMI (STAR 2003)

https://youtu.be/ry0EOpQBuWA


Uzak filmi ödül anı::
Nuri Bilge Ceylan Söyleşi TRT - 3/3


https://youtu.be/_OvO6mSsr4I


Sedef Kabaş ile Sesli Düşünenler

https://www.youtube.com/watch?v=5epYkkXbvzg&list=WL&index=2


Climates - The Accident


https://youtu.be/pcUgGY4qIoU



PODCAST SERİMİZİN 1. BÖLÜMÜNÜ DİNLEMEK İÇİN PLAY'E TIKLAYIN



Podcast Haberleri