Yeni Türkiye Yeni Beyoğlu

Yangınlara, yağmalara, katliamlara tanıklık eden ve tüm bu günleri daha da kalabalıklaşarak atlatan Beyoğlu, son dönüşümünü yalnız yaşıyor. İnsanlar Beyoğlu’nu terk ediyor, dükkanlar, mekanlar kapanıyor.


19. yüzyılın başlarında, İstanbul’dayız…
Un tüccarı Dimitri Zafiropulos, Cibali’deki en görkemli evin sahibiydi ve bu ev semtin gurur kaynaklarından biriydi.
Zafiropulos’un büyük kızı, Galata’nın ünlü bankerlerinden Yorgo Zarifi ile evliydi. Yaşlı tüccarın genç yaştaki çocukları, hem ablalarını hem de Avrupalı arkadaşlarını görmek için sık sık -bugün “Pera” olarak bildiğimiz- taze semte giderdi.
Birçok elçiliğin açılmasının akabinde, Galata’nın bağlarla kaplı yamaçlara sahip o ıssız tepeleri, Avrupalılar ve Osmanlı’nın Müslüman olmayan halklarının varlıklı kesimi nezdinde, gözde bir yerleşim yerine, yani “Pera”ya dönüşmekteydi.
Baba Zafiropulos, yeni semtin iklimini, güzelliklerini, manzaralarını ve tabii ki sosyal hayatını öven çocuklarının ısrarına daha fazla dayanamadı; Galata’daki iş yerine de yakınlığını düşünerek, semtin yüksek bir noktasında arsa satın alıp bir ev inşa ettirdi. Zafiropulos’ların yeni evi, İngiliz elçilik binası ile Panayia Rum Kilisesi’nin arasında yer alıyordu.
Buraya kadar Sula Bozis’in “İstanbullu Rumlar” kitabından aktardığım (Sula Bozis, İstanbullu Rumlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011) hikâyeyin devamını Banker Yorgo Zarifi’nin “Hatıralarım: Kaybolan Bir Dünya İstanbul 1800-1920” adlı kitabından aktaralım: “(Cibalili Dimitri’nin) Evinin manzarası eşsizdir, kışın sıcak, yazın serindir. Pencerelerden bakıldığında, selvili Müslüman kabristanın üstünden uzanan gözler Ayia Sofya ile Romanos kapısına kadar uzanan bölgeyi izler. Ancak, bu panoramik manzara Çelebi Dimitri’ye hiçbir şey ifade etmez.”

“Saatlerce Cibali yönüne doğru bakarak eski evini ayırt etmeye çalışır. Bu özlem, tahtakurusu gibi içini kemirmeye başlar. Tek isteği en kısa zamanda bu sevimsiz semti terk edip, Cibali’ye dönmektir. Bir sabah, çocuklarına artık bu ‘Frenk’ mahallesinde daha fazla kalamayacağını açıklar. Kararını katileştirmek için, yeni inşa ettiği evini satıp, Cibali’deki eski evine döner.”
“Tepebaşı girişi karşısında bulunan evine doyamadan, onu Mısır Hidivi’nin seyisi olan Missiri’ye satar. Ev otele dönüştürülür.”

Sonra Bozis, şöyle devam eder kitabında: Ancak, Zafiropulos’un bu davranışı istisnadır, çünkü Pera’da yaşayanların büyük çoğunluğu giderek, yeni yaşam tarzını sevinçle benimser.
19. yüzyıldan bugüne büyük dönüşümlerin tanığı oldu Beyoğlu. O günden bu zamana değişim, dönüşümlerden nasibini aldı. Cibalili Dimitri gibi geri dönenler oldu olmasına ama müdavimleri her zaman daha fazlaydı.
Yıllardır süren değişim ve dönüşümlere rağmen “çekim merkezi” olarak kalabilen Beyoğlu, son yıllarda “tercih edilmeyen” hatta Kadıköy, Kurtuluş, Beşiktaş gibi semtlere göç veren bir semte dönüştü. Tüm bu yalnızlaştırmaya rağmen semti terk etmeyen “müdavimleri” de var Beyoğlu’nun. Kent sosyoloğu Cenk Özbay’la ve semtten taşınmamakta kararlı olan “Son Beyoğlulular” Seçil Epik, Ahmet Ergenç, Ezgi Yılmaz, Gürsel Yenilmez’le semtin değişimini, dönüşümünü ve yalnızlaştırılmasını konuştuk.

Cenk Özbay: Deprem, inşaat ve Gezi

Ayfer Bartu Candan’la birlikte “Yeni İstanbul Çalışmaları” (Ayfer Bartu Candan, Cenk Özbay, Yeni İstanbul Çalışmaları, Metis Yayınları, 2014) kitabının yazarı olan, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Cenk Özbay, Beyoğlu’nun kendisi için öğrencilik yıllarında yaşadığı Kadıköy ile Boğaziçi Üniversitesi arasında durak işlevi gördüğünü söylüyor.

Bedrettin Dalan’ın, büyükşehir belediye başkanı olduğu 80’li yılların sonunda Tarlabaşı Bulvarı’nı açmak için yıktığı binaları hatırlatan  Özbay, Beyoğlu’nun yirmi yıllık dönüşümünden söz ederken üç noktaya dikkat çekiyor: “1999 Marmara Depremi sonrasında kentsel yenilenme çalışmaları; AK Parti iktidarının inşaat sektörünü ülke ekonomisinin başat unsuru haline getirmesi ve esas olarak da Gezi olayları.

Çekim merkezi olarak Beyoğlu

Yavuz Turgul’un yönettiği, 1996 tarihli “Eşkıya” filminin Beyoğlu’nun gece hayatına dair olumlu bir imaj yarattığını söyleyen Özbay; 2000’lere doğru da semtin gençler, entelektüeller, beyaz yakalılar için büyük bir “çekim merkezi” halini aldığını belirtiyor.

“Beyoğlu merkezli İstanbul seyahatleri yok artık”

Özbay’a göre, bugün semtte yaşamaya devam edenlerin varlığı önemli ancak esas problem, belirli gün ve gecelerde Beyoğlu’nda olmayı görev bilmiş İstanbullu kitlelerin ayağının kesilmesi:
“Üniversite öğrencilerini, beyaz yakalıları, gençleri, eğitimli kesimleri, entelektüelleri, yazarları oradan çıkardığınız zaman, Beyoğlu herhangi bir İstanbul ilçesi gibi, esnaf diye tabir edilen bir insan kitlesinin eline kalan bir yer haline geliyor.

Esnaf dediğimiz kitleyle, belediye isimli dağıtıcı bir odağın arasındaki ilişkiye indirgeniyor ve bu ilişkiden rahatsız olmayan, bu ilişkiyi yadırgamayan tek kitle de Arap turistler oluyor. Çünkü batılı turistler de bunu beğenmez ve nitekim gitmez de. Eğer 20 sene önce bakarsanız İstanbul’a gelen -her zaman sayısı görece düşüktür ama- genç turistlerin Beyoğlu merkezli bir İstanbul seyahati planladıklarını ve yaşadıklarını görürsünüz. Oysa ki bugün böyle olmuyor. Gerek turistler gerek Erasmus’a gelen öğrenciler oralarda olmayı pek tercih etmiyorlar.

“Yasaklara karşı doğan tepki”

“2013 yılı, bir dönüm noktasını oluşturuyor” diyen Özbay, şöyle devam ediyor: “Masa yasakları… Beyoğlu’nda 90’larda ve 2000’lerde oluşan ve Akdeniz ülkelerinin diğerlerine benzeyen sokakta yaşam, sokakta yeme içme eylemlerinin, oturma sosyalleşme imkânlarının kısıtlanmasına yönelik gösterilen iktidar inisiyatifinin yarattığı tepki. Bunun hemen arkasından gelen, yanlış bilmiyorsam Kadıköy belediyesinin ön ayak olduğu saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması hikâyesi. Ve tabii bunlara da bir tepki olarak doğan, bunlarla aynı bağlamda gelişen Gezi olaylarıyla, aslında biz bir grup insanın Beyoğlu’na sırtını döndüğünü görebiliyoruz. Bugün daha iyi görebiliyoruz.”

Dönüm noktası 2013

Şimdi baktığımızda, Gezi olaylarının öncesindeki bu itirazların, aslında bu grupların Beyoğlu’yla vedalaşması anlamına geldiğini ya da belki de bu grupların Beyoğlu’ndan el çektirildiğini, bunun için teşvik edildiklerini görebiliyoruz. Dolayısıyla ben baktığım zaman, bu son yirmi yıldaki olayların dönüm noktası olarak 2013’ü görüyorum. 2013’e kadar iyi kötü giden Beyoğlulaşma, Beyoğlu kültürü, Beyoğlu ruhunun, 2013’ten sonra geri dönmesi zor biçimde elden gittiğine inanıyorum.”

Kadıköy ve Beşiktaş’ın akibeti aynı olabilir

İstanbul’un 2020 itibariyle nüfusu 15 milyon 519 bin 267. Akademisyen Özbay, nüfusu sürekli artan şehirde, Beyoğlu’nun alternatifi olarak öne çıkan/çıkarılan Kadıköy, Kurtuluş, Beşiktaş gibi semtlerin bir süre sonra Beyoğlulaşabileceğinden bahsediyor:

“Unutmamamız gerekiyor ki, İstanbul’un nüfusu, aradan geçen yıllarda korkunç oranlarda arttı. Kadıköy, kendi özelinde Asya yakasında çok büyük bir hinterlandı besliyor. Bunun içinde Ataşehir de var, Ümraniye de var, Maltepe de var, Kartal da var…

Bu insanlar, burada yaşayan öğrenciler, beyaz yakalılar da çıkıp nefes alacakları, kendileri gibi olmayan insanları görecekleri, yeni açılan kafelere, restoranlara, kitapçılara gidecekleri yerlere ihtiyaçları var. Eğer Beyoğlu mevcut haliyle bile korunabilmiş olsaydı, bence bu ölçüye zaten yetemezdi. Dolayısıyla, kendi içerisinde Kadıköy’ün de, Beşiktaş’ın da belki önümüzdeki dönemde, belki başka lokasyonların da böyle bir dönüşümden geçeceğini ön görebiliriz.”

“Göçmenleri unutmamak gerek”

Özbay, bugün Beyoğlu’ndan, geniş olarak da İstanbul’dan bahsedildiğinde, göçmenlerin es geçilmemesi gerektiğini düşünenlerden, beri yandan da umutlu:

“İstanbul özelinde konuştuğumuz zaman, müthiş bir nüfus var ve milyonlarca da göçmen var, bunu unutmamamız gerekiyor. Tıpkı bugün Berlin’den ya da Paris’ten bahsettiğimiz gibi, göçmenlerin kent içinde nasıl yerleşecekleri, kenti nasıl kullanacakları, ne kadar kalıcı olacakları, nereleri sahipleneceklerini göz önüne almak zorundayız İstanbul geleceğinden bahsederken. Beyoğlu bu anlamda da kritik bir yerde duruyor. Beyoğlu burada yaşayan insanların, buranın yurttaşlarının yükledikleri anlamlar kadar, buraya geçtiğimiz yıllarda göçmen olarak gelmiş ama burada kalıcı olma eğilimi gösteren nüfusların da ne gibi sahiplendiği tutkusuyla şekillenecek, bunu unutmamamız gerekiyor.”

“Beyoğlu o kadar kolay vazgeçmez”

Belki Beyoğlu için bir fırsat, bir zenginlik sunacak önümüzdeki on yıllarda, belki bugünden çok daha canlı, bugünden çok daha kozmopolitan bir yer haline gelecek veya belki bunlar olmayacak. Bu tarz karşılaşmalar, mekânlar İstanbul’un başka yerlerine gidecek ve belki Beyoğlu daha renksiz, daha tek tip bir yer haline dönüşecek ama benim içimdeki his, Beyoğlu’nun o kadar kolay vazgeçmeyeceği, bir süre sonra yeniden, kendi orijinal renkli kimliğini, çok boyutu tarihini hatırlayarak, çeşitliğe önem veren bir yer haline gelebileceği yönünde.”

Ezgi Yılmaz: Aidiyet için iktidar olmaya gerek yok

Fulya’da oturan 31 yaşındaki doktora öğrencisi Ezgi Yılmaz, Cenk Özbay’ın tarif ettiği gibi, 2013 yılından sonra Beyoğlu’yla vedalaşanlar isimler arasında. Ancak Yılmaz’ın -üniversite dönemlerinden beri sosyalleşmek, eğlenmek ve kültür sanat etkinlikleri sebebiyle sürekli gidip geldiği- Beyoğlu’na küskünlüğü sadece iki yıl sürebilmiş.

Küçük bir şehirden İstanbul’a geldiği için İstiklal Caddesi’ndeki kalabalığı çok yadırgadığını ama bir-iki yıl sonra bu kalabalığın kendisi için iyi hissettirici, arındırıcı bir güce dönüştüğünü söyleyen Ezgi Yılmaz, Kadıköy ve Beşiktaş gibi semtlere taşınan bazı arkadaşlarının haklı sebepleri olduğunu söylüyor:
“Ama şöyle bir gerçek de var, mesela birçok insan, evet Kadıköy’e taşındı, özellikle kadın arkadaşlar. Bunu da sebep olarak aslında, birçok kadın, özellikle bekar kadın, kendini Kadıköy’de daha güvende hissediyor. Benim Kadıköy’ü sevmeyen arkadaşlarım bile Kadıköy’de yaşıyor ya da yaşamak istiyor. Eğlence için hala Taksim’e gelebiliyorlar ama evlerinin orada olmasını tercih ediyorlar.”

Yılmaz’a göre, Beyoğlu’yla aidiyet kurmanın tek yolu iktidar olmaktan geçmiyor:

“Kaybetmişlikle herkesin bir gitme şeyi oldu ama yani eskiden ait hissediyorlardı çünkü onların mekanı olarak hissediyorlardı ama sonra bir noktada iktidar geldiğinde, hemen terk etme gibi bir davranış gösterdiler, yani sanki bir mekana ait olmak için orada iktidar olmak gerekiyormuş gibi, yani biz mekanın iktidarı olmasak da, Beyoğlu’nun şu an iktidarı biz değiliz ama buna rağmen, oraya karşı hala aidiyet hissedebiliriz. Direnen olarak aidiyet hissedebiliriz, ezilen olarak aidiyet hissedebiliriz. Gidip başka yerde iktidar olmak için yeni mekânlar aramıyoruz.”

Ahmet Ergenç: “Apolitik, tüketen bir semte dönüşüyor”

1998 yılından beri Beyoğlu sınırları içinde yaşayan edebiyat eleştirmeni Ahmet Ergenç, -Robinson Crusoe 389, Simurg Sahaf gibi kapanan/yer değiştiren kitapevlerini hatırlatarak- bugün semtteki rutininin Urban, Peyote, Muaf gibi üç dört bara-kafeye gitmeye indirgenmiş olduğunu söylüyor. Ve yine, hem tanıdıklarıyla karşılaşmanın hem de yeni yüzlerle tanışmanın mümkün olduğu, semt içindeki birçok merdivenin de, geçmişten bugüne, açık hava barı işlevi gördüğünü ekliyor.

Ergenç’e göre, Beyoğlu’nda üç ayaklı bir dönüşüm yaşandı: Alkollü mekânların peyderpey kapanması/kapatılması, ucuz tüketim mağazalarının yaygınlaşması ve daha da dikkat çektiği üzere, toplumsal eylemlerin engellenmesi. Ergenç, gelinen nokta itibariyle, toplumsal eylem kültürünün önemini yeterince fark ettiğini ekliyor:

“Beyoğlu deyince, niyeyse Taksim meydanı otomatikman aklıma gelmiyor ama Taksim diye bakacak olursak, burada yasaklanan politik eylemler var. Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs yapılamıyor yıllardır, Galatasaray’daki eylemlere izin verilmiyor, Tünel’deki eylemlere izin verilmiyor. Bu üç ayaklı dönüşüm düşünce, burası apolitik tüketime dayalı muhafazakâr bir semte doğru dönüştürülüyor.”

İlgi alanlarından birinin, Beyoğlu’nun geçmişteki sanatçı-bohem ortamları olduğunu söyleyen Ahmet Ergenç, okuduğu edebi eserler neticesinde, şu an salt 2020’ler Beyoğlusu’nun içinde yaşamadığını; aslında kendi semtinin, yaşanmış tüm Beyoğluları kapsar halde olduğunu vurguluyor. Ergenç’e göre, 2000’ler beraberinde,  kültür sanat alanında ön görülmeyen bazı radikal değişiklikleri de getirdi:

“Sonra 2000’ler diye bir şey geldi, 2000’lerde daha sonra bahsedeceğimiz, asıl dönüşüm de gelmeden, 2000’lerde ortalık bir sterilleşmeye başladı, bir şey oldu yani. Onu ayrıca konuşmak lazım da… Yani bu sokaktaki daha böyle rock’çıların hâkim olduğu, daha dağınık, daha bohem hayat yerine, biraz daha kontrollü bir hayat gelmeye başladı. O zaman da devreye sanki edebiyat yerine, böyle çağdaş sanat ya da kısmen de sinema devreye girdi. Yani buralarda olup biten şeyleri anlatmak için… Bu biraz önemli bir mesele, şimdilerde ne oluyor görmek falan. Daha önce bir kere konuşmuştuk, yani şimdi Beyoğlu’nda olanları kim anlatacak diye.”

Gürsel Yenilmez: Gelmeyenler dönüşümün parçası

Beyoğlu’nun klasikleşmiş barlarından biri de, Kurabiye Sokak’ta yer alan ve hemen hemen bütün “Son Beyoğlulular”ın müdavimi olduğu Muaf’ın işletmecileriden Gürsel Yenilmez, Beyoğlu’ndaki değişimin sorumluları için “yerel yönetim”, “iktidar” ve “biraz da muhalefetin payı var” diyor. Kendisine, Gezi sürecinden sonra, çoğu İstanbullu ile Beyoğlu esnafı arasında duygusal bir ayrışma yaşanıp yaşanmadığını sorduğumda, şöyle bir yanıt veriyor:

“Covid sürecinde başıma geldi, yemek yiyecek bir şey yok. Taksim meydanında iki tane dönerci var. Mevzu yaşadığımız dönerciden gidip döner yemedim yani. O en kötü aç kaldığım ve böyle çekildiğimiz süreçte… Ona muhtaçsın ama onu tercih etmedim. Ama yanında bir tane x bir işletme var, bildiğimiz bir yer, gidip orada tercihimi oradan tarafa kullanabiliyorum. Bu kısmen geçerli bir sebeptir ama Beyoğlu’na gelmemek için de bir sebep değil. Bir sürü mekân var, işletme var, tanıdık yer var, belli alanlar var. Zaten eğer bunu bahane edip gelmiyorsan, buradaki dönüşümü de desteklemiş kabul etmiş oluyorsun.”

“Neler olacağını birlikte göreceğiz”

Peki ya, hâlihazırdaki Beyoğlu, içinde albenisi daha büyük bir Beyoğlu’nun tohumlarını taşıyor olabilir mi? 1996 yılından beri Beyoğlu’na gelip giden Muaf’ın işletmecilerinden Gürsel Yenilmez, hem umutlu hem de değil:

“Valla ne olur? Ortaya zar atmayacağız bu konuda. Çok bir şey diyemem ben. Ne olur, hep beraber göreceğiz.

Her şey olabilir, büyük bir şeye, atıyorum 6 -7 Eylül gibi bir olaya da maruz kalabiliriz yabancılara dair. Büyük patlama yaşayan bir yer de olabilir. Her şey olabilir. Nihayetinde biz, son 10 yıldır, 2008-2009’dan beri de Beyoğlu’ndaki ciddi baskıyı görüyoruz. Daha ne kadar baskılanabiliriz dediğimiz halde bile, sürekli o baskı arttırıldı da arttırıldı. Duran, kesintiye uğrayan bir şey değil yani. Umarız bütün bu süreci sağ salim atlatırız.”

Beyoğlu’nun imgeleri

Edebiyat eleştirmeni Seçil Epik, Tarlabaşı-Ömer Hayyam’da yaşıyor. Ailesinin, mahallesini ilk defa gördüğünde çok şaşırdığını anlatan Epik, “Daracık sokaklarda, burada 82 milletten insanla bir arada yaşıyoruz. Daha güvenlikli evlerde yaşayan aileler için çok da mantıklı bir seçim değil burası tabii” diye devam ediyor.

“Son Beyoğlulular” arasında Epik’in yaptığı üzere, semtte yaşamasını kozmopolit yapı ile ilişkilendirenler olduğu gibi, yazarlar-çizerler-şairler tarafından oluşturulmuş muhtelif Beyoğlu imgeleriyle ilişkilendirenler de mevcut. Bir diğer eleştirmen, Ergenç’in spontane çizdiği tabloya göre, 30’lu yıllarda Fikret Adil ile Peyami Safa; 40’lı 50’li yıllarda da Sait Faik Abasıyanık ile Ahmet Hamdi Tanpınar; 60’lı 70’li yıllarda ise Tezer Özlü ile Sevgi Soysal, ürettikleriyle Beyoğlu’na dair imgeleri yaratan edebiyatçılar içinde… Gırgır, Limon, Leman, Hıbır gibi mizah dergileri de bu türden imgeleri oluşturan öteki mecralar arasında sayılabilir tabii.

Seçil Epik: “Edebiyatta önemli mekanlardan biri değil”

Çok içilen; çok dolaşılan; toplanılan sabit barların, meyhanelerin, cafelerin olduğu; geniş olmayan çevrelerde hem çok sıkı entelektüel tartışmaların yürütüldüğü hem de duygusal-sosyal ilişkilerin griftleştiği, sayfalarca anlatılan Beyoğlu’lar, Beyoğlulu’larımız… Seçil Epik, semtte şu an bu türden bir üretimin olmadığını söylüyor:

“Evet, hala bu mekanlar mevcut, insanlar bir araya geliyor buralarda, hala bizim yaşam alanımız. Çünkü bir taraftan ofislerimizin, evlerimizin olduğu yer de burası, çok uzağında değil yani. Bir şekilde bir buluşma noktası olmaya devam ediyor. İş çıkışlarında hala herkes Beyoğlu’nda buluşuyor. Ve bir şekilde o evlerde buluşmalar da, aslına bakarsanız, biraz daha artarak devam ediyor. Malum, ekonomik-politik durumlardan dolayı. Ama diğer yandan, Beyoğlu baktığımızda Türkçe edebiyatta en önemli mekanlardan biri olma özelliğini, en azından benim bildiğim kadarıyla, hala koruyor mu derseniz, koruyamıyor gibi hissediyorum.

Bir semtin mekan olması üzerinden ilerleyen çok fazla kitap görmüyoruz artık. Çünkü birazcık daha yazı tarzı değişti, birazcık daha içe dönülen, ev içlerinin yazıldığı; baktığımızda son dönem edebi eserlerde, ev içine ya da insanın kendi içine dönüldüğü bir durumdayız. Bence Beyoğlu’nun eski o tek buluşma yeri olma özelliğinin de değişmesinin etkisi var. Birazcık daha, birçok kişi İstanbul dışında yaşamaya başladı… Yani bir cazibe merkezi olma ve kesinlikle burada olmadığınızda bir şeylerin dışında kalmak gibi bir durum yok.”

Podcast Haberleri