“Deniz bakır kırmızılığındaydı. En kötüsü de arkalarından gelen ölüm ateşi ile önlerindeki derin deniz arasında kalan dar rıhtımlarda birbiri üzerine yığılmış binlerce insanın sürekli olarak kilometrelerce uzaklıktan işitilebilecek korkunç çığlıkları yükseliyordu. (…) Akkor halindeki dev balonların sürekli olarak havaya fırlatılmasını, akaryakıt bulunan yerlerin ateş almasını, havanın tiksindirici bir kokuyla kaplanmasını, bu arada üzerimizden ateş saçan bulutların, yanık kömür parçalarının ve kıvılcımların geçişini bir kez tasavvur edin. İşte o zaman seyrettiğimiz büyük ve korkunç yıkımın korku veren görünüşünü gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.”
Britanya’da yayımlanan The Daily Mail gazetesinin muhabiri Ward Price 16 Eylül tarihli yazısında böyle anlatıyordu İzmir Yangını’nı. İzmir’in 9 Eylül 1922 günü TBMM orduları tarafından Yunan işgalinden kurtarılmasının dördüncü gününde yani 13 Eylül günü başlayan ve kısa sürede şehrin büyük bir bölümünü saran yangını kimin çıkardığı meselesi o gün de bugün de tartışılır. Pek çok kişinin yangının nerede başladığı meselesini, adeta yangını kimin çıkardığı sorusunun cevabı imiş gibi ortaya koymaları ilginçtir. Bazıları yangının Rum mahallesinde başladığını, bazıları Ermeni mahallesinde başladığını söyledi. Ancak herkesin üzerinde anlaştığı husus, yangının Türk veya Frenk mahallerinden değil, aynı anda birkaç noktada birden başladığı yolundaydı. Örneğin Dr. Çınar Atay Tarih İçinde İzmir (1978) kitabında, Ermeni Rahip Tourian’a dayanarak, yangından bir saat kadar önce bir Türk ayakkabı boyacısının Ermeni mahallesinin sokaklarından bağırarak geçtiğini ve buradaki Müslümanlara kaçmalarını bildirdiğini anlatır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla yangın Ermeni mahallesinde değil başka yerde çıkmıştı. Atay yangının çıkış yerinin St. Constantin Rum Mahallesi, planlayıcısının da Nureddin Paşa tarafından linç ettirilen Rum Patriği Hrisostomos olduğunu söyler. Yangında École de Évangélique’te saklanan Rumlara ait 30 bin değerli kitabın yanmasına Rum kundakçıların nasıl razı olduğunu anlatmayan yazarın verdiği diğer ilginç ayrıntı ise yangından kısa süre önce Seda-yı Hak gazetesi ve bazı Türk kuruluşlarının Türk mahallelerine taşınmış olmalarıdır.
İstanbul’da yayımlanan Djagatamart adlı Ermenice gazetenin 19 Eylül 1922 tarihli nüshasında, 16 Eylül’de İzmir’den ayrılan bir gencin hikayesi ise yangının çıkış öyküsünü farklı anlatır:
“9 Eylül [1922] cumartesi öğleden sonra Türk süvarileri İzmir’in Kordon boyunda dörtnala, kılıçları çekilmiş vaziyette şehre girdiler. Onlar şehre girerken, önlerinden çevredeki Rum vatandaşlar korkuyla kaçmaya çalışıyorlardı. Yunan askerleri de elbiselerini çıkarıp silahlarını atıp kaçışıyorlardı. Gece Türk askerleri ve silahlı çapulcular karşılarına kim çıkarsa, Rum veya Ermeni yakalayıp belirsiz bir yere götürmeye başladılar. Halk sabaha kadar süren silah sesleri arasında geceyi geçirdi. Pazar sabahı silahlı çapulcular ve askerler çarşıya daldılar ve arabalara, atlara, sırtlarına ne varsa koyup Türk mahallesine taşıdılar. Akşama doğru aynı durum Haynots’da (Ermeni mahallesinde) tatbik edildi. Araştırma ve soruşturma yapmak gerekçesiyle evlere giriliyor, evlerde ne varsa soyulup talan ediliyordu. Karşı koyanlar da öldürülüyordu. Salı günü öğleden evvel güneyden denize doğru sert bir rüzgâr esmeye başladı. Basmahane İstasyonu’nun önündeki bir Ermeni evinden yangın dumanları yükseldi. Yangın genişleyerek Ermeni mahallesine ve kilisesine doğru yayılmaya başladı. Başında yangın Mortakiya Rum mahallesini ve sahil boyunu tehdit eder nitelikte değildi. Fakat akşam üstü demiryolu üzerinden bir noktadan ikinci bir yangın Rum mahallesine yöneldi. O gün sabahtan akşama kadar bütün halk Kordon boyunda toplandılar. Gümrük Binası’ndan Punto’ya kadar halk toplanmıştı. Yabancı savaş gemilerinden gelen memurlar ve askerler yalnız İtalyan, İngiliz ve Fransız tabiyetindeki kişileri gemilere aldılar. Kendilerine güvenen gençler denize atlıyor, ilerde duran gemilere yüzmeye çalışıyordu. Bazıları muvaffak oldu ve kendilerini gemilere aldırtmayı başardılar. Ermeni Kilisesi ve okulunun girişi ve etrafı Manisa, Ödemiş, Afyon Karahisar ve diğer yerlerden kaçan Ermeni göçmenlerle doluydu…. Yaşları 50’den büyük olanlar serbest bırakılıyor diğerleri tutuklanıyor veya askere alınıyordu. Çarşamba (13 Eylül) artık yangın Kordon boyuna yaklaşmıştı. Büyük patlamalar duyuldu. Sonradan Karantina Hastanesi’nde bulunan benzin depolarının ve başka yanıcı maddelerin patlamış olduğunu öğrendik. Bu arada Ermeni Kilisesi’nin de yangından nasibini aldığını ve çöktüğünü, kemerlerinin dağıldığını gördük. 16 Eylül’de şafakta dört kişi idam edildiler. Bunların ikisi Ermeni, biri de Rum’du…”
Yangın sırasında Haynots’da ikamet eden Ermeni Doktor Garabet Haçeryan ise Dora Sakayan tarafından Bir Ermeni Doktorun Yaşadıkları (2005) adıyla yayımlanan günlüğüne yangınla ilgili şunları yazmıştı: “Haynots yönünden dev bir duman bulutu yükseliyor. Çatı katından dumanı seyrediyoruz. (…) Bazıları, Haynots’un ateşe verildiğini söylüyor. (...) yangının birkaç yerden aynı anda kasten çıkarılmış olduğu çok açık. (...) Çalgıcıbaşı’na giden geçitte, bana doğru yaklaşan bir Türk görüyorum, bana, ‘Biz lazım olanı yaptık, siz geri dönün’ diyor. Kundak işinde faal bir rol oynadığı açık olan Türk beni kendilerinden sanıyor ve bana ileri gitmememi, geri dönmemi tavsiye ediyor.”
15 Eylül 1922 tarihli The New York Times “Yangın, İzmir’de dün öğleden sonra, saat dörtte, Amerikan koleji yakınında, Ermeni mahallesinin merkezinde başladı. 60 bin Ermeni ve Yunan evsiz kaldı... Dün gece biz limandan ayrıldığımız zaman, yangın tam olarak kontrol dışındaydı ve İngiliz ve Amerikan konsolosları geliyorlardı. Yabancı konsolosların tamamı muhtemelen ölmüşlerdi” diye haber vermişti okurlarına olayı. Gazete yangına dair en güvenilir bulduğu Amerikan Koleji Müdürü Minnie M. Mills’in, ilk alevlerin görüldüğü yerin yakınındaki bir binanın girişinde elinde benzin tenekeleri olan bir Türk çavuşu veya subayı gördüğünü, o kişi ayrıldıktan hemen sonra alevler çıkmaya başladığını, ardından diğer küçük yangınların başladığını söylüyor, Türklerin İzmir’e girişlerinden beri ilk kez çıkan Güneybatı rüzgarının alevleri şehrin Müslüman bölgesi yerine, Batı bölgesine doğru yönlendirdiği, bundan dolayı Türk mahallesinin yangından etkilenmediğini, İzmir yakınındaki Ermeni ve Yunan köyleri ile yabancı yerleşim yerleri olan Bornova ve Buca’nın yandığı belirtiliyordu.
Yangına dair en ayrıntılı bilgileri veren Amerikalı donanma görevlisi A. J. Hepburn de, ABD Türkiye Yüksek Komiseri Amiral Mark Lambert Bristol’e sunduğu 22 Eylül 1922 tarihli 48 sayfalık raporda yangını başıbozuk Türk askerlerinin çıkarmış olduğunu ileri sürmüştü. Bu askerlerin yangın çıkarmasının nedeni de şehirde pek çok yağma ve katliam gerçekleştirmiş olmalarıydı. ABD’li istihbarat subayı Teğmen Merrill ise 14 Eylül 1922’de Amiral Bristol’e çektiği telgrafta “Türklerin Hıristiyan azınlıklar sorunundan kurtulma planına uygun olarak Türk mahalleri dışında İzmir’i yaktıklarına ve Müttefikleri de onları tahliye etmeye zorladıklarına ikna oldum. Sanırım şimdi İstanbul’a saldırı için hazırlanacaklar,” diyordu. ABD’li Konsolos Yardımcısı Barnes de konsolosluğun köşesindeki caddeye gaz döken Türk askerleri gördüğünü anlatacaktı. Buna karşılık İzmir’deki Amerikan Kız Koleji Misyon Başkanı MacLahlan “Türk üniforması giymiş Ermeni teröristlerin yangınları çıkardığına kanaat getirdim. Anlaşıldığı kadarıyla böyle yapmakla Türk ordusuna karşı Batı’nın müdahale etmesini planlıyorlardı” derken İzmir’deki Britanya Konsolosu Lamb 20 Eylül’de hükümetine Yunanlıların Ermenilerle işbirliği içinde şehri yaktığını rapor edecekti.
İTFAİYE ŞEFİNİN TANIKLIĞI
“İzmir’i Ermeniler yaktı” diyenlerin en çok atıfta bulundukları belge, 1910-1922 arasında İzmir İtfaiye Şefi Paul Grescovich’in (Sırp asıllı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vatandaşıydı) yangın esnasında Near East Relief adlı yardım kuruluşu adına İzmir’de bulunan Amerikalı mühendis Mark Prentiss’e anlattıklarıdır. Prentiss’in ABD’ye döndükten sonra hazırladığı ve Amiral Bristol’a gönderdiği kapsamlı raporun bir kısmı Grescowich’in anlattıkları üzerine inşa edilmiştir.
Prentiss’le ilk kez 10 Eylül’de, ikinci kez ise 13 Eylül’de yangın çıktıktan sonra görüşen Grescovich’e göre her yıl bu aylarda on günde bir yangın çıkarken, 1922 yılında Eylül’ün ilk haftasında günde beş yangın çıkmış, ama kendisinin kırpılmış teşkilatı bunlarla başa çıkmayı başarmıştı. 10 Eylül gecesi, 11 Eylül günü ve gecesi aynı anda çıkan pek çok yangın ihbarı aldığını söyleyen Greschovich bu yangınlarla baş etmekte zorlandığını çünkü Türk Askerî Valisi Kâzım (Dirik) Paşa’nın, teşkilatındaki Rum asıllı itfaiyecileri görevden aldığını anlatıyordu. Greschovich’e göre önce 100’e yakın olan personel sayısı 37’ye düşmüştü. Bu yüzden Eylül’ün 10’undan 13’üne kadar çıkan yangınlardan Türkleri sorumlu gören Greschovich 13 Eylül sabahı iki Ermeni rahibin önderliğinde Ermeni Okulu’ndan ve Dominikan Kilisesi’nden çıkan birkaç bin Ermeni rıhtıma doğru uzaklaştıktan sonra, bu kişilerin boşalttığı yerleri incelediğini, oralarda gaz emdirilmiş ve yakılmaya hazır meşaleleri bulduğunu anlatıyordu. Grescovich Türk yetkililere defalarca başvurmuş, ilk yardım ancak akşam saat 18.00’de gelmiş, saat 20.00’de yangını söndürmeye başlayan 100 kadar asker yangının yayılmasını önlemek için evleri bombalamıştı.
AMİRAL BRİSTOL’UN ROLÜ
Prentiss, Greschovich’in anlattıklarına ve bazı tanık ifadelerine dayanarak Ocak 1923’te Amiral Bristol’a sunduğu raporda “Ermenilerin ve Yunanlıların, elde ettikleri ganimetlerin Türklerin eline geçmesini istemedikleri herkesçe biliniyordu. Yangının çıkmasından günler önce Ermeni gençlerinden oluşan bir grubun İzmir’i yakmak üzere organize edildiğini söyleyen raporların varlığı da biliniyordu,” diyordu.
Bugün ABD Kongre Kütüphanesi’nde “Bristol Papers” adıyla tasnif edilen belge grubunun içinde bulunan Prentiss’in bu raporu Ermeni kaynakları tarafından güvenilir bulunmuyor. Çünkü Mark Prentiss, henüz olayın sıcaklığı sürerken ve Amiral Bristol’a raporunu yazmadan önce, serbest muhabir olarak çalıştığı günlerde, The New York Times gazetesinin 18 Eylül 1922 tarihli nüshasında çıkan yazısında, İzmir’in Türklerin eline geçmesinden sonra Türk kuvvetlerince binlerce kişinin öldürüldüğünden ve şehrin yağmalandığından söz ettikten sonra kendi tanık olduğu bazı yağma ve öldürme olayından bahsetmişti. Prentiss yazısına şöyle devam ediyordu: “Bizlerin çoğu gözlerimizle gördük -ve bunları doğrulamaya hazırız- Türk askerleri ellerindeki gazlı maddeleri caddelere ve evlere atan askerî yetkililerce yönetiliyorlardı. Konsolos yardımcısı Barnes bir Türk askerini Gümrük Binası’nı ve Pasaport Bürosu’nu ateşe verirken görmüş. Aynı şekilde Binbaşı Davis [Kızılhaç yetkilisi C. Clafun Davis’ten söz ediyor olmalı] Türk askerlerini evleri ateşe verirken gördüğünü söyledi. Donanma devriyesi de Amerikan Okulu civarında çıkan yangının Türkler tarafından çıkarıldığına şahit olmuş.”
Ermeni araştırmacılara göre, Prentiss bu görüşlerini, “Yunan ve Ermeni düşmanı” olduğu, yazılarından, raporlarından bilinen Amiral Bristol’un baskıları üzerine değiştirmişti.
YANGININ ARDINDAN
Sonuçta ister Rum mahallesinden çıksın ister daha sonra pek çok kaynağın ittifak edeceği gibi Ermeni mahallesinden çıksın, 13 Eylül’de pek çok noktadan birden başlayan yangın, o ana kadar denizden esen hâkim rüzgâr imbatın yerini, güney-güneydoğu yönünden esen rüzgârın almasıyla 14 Eylül’de batıya doğru yayıldı. 15 Eylül’de kontrol altına alındı ama ancak 18 Eylül’de söndürülebildi. Yangında tahminen 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta gibi bina yok olmuştu. Böylece yöneticilerin yeni dönemde karşılaşması mümkün olan “kadastro sorunları” Müslüman/Türkler lehine “aşılmıştı.” Yangın yerinin 360 bin metrekarelik bölümünde 1927-1936 arasında kademeli olarak İzmir Fuarı kurulacaktı.
Yangının söndürüldüğü gün, Djagatamart’ta anlatısı yer alan Ermeni gencin dediği gibi alelacele, İzmir’in işgali sırasındaki “haince” tavırlarından dolayı bazı kişilerin “seyyar” Divan-ı Harp’lerde yargılanmalarına başlandı. İlk idam mahkûmlarından biri işgal döneminde Islahat gazetesinde yazan Avukat Süreyya Bey’le, o sırada firarda olan Köylü gazetesi sorumlu müdürü Mehmet Refet Bey’di. Onları, düşmana kılavuzluk, casusluk, gasp, çetecilik, kişilere saldırı ve benzeri cürümlerle suçlanan başka Rumlar ve onların işbirlikçisi Türkler izledi. Aynı gün, İtilaf Güçleri’nin temsilcisi Fransız General Maurice C. J. Pelle ve Mustafa Kemal mütareke koşullarında anlaştılar.
23 Eylül günü Hisar Camii arkasında yeni bir yangın başladı. Şehrin tekrar güvenli hale gelmesi 30 Eylül’ü bulacaktı. Bu tarihe kadar Ermeni, Rum mahalleleri tamamen, Avrupalıların yaşadığı Frenk Mahallesi ise kısmen yanmıştı. Muhtemelen 15 Eylül’de rüzgârın tekrar imbata dönmesi sayesinde Türk ve Yahudi mahalleleri zarar görmemişti.
YANGININ İNSANİ BİLANÇOSU NEYDİ?
Yangında kaç kişinin öldüğü sorusuna sağlıklı bir cevap vermek için elbette şehrin yangın öncesi nüfusunu, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’la birlikte Türk ordusu tarafından İzmir’e doğru sürülen Rum ve Ermeni nüfusunu ve 1 Ekim 1922’den sonraki nüfusu bilmek gerekir. İlki hakkında birbirinden farklı rakamlar var. Örneğin 1914 tarihli son Osmanlı nüfus sayımına göre (ki çeşitli nedenlerle güvenilir bulunmaz) 211 bin nüfusun 73 bini Rum, 19 bini Ermeni, 24 bini Musevi ve 1785'i Levanten (Latin kökenli) idi. Türk ordusunun önünden şehre sığınanların sayısını bilmiyoruz elbette. Ancak İzmir’deki Amerikan Destroyer Filosundan, Yüzbaşı Arthur J. Hepburn’un aktadığına göre İzmir’de, gerçekte yiyeceği olmayan ve herhangi bir şeyi taşıma olasılığı çok az olan 300 bin mülteci vardı. 11 Eylül’den itibaren Kızıl Haç’tan yardım alan mülteci sayısını 400 bin olarak veren kaynaklar var ancak o dönemin gazetelerinde en çok telaffuz edilen sayı “200 bin mülteci” şeklinde.
Yangından hemen sonrasına ilişkin nüfus bilgilerine ne yazık ki sahip değiliz ama Türkiye Cumhuriyeti’nin 1927’deki ilk resmi nüfus sayımına göre İzmir’in nüfusu 184.254 olup, bunun %88’i yani 162,144 kişisi Müslüman, %12’si yani 22,110 kişisi gayrimüslimdi. Bu rakamlar üzerinde çalışarak bir sonuca varmayan çalışan kişiler birbirinden çok farklı rakamlar verdiler. En düşük sayıyı ABD Yüksek Komiseri Amiral Bristol vermiş, bir raporunda “ölü sayısının 2 bini aşmayacağını” söylemişti. Buna karşılık 1893 ve 1924 yılları arasında Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğu'nda çeşitli konsolosluklarda görev yapan ABD diplomatı George Horton’a göre İzmir’in geri alınışından 1 Ekim 1922 tarihine kadarki dönemde en az 100 bin kişi hayatını kaybetmişti. Prentiss’in 17 Eylül 1922 tarihli The New York Times’da yayımlanan haberine göre ise “Tam olarak 250 bin insan yanarak, boğularak, daha da kötüsü daha sonra açlıktan” ölmüştü.
Bilimsel yöntemlerle olayı irdeleyenlerden Amerikalı tarihçi Norman Naimark 10–15 bin sayısını verirken tarihçi Richard Clogg 30 bin ölümden söz etti. Onlara göre ölü sayısının bu kadar büyük olmasının bazı dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle 11 Eylül 1922’de Atina’daki Kralcı hükümeti devirmek için bir darbeye hazırlanan Yunan ordusunun Sakız ve Midilli adalarında toplanan gemilerinin İzmir’deki Rumlara yardıma gelmemişlerdi. Ayrıca İtilaf Güçlerinin bazı gemileri “tarafsızlık” adına alevlerden kaçarak kıyıya yönelen Rum ve Ermenileri gemilerine almamıştı. Amerikan gemileri sadece Amerikan vatandaşlarını almıştı, geriye kalanları denize itmişti. Hatta bazı gemilerdeki askeri bandolar, kıyıda yardım isteyenlerin, denizde boğulanların, gemiye binmeye çalışırken itilenlerin çığlıklarını duymamak için yüksek sesli müzik yapmışlardı. Sadece bir Japon gemisi, tüm yükünü boşaltarak, alabileceği kadar mülteciyi Yunanistan’ın Pire limanına götürmüştü. Amerikan belgelerine göre 74 bin mülteci Amerikalı misyoner Asa Jennings tarafından temin edilen 17 buharlı gemiyle kurtarılmıştı. Son tahliye seferini 14 Eylül Perşembe günü yapan Amerikan buharlı gemisi Winona’nın Amerikalı kaptanı İzmir’in son görüntüsünün, çığlıklar içinde bağıran Hıristiyanların canlarını kurtarmak için koştururken, alevlerden harap olmuş şehirde yaşanan bir can pazarı olduğunu belirtmişti. Onların kaderini elbette “Sakallı” Nureddin Paşa’nın birlikleri belirleyecek, Anadolu coğrafyası ile birlikte İzmir de “gayrimüslim” unsurlarından “kurtulacaktı.”
MUSTAFA KEMAL’İN TUTUMU
İzmir’in geri alınışının arifesinde Belkahve’den bakarken “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm,” diyen Mustafa Kemal’in yangın sırasındaki tavrı hâlâ bir muammadır. Mustafa Kemal’in Yaveri Salih Bozok’un anlattığına göre, alevler “Gâvur” İzmir’i bir kül yığınına dönüştürürken, ilerde kayınpederi olacak Uşakizade Muammer Bey’in Göztepe’deki köşkünde bir ziyafet verilmekteydi. Bozok şöyle devam eder: “Gazi, terasta kurulmuş olan sofraya Fevzi ve İsmet paşalardan başka beni, Muzaffer’i ve ev sahibimiz Latife Hanım’ı aldı. Fevzi Paşa Hazretlerinden başka herkes önündeki kadehleri zevkle doldurdu. Mezeler çeşitli ve nefisti. Fevzi Paşa içki içmediği halde kalamar tavadan tabağına öbek öbek alıyor, ‘Bu İzmir’in kalamarı da pek başka oluyor, aman pek özlemişim’ diye afiyetle yiyordu. Velhasıl sofradan ve başlayan geceden memnundu.”
Salih Bozok, 30 Ocak 1939 tarihli Cumhuriyet gazetesinde başka ayrıntılar da verecekti o ziyafete dair. Bozok’un anlattığına göre denize nazır terasta Mustafa Kemal ile Latife Hanım bir ara yalnız kalmışlardı. Latife Hanım anne ve babasından, yaptığı işlerden söz ediyordu. Mustafa Kemal de ona Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ne ait hatıralarını anlatıyordu. Yangın bütün dehşetiyle sürüyordu. Kordon Boyu ve bugün fuarın yer aldığı alan alevler içindeydi. İki yaver uzaklarında kalmıştı, ama konuşmaları duyuluyordu. Mustafa Kemal, Latife Hanım’a “Bu yangın yerinde size ait emlak var mıydı?” diye sorduğunda Latife Hanım “Emlakimizin mühim bir kısmı yanan sahadadır” demiş ve heyecanla eklemişti: “Paşam isterse hepsi yansın. Yeter ki siz sağ olun. Bu mesut günleri gören insanlar için malın ne kıymeti olur? Memleket kurtuldu ya. İleride olanları yeniden ve daha mükemmel bir surette yaptırırız.” Bu cevap Mustafa Kemal’in çok hoşuna gitmişti. “Evet! Yansın ve yıkılsın” dedi. “Hepsinin telafisi mümkündür…” demişti.
Ankara’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile birlikte gelerek ziyafete katılan Falih Rıfkı (Atay) ise Mustafa Kemal’in “yalçın ve yırtılmaz sakinlikle” yangını izlediğini teyit edecekti. Peki, İzmir alev alev yanarken sofrada kalamar ziyafeti çeken Fevzi Paşa’nın düşüncesi neydi? Fevzi Paşa, 1953’te yayımlanan anılarında aşağıdaki açıklamayla yetinmişti: “İzmir’e giriş: Bilhassa iki tarihi hadisenin acı akıbetli iki olayını yarattı. Biri, İzmir’in büyük yangını diğeri Gazi Kemal’in bu yangın münasebetiyle yerleştiği otelden Latife hanımın Göztepe’deki evine yatılı misafiretidir. Bunlardan birincisi kısmen Nurettin Paşa’nın kısa görüşü, ikincisine de tesadüf denilen müessir amil olmuştur.” Fevzi Paşa az konuşmuş ama önemli bir ifşaatta bulunmuştu. Yangının faili en azından o günlerde, rejimin en önemli, güvenilir adamlarından biri açısından belliydi: “Sakallı” Nureddin Paşa… Ama nedense Fevzi Paşa’nın bu sözleri tarihin tozlu raflarında unutulup gidecekti.
SADECE NAHOŞ BİR OLAY MI?
Fevzi Paşa’nın bu tezini destekleyen bir başka belge, İtilaf Devletleri’nin Fransız Kumandanı Amiral Dumesnil’in 11 Eylül 1922 günü Konak’ta Nureddin Paşa’yla, 15 Eylül 1922 günü de Mustafa Kemal’le Göztepe’de yaptığı görüşmenin tutanaklardır. Dumesnil’in yardımcısı korvet komutanı (sonra Amiral) Moreau tarafından tutulan tutanaklarda, Nureddin Paşa’nın şehirde oturan Rum ve Ermenilerin İzmir’den çıkarılarak ülkenin yakılıp yıkılmış iç bölgelerine götürülmelerini emrettiğini söylediği ve Amiral Dumesnil’in şehrin Rum ahalisi arasından hak edenlere cezaları verildikten sonra kalanlarının İzmir’in geleceği için şehirden sürülmemesi yolundaki önerisine Nureddin Paşa’nın, “Bize çok çektirdiler. Onlara acıyacak değiliz. Yunanlıların işlediği cinayetler çok büyüktür” cevabını verdiği yazılıydı.
Nureddin Paşa’yı ikna edemeyen Dumesnil, 15 Eylül’de Mustafa Kemal’e şöyle demişti: “Yangını çıkaranların Türkler olduğuna dair şehirde rivayetler dolaşıyor. Birçok kişi Türklerin ateşe gaz döktüklerini birtakım teferruat ile anlatıyorlar. Ben derhal kurmay heyetimin zabitleri tarafından tahkikat yaptırdım. Bu tahkikat, dolaşan rivayetleri teyit etmedi. Söylendiğine göre İngiliz amirali Türklerin mesuliyetine inanıyor.”
Mustafa Kemal yangının işgalden önce oluşturulan bir teşkilatın eseri olduğunu belirtince, Amiral Dumesnil, “Bana kalırsa, Türkler İzmir’i isteyerek yakmış olmaları hakkında itham edilemez. Bu çok manasız bir şey olur. Fakat Türklerin davalarının menfaati icabı bu yangın etrafında yerleşmekte olan bu efsaneyi derhal tekzip etmeleri lazımdır” diyecekti. Mustafa Kemal, “Yangın çıkarmak üzere bir teşkilatın kurulmuş olduğunu biliyorduk. Hatta Ermeni kadınlarının üstünde ateş tutuşturmak için malzeme ele geçirdik. Birçok kundakçıyı tevkif ettik. Gelişimizden önce kiliselerde yangın çıkarmayı mukaddes bir vazife gibi gösteren nutuklar verilmiştir” deyip ekleyecekti: “Evet bu yangın nahoş bir hadisedir.” Amiral bu sözün kendisine biraz zayıf göründüğünü belirtmiş, ancak Mustafa Kemal’den daha fazlasını duyamamıştı. Ardından Mustafa Kemal konuşmayı İtilaf Devletleri ile yapılacak barış müzakerelerine getirmiş ve yangın meselesini kapatmıştı.
Ancak 17 Eylül 1922’de Mustafa Kemal İstanbul’daki Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’e bir telgraf göndererek Dumesnil’e sadece “bir teşkilat” diye işaret ettiği şüphelilerin tarifini yaptı. Telgrafta sadeleştirilmiş dille şöyle denmekteydi: “İzmir yangını hakkında aşağıdaki tarzda beyanatta bulunmak lazımdır. Ordumuz İzmir’i her türlü kazadan muhafaza etmek için şehre girmeden evvel tedbirler almıştır. Ancak Yunanlılar ve Ermeniler daha evvel vücuda getirdikleri teşkilatla İzmir’i toptan yakmaya niyet etmişlerdir. Kiliselerde Hrisostomos’un vermiş olduğu nutuklar ki İslamlar tarafından işitilmişti, İzmir’i yakmak bir dini vazife olarak tebliğ edilmiş bulunuyordu. Yangın bu teşkilat tarafından meydana getirilmiştir…”
Dumesnil ise 28 Eylül 1922 tarihli raporunda Türklerin şehirde düzeni sağlamak ve yağmayı önlemeye çalıştığı, Türk ordusunun iyi kadrolara sahip disiplinli bir ordu olduğu, çok sayıda yanıcı ve patlayıcı malzeme depoları olduğu söylendikten sonra, “Türkler yangınla sahip oldukları tüm imkânlarla mücadele ettiler. Bu imkânlar böylesine büyük bir felaket karşısında elbette yetersizdi” diye yazdı. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması’ndan beri örnekleri sergilenen Fransız-Türk dostluğunun yeni bir nişanesiydi sanki bu rapor. Halbuki İngilizler, Türklerin masumiyeti konusunda uzun süre ikna olmayacaklar, durumu soruşturmak için İzmir’e bir komisyon göndereceklerdi.
KONU TBMM’DE GÖRÜŞÜLDÜ MÜ?
Peki, İzmir’in simsiyah dev bir çukura dönüşmesine neden olan o korkunç yangın sırasında, gayet soğukkanlı davranan, ziyafetlere katılan, ilerde eşi olacak Latife Hanım’la romantik anlar yaşayan, yangını ise “nahoş bir olay” diye geçiştiren Mustafa Kemal, daha sonra İzmir Yangını hakkında konuştu mu? Hayır konuşmadı. Örneğin TBMM’ye İzmir’in kurtarılışına dair ilk telgrafını 27 Eylül 1922 günü çekmişti, o telgrafta yangına dair tek kelime yoktu. 4 Ekim’de TBMM’ye hitaben uzun bir konuşma yapan Mustafa Kemal, o konuşmasında da yangına değinmemişti. O değinmeyebilirdi, peki milletvekilleri sormuşlar mıydı yangını, neden çıktığını, kimin çıkardığını? Hayır sormamışlardı. Bu suskunluk hakikaten ilginçti.
27 ve 29 Ekim 1922 tarihli gizli ve açık celselerde İzmir dahil işgalden kurtarılan bölgelerde mal ve mülklerin yağmalanması konuşuldu. Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey’e göre yangınların maliyeti 300 milyon altın liraydı ve 20 bin hane yanmıştı. Kütahya Milletvekili Ragıp Bey ise İzmir’de yaşanan yağmanın boyutları şöyle anlattı: “Muhterem arkadaşlarım, İzmir’de hini istirdatta giren ordunun miktarı birkaç misli daha fazla olsaydı ve bütün İzmir ahalisi dahi iştirak etseydi, yağma iki devam etseydi, İzmir’deki emvali metruke tükenmezdi. Bu emvali metrukenin miktarını bundan tahmin edebilirsiniz. Yani 100 bin kişilik bir yağmacı kafilesi bir ay devam etseydi yine tüketemezdi,” diyecekti. Ragıp Bey ayrıca yangın sonrasında terkedilmiş malların isteyen kişiye nasıl dağıtıldığını anlatacaktı öfkeyle. Konuşmasını “bizim defterimiz yok ki, kim bunlar bilelim!” diye kesmeye çalışanlara da Ragıp Bey, “Efendiler isim mi istiyorsunuz? On bin kişidir. İsimleri Meclis’in içine sığmaz. Siz tespit edin on bin kişidir. (…) İzmir Valisi, İzmir Defterdarı, Müfettiş, komisyon azaları, komisyon katipleri, hepsi bütün bunlar…” diye haykıracaktı.
29 Kasım 1922’de TBMM’de yapılan gizli celsede “yangını kimin çıkardığı (Ermeniler mi, Yunanlılar mı, Türkler mi?)” konusu nedense konuşulmadı ama Afyon Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü Bey’e göre “Nurettin Paşa [gayrimüslimlerden kalan] kasaları bomba ile açtırmış ve [içlerindeki] paraları almıştı.” Başbakan Rauf Bey “Bendeniz Nurettin Paşa’nın kasaya bomba attığını bilmiyorum. Yalnız müessesattan(?) alınan para vardır ki makbuz karşılığı alınmıştır” dedi. Soru üzerine bu miktarın 118 bin lira olduğunu söyledi. Böylece yağmanın bir bölümünün resmileştiği anlaşıldı.
Konu TBMM’nin 5 Şubat 1923 tarihli gizli oturumunda başka bir bağlamda açıldı. O gün Başbakan Rauf Bey, Burdur Milletvekili Soysallı İsmail Suphi Bey’in 20 Ocak 1923 tarihinde sorduğu şu soruya cevap verdi: “Bazı Amerika ve Avrupa matbuatında hala Türklerin gayri medeni olduklarına güya delil olmak üzere İzmir şehrinin tarafımızdan yakıldığı yolunda neşriyat işitiliyor. İzmir’in Ermeni ve Rum erbabı ihtilali ile Yunanlılar tarafından yakıldığı hususu hükümetçe kâfi derecede neşir ve ilan edilmiş midir ve bunu tekiden vazihan (açık açık tekrarlamak amacıyla) bir daha ilana lüzum yok mudur?”
Rauf Bey cevabında İzmir’in Türk askeri tarafından yakılmadığının Fransız ve Amerikalı resmi görevliler tarafından kabul edildiğini söyledikten sonra yangının harp dolayısıyla olduğunu söylemenin sigorta şirketlerinin tazminat taleplerine neden olacağını belirtiyor ve Müslüman menfaatleri için konunun zamana bırakıldığını anlatıyordu. Dikkati çeken Rauf Bey’in “gerçekte ne olduğu” ile değil “hangi açıklama bizim işimize yarar” konusu ile ilgili olmasıydı. Ama daha ilginci, “İzmir’in Türk askeri tarafından yakılmadığı ortaya çıkmıştır” diyordu ama, bugün resmi tarihçilerin yaptığı gibi yangını “Rumlar veya Ermeniler çıkardı” demiyordu.
Peki, daha sonra, hemen her konuda konuşan, her konuda fikrini bildiğimiz Mustafa Kemal, İzmir Yangını hakkında konuştu mu? İlginçtir, ama konuşmadı. Örneğin CHF’nin 15-24 Ekim 1927 tarihinde Ankara’da toplanan İkinci Kurultay’ında Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığı 36,5 saatlik Büyük Nutuk’ta tam 16 sayfa boyunca, o günlerde Fevzi Paşa dahil pek çok kişinin yangının faili olduğunu ima ettiği “Sakallı” Nureddin Paşa’yı çeşitli başlıklarda yerden yere vurduğu halde İzmir Yangını’na veya paşanın yangındaki rolüne dair dair tek kelime etmedi.
FALİH RIFKI’NIN “İTİRAFI”
Mustafa Kemal’in yangın konusundaki suskunluğunun altında yatan neydi? Bunun cevabı belki de Falih Rıfkı’nın Çankaya (1969) kitabındaki şu satırlarında gizlidir:
“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Atatürk’ün Nureddin Paşa’yı eskiden beri sevmediği Nutuk’unda görünür. (...) Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberrut (şiddet) düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini harp divanına verip mahkûm bile ettirmek istemişti. (...) Nureddin Paşa’nın biri İzmir’de, biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır (iğrendirmiştir). Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’dir.
Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum: Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harpleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihi vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuru tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.”
Her okuyucu, aktardığım anlatılar eşliğinde kendi tarih okumasını yapacaktır elbette. 1922 Eylül’ünde benim deyimimle hem “Güzel” hem “Gavur” İzmir’e kimlerin kıydığı konusunu açıklığa kavuşturmak için hem “yabancı” kaynaklarının, hem resmî ve yarı-resmî, gizli ya da açık “Türk” kaynaklarının, hem resmi tarihçilerin “olağan şüphelisi” Yunan, Rum ve Ermeni kaynaklarının karşılaştırmalı okumasına; hem de bu olayın içinde yer aldığı tarihsel bağlamın, yani Osmanlı’nın son yüzyılından bugüne kadarki Cumhuriyet tarihinin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve zihinsel açıdan analize tabi tutulmasına ihtiyaç olduğu açık…
NOT: Bu yazı daha önce bazı mecralarda yayımlanmış olan yazının genişletilmiş halidir.