Achille Mbembe ve dünyayı onarmak

Mbembe’nin şu sözlerinin bir değeri var en azından hâlâ dünyadaki deneyimlerin şimdiye bir yansıması olabileceğinden umudumuz varsa, hiçliğin içinde kaybolup gitmemişsek: “Yeryüzü meselesinin bundan böyle en umulmadık, en karmaşık ve en paradoksal şekliyle ortaya konacağı yer, insanlığın anavatanı olan Afrika kıtasıdır.”

Zor zamanlarda yaşıyoruz. Bedenimizin her hücresi çeşitli şekillerde sermayenin denetimine verilmeye çalışılıyor. İstisna hâli devletlerin varlığını devam ettirmek için sürekli başvurduğu bir yönetme stratejisi durumuna geldi. Dünyanın “artık” olarak gördüğü bedenler farklı biçimler alan kamplarda, süresiz tutuluyor, insani değerlerin aşınması neo-liberal bireyciliğin başkasını gözetmeyen tavrıyla birleşince, bu bedenler insandışılaştırma pratiklerinin hedefinde.

Dijital ağlar sayesinde kaybolmuş gibi görünen sınırlar konu göçmenler ve mülteciler olduğunda, yükselebileceğinin en üst noktasına kadar çıkıyor. Dünya içinde hareket etmek gittikçe zorlaşıyor, gezegene dair öngörülen krizler yeni bir nüfuslandırma siyasetini ortaya çıkarıyor ve sanki dünya sadece egemen güçlerin istedikleri şekilde kontrol edebilecekleri bir yüzeymiş gibi davranılıyor.

Güvenlik siyaseti hiç olmadığı kadar devrede, polis artık her yerde. En küçük başkaldırıda insanların üzerine sıkılan kimyasal gazlar, ölümüne uygulanan şiddet nefesi kesiyor. Tüm bunların yanı sıra dünya iklim, gıda, toprak krizi gibi sorunlarla karşı karşıya ancak şirketlere angaje olmuş devletler, kapitalizmin farklı teknikleriyle doğanın bedenini kâr hırsıyla oymaya devam ediyor ve konu gezegenin sorunları olduğunda kulak tıkamaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Achille Mbembe, “Brütalizm” adlı kitabında yukarıda çok az kısmından bahsedebildiğimiz bir dünyanın içinden sesleniyor okura. Kitap İletişim Yayınları tarafından, P. Burcu Yalım çevirisiyle basıldı. Yazar bu metninde de gezegenin içinde bulunduğu durumun sömürgeci politikalarla ilişkisini kuruyor. Kitapta, mimariden ödünç aldığı “brütalizm” kavramıyla dünyayı anlamaya çalışırken, bir onarım siyasetinin mümkün olup olmadığını da sorgulamaya vesile oluyor.

Brütalizm

“Brütalizm” kısa bir tarama yaptığımızda, modernist bir mimari biçim olarak karşımıza çıkıyor, önemli özelliği ise betonun öne çıkması ve yapısal olarak sağlamlığı. Mbembe, mimari ile siyaset arasında bir ilişki olduğunu bu disiplinin zaten siyasi olduğunu düşünüyor ona göre mimari; “birinci olarak kimi zaman yok edilmez addedilen, inert olan veya olmayan maddeler siyasetidir. İkinci olarak ise çoğu zaman yapı taşları denebilecek şeylere dayanarak, yıkım ile yapım edimleri arasında kaçınılmaz olarak bir gerilime veya belki de kuvvet faktöründe bir yeniden dağılıma yol açtığı ölçüde siyasettir.”

Bu açıdan “brütalizm”, siyasette “zor kullanılarak biçimlendirilmeye” çalışılan elementler üzerinde uygulanan kontrol mekanizmasıyla ve tüm canlı bütünleri üzerinde uygulanan organize pratikle ilişkileniyor. Düşünür “Brütalizm”i buradan yola çıkarak, “maddi olmayanın, bedenselliğin ve maddelerin kesişim noktasına” yerleştiriyor. Böylece, maddi olan ve olmayan arasındaki ilişkiyi, bunun siyasi boyutunu ve kesişme noktalarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ayrıca, kitabın çevirmeninin de işaret ettiği gibi Fransızca “brüt” kelimesinin anlamlarını da işin içine sokmak gerekiyor, “doğa halinde yaşayan, ehlileşmemiş”, “işlenmemiş, işlemden geçmemiş” açıkçası metni okurken kavramı bu açıdan ele almanın kolaylaştırıcı olduğunu düşündüm. Çünkü maddi ya da maddi olmayanın bir şekilde “işlenmiş” hâle getirilmesini siyasi bağlamda düşününce epey şey söylüyor.

Egemenlerin siyaseti yukarıdan dayatılan bir biçimleme ve denetim mekanizmasıyla işliyor. Kendiliğinden doğada bulunan bir madde veya beden işlenecek bir şey olarak tahayyül ediliyor.

Sömürgeci bakışta “ilkel” olarak addedilenin işlemden geçirilerek ehlileştirilmesi, kendi varlığından edilme çabası gibi veya doğadaki herhangi bir madenin işlenerek kullanıma sunulması, meta değeri kazanması gibi. Bu durum delme, yerinden etme, yurtsuzlaştırma, şeyleştirme, bölme, ayırma, zorla ele geçirme, denetleme, kriminalize etme şeklinde farklı pratiklerle işliyor.

Bu nedenle yazarın maddi olan ve olmayanın kesişim noktasına yerleştirdiği Brütalizm kavramına bu açıdan bakılabilir. Çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi; “mimari ve siyaset, maddeleri ve bedenleri düzene koyma meselesidir, bir nicelik, hacim, kapsam, ve ölçü; kuvvetin ve enerjinin dağıtımı ve şekillendirilmesi meselesidir. Dikeyin ayrıcalıklı konumda bulunması, brütalizmin somut izlerinden biridir –ister maddeler ister bedenler üzerinde olsun.-”

Deneyimlerin Söylediği

Mbembe, dünyanın gidişatına dair eskatolojik ve çöküşbilimsel söylemlerin arttığına, düşüncenin işinin de buna indirgendiğine dikkat çekiyor. Açıkçası, son dönemde eleştirel düşüncenin bu yöne evrildiğini kabul etmek gerekiyor, dünya meselelerinde durum tespiti yapmak dışında çare kalmamış gibi davranıyoruz. Oysa Mbembe’nin hatırlattığı gibi; “Tam anlamıyla dünyanın yanma çağına girmiş bulunuyoruz. Bu yüzden şimdi acillikle karşı karşıyayız. Halbuki bu acillik, kırılganlık ve korunmasızlık gerçeğini pek çok dünya halkı bizden önce deneyimledi.”

Burada iki nokta var dünyanın gidişatı olumlu değil “yanıyor” bu doğru, biyosferin geçirdiği dönüşümlerle birlikte düşünürsek daha fazla bedenin hareketleneceği, kırılganlaşacağı, göçün herkesin meselesi olacağı bir yaşama doğru yol alıyoruz. Diğer yandan bu yeni değil dünyanın sömürgecilik deneyiminden, savaşlardan arta kalan pek çok deneyimi var. Mbembe’nin kitabın farklı bölümlerinde işaret ettiği gibi “zenci”lik artık evrenselleşiyor. Zenci sorusu sadece Avrupa’nın bir dönem kendine sorduğu soru olmayı aşıyor, tüm yeryüzünü, onun maddi ve maddi olmayan bedenlerini içeriyor. Bu meseleyle hiçbir şekilde yüzleşememiş bir dünyanın, şimdiye dâhil olan sorunları da bu açıdan Afrikalı bedenin diğer bedenlerle kesişmesini sağlıyor.

Ayrıca, gözden kaçırmamak gerekiyor ki dünya tarihi, “kırımların ve başka soykırımlarının, katliamların ve mülksüzleştirmenin tarihi…” Geçmiş deneyimlerden öğrenecek çok şey olsa da dünya siyasetine baktığımızda buna çok da hevesli olunmadığını görüyoruz. Savaşın bile hala sürdürülebildiği bir dünyada yaşarken belki de durum tespiti yapıp durmamızın da bir nedeni var. Ama yine de Mbembe’nin şu sözlerinin bir değeri var en azından hâlâ dünyadaki deneyimlerin şimdiye bir yansıması olabileceğinden umudumuz varsa, hiçliğin içinde kaybolup gitmemişsek: “Yeryüzü meselesinin bundan böyle en umulmadık, en karmaşık ve en paradoksal şekliyle ortaya konacağı yer, insanlığın anavatanı olan Afrika kıtasıdır.” Hem başlangıcı hem de yitişi deneyimlemiş bir coğrafya gezegenin onarımına kafa yoran herkes için bir şeyler fısıldayabilir çünkü.

Bu nedenle Mbembe’nin şu cümlelerinin işaret ettiğini de düşünmeli: “Afrikalılık halinin bu gezegenleşmesi ile gezegen halinin Afrikalılaşmaya meyletmesi belki de 21. yüzyılın iki en büyük felsefi, kültürel ve sanatsal olayını teşkil edecek.” Burada söylenenin pratikte ne kadar dikkate alınacağını bilemiyoruz ancak dünyada hem yeryüzünün hem de insan bedeninin kapitalizmin pratikleriyle, sömürgeci edimleri hatırlattığının farkında olmak gerekiyor.

“Hudutlaştırma”

Brütalizm, farklı tekniklerle yaşamı gasp ediyor. Çünkü kapitalizmin ve devletlerin yukarıdan politikalarının belirleyici olduğu, hukukun askıya alındığı, savaşın yaşam biçimi olduğu, cinayetin artık istisna olmadığı, bedenlerin sayısallaştığı bir çağı imliyor. Örneğin, “hudutlaştırma” bu pratiklerden sadece biri. Çağımız hız çağı, sınırların aşındığı, belirsizleştiği bir dönem gibi düşünülüyor. Ancak Mbembe, şu soruyu soruyor: “‘Hudutlandırma’” bu dünyanın güçlerinin, belli mekânları belli kesimler için mütemadiyen geçilmez kıldıkları süreç değilse nedir?”

Bu soru sınırların kime yükseldiğini de görmeyi sağlıyor. Yazarın genel olarak “yabancı kampları” olarak adlandırdığı, göçmenlerin, mültecilerin hiçbir suç işlemedikleri halde hapsedildiği kampları düşünürsek sorununun cevabına ulaşabiliyoruz bana kalırsa. Bunun yanı sıra dijital bir çağda yaşıyoruz, “hudut” denince aklımıza sadece doğanın toprağından gasp edilip, sahiplenilen bir coğrafyanın haritadaki yerini anlamamak gerekiyor. “Hudutlar son hız teknolojikleşiyor” diyor Mbembe ve ekliyor: “Fiziksel ve sanal bariyerler, veri tabanlarının sayısallaştırılması; yeni takip cihazları, fişleme sistemleri, sensörler, insansız hava araçları, uydular ve bekçi robotlar, kızılötesi algılayıcılar…”

Tüm bunlar insan ve doğadaki başka türler için belli bir sınırlılık getiriyor. Aslında dünyanın denetim mekanizmalarıyla kaplanmış bir hapishaneye dönüştüğü söylenebilir ki bu durum düşünürün dijital çağ eleştirisiyle de kesişiyor. Dijital çağ artık yaşamın geri dönülemez bir parçası ancak onun kapitalist şirketler ve devletle olan işbirliğini hep hatırlamak da gereklilik. Hudutlaştırma konusunda ise son olarak, Mbembe’nin şu cümlesinin söyledikleri, dünyanın sonrasını tahayyül ederken işlevsel olabilir, yazar bir düşten söz ediyor: “Bu düş, hudutların kaldırılması düşüdür, yani vaz geçilmez bir hak olan bu gezegende serbestçe yer değiştirme hakkını dünyanın -insan olan ve olmayan- bütün sakinlerine geri verme düşü.”

Onarım siyaseti

Achille Mbembe, kitap boyunca dünyanın içinde bulunduğu duruma dair farklı yorumlar getiriyor, bunların çoğu olumlu şeyler değil doğal olarak. Ancak ne yapılabilir sorusuna da cevap arıyor, okuru kötümser bir atmosfere sokmama çabası veriyor. Kimlik siyasetinin çıkmazlarından da bahsediyor ama farkı dışlayarak müşterek bir siyasetin örülemeyeceğini de hatırlatıyor. Ayrıca ona göre, çağımızda müştereklik projesi bir yolcu figürüne dönüşmüş durumda bu nedenle demokrasinin görevinin, yeni kapanma mekânları inşa etmek olmadığını vurguluyor.

Yazarın kesin konuştuğu tek konu dünyayı nasıl onarırız sorusuna yönelik, onun düşüncesinde seçimimiz: “Onarım ya da cenaze”. Onarım için söyledikleriyse bana kalırsa yaşadığımız çağı yorumlarken kaçınılmaz olana işaret ediyor: “Onarım, münhasır sahiplenme biçimlerinden vaz geçmeyi gerektirir; hesap edilemez ve temellük edilemez şeyler olduğunun ve dolayısıyla kimsenin yeryüzüne münhasıran sahip olamayacağının veya onu münhasıran işgal edemeyeceğinin teslim edilmesine bağlıdır… Yeryüzü sadece kendi kendisine aittir ve barındırdığı yaşamsal tohum rezervini kimse kapatamaz, ne peşinen ne de ebediyen.”

Yeryüzü kimsenin değil, ne devletlerin ne de kapitalist şirketlerin bu nedenle onarımın yolu öncelikle onun bedenini özgürleştirmekten geçiyor, onun “kendi kendisine ait varlığını” tüm yaşayanlarıyla birlikte tanımaktan.

Köşe Yazıları Haberleri