"All of Us Strangers”: Senle, Ben, Hepimiz...

.

Geçen yılın sevilen filmlerinden 'All of Us Strangers'ı, Onur Haftası'nın başlaması şerefine sizlerle paylaşmak istedim. Geçmişle şimdi arasında bir tren yolculuğunda, hayaletleriyle yüzleşerek, 'sınırlarına' itilmiş, yalnızlık hissiyle boğuşan ve birbirinin sesini duymaya, yan yana gelip sarılmaya ihtiyaç duyan tüm kuirlerin Onur Ayı kutlu olsun! Enerjinizi, ruhunuzu, kimliğinizi sömürmeye çalışan tüm vampirlere karşı, o kapıları aralıyoruz, isyana ve özgürlüğe, el ele...

Taichi Yamada'nın 'Strangers' adlı romanından uyarlanan, Andrew Heigh'in yazıp yönettiği ‘All of Us Strangers’, geçen sene BAFTA dahil olmak üzere birçok film festivalinden büyük beğeniyle ayrıldı. Özellikle oyuncu kadrosunda Andrew Scott ve Paul Mescal'i bir araya getirdiği için heyecanla beklenen film, aslında derinlikli bir hayalet hikâyesi sunuyor bizlere. Londra'da yalnız ve izole bir hayat süren senarist Adam, komşusu Harry ile tanışıyor ve çocukken kaybettiği ailesiyle yeniden görüşmeye başlıyor. Onları kaybettiği halleriyle yüzleşen Adam, hem geçmişte onlarla yaşadığı acı tatlı anları hem de şu anki halinin ‘inceliklerini’ paylaşıyor. Film, Adam'ın Harry'yi görmesiyle başlayan ve belki de travmasına - yasına dönmesine neden olan bu ‘yakınlığı’, filmin ilk sahnesinde sabahın ilk saatlerindeki ıssız maviyi yutan derin kırmızı gün doğumunda, yaşadıkları binayı çevreleyen ‘yangınla’ gösteriyor aslında. Bu ‘kırmızı’ ve ‘mavi’ film boyunca hem kullanılan renk paletiyle, hem de daha soğuk ve sıcak iki karakterin ihtimaller üzerinde birbirine yaklaşmasıyla iç içe geçiyor.

Filmin açılış sahnesinde de gördüğümüz gibi iki karakterimiz - pencereler, odalar, birbirinin bakışları - ‘çerçeveler’, ‘sınırlar’ içine yerleştirilmiş. Yalnızlık teması aslında filmin birçok yerinde bu şekilde somutlaşıyor, sadece ikisinin yaşadığı büyük bir bina, kimsenin bu güzel lüks binaya girmiyor oluşu, neredeyse boş trenler, kendini kendi köşelerine itmiş iki kuir karakter... Onların tanışmasıyla birlikte, gerçek ile hayal arasındaki sınırlar da yavaş yavaş erimeye başlıyor. Bu süreç, izleyiciye iki dünya arasında - hatıralar, ihtimaller, gerçekler - gidip gelirken sınırların nasıl bulanıklaştığını ve duygusal yakınlığın ise ruhani bir bağa nasıl evrildiğini hissettiriyor aslında.

Film temelde - sadece bize görünen hayaletler, onların bizim içimizi görmesi, bir fotoğraftan görünenler, trende bize bakan çocukta kendi çocukluğumuzu görmemiz, dans ederken kendi gölgemizi belki de başka biri sanmamız gibi ‘görmek’ ve ‘görülmek’ hallerine seyirciyi ortak ederek, kayıp ve yalnızlık hissinin filmin zamanı ve mekanı dışına çıkmasını sağlıyor. Adam'ın yazdıkları, hatıraları, çevresindeki diğer kuirlere bakarken aklına gelen ihtimaller senaryoya; fotoğraflar, manzaralar ise karakterlerin yüzlerinden görüntülere yansıyor. Yönetmenin görüntüler arasında sürekli geçiş yaparak göstermeye çalıştığı gibi, Adam'ın geçmişle, bugünüyle, kaybedilen ailesine sevgi bağıyla, Harry ile yaşadıkları arasında incelikli bir ‘ruh bağı’ oluşuyor. Film ilerledikçe, bedenden, mekânlardan, ‘ten’den; duygulara, ruha, ‘tin’e doğru akıyoruz sanki.

Film, çokça tekrarlayan tren sahneleri ve hayaletlerin gerçekçiliğiyle aslında geçmişle günümüz arasında bir ruh bağı kuruyor. Eşcinsel olduğunu açıklayınca endişelenen annesine 'artık her şey çok değişti' diyor Adam. Peki, toplumun, hayatın, aşkın, ihtimallerin hep sınırından yakalamış bir kuir için 'yabancılık' hissi değişiyor mu?

Filmde, Adam'ın ailesiyle gelecekte nasıl olabilecekleri üzerinden değil, onları son hatırladığı halleriyle iletişim kurması, aile evine döndüğünde çocukluk halini pencerede görmesi, ya da iç içe geçmiş bunun gibi birçok sahne aracılığıyla geçmişle şimdi arasında sürekli köprüler kuruluyor. Ve belki de geçmişle günümüzü birleştiren bu sinemasal tercihler, toplumun sınırlarına itilmiş, zorbalığa maruz kalmış, yasla mücadele eden bir kuir için günümüz toplumunda da durumun pek değişmediğini gösteriyor.

“Okuldan geldiğimde odamda ağlarken yanıma neden gelmedin?”, “Hala bacak bacak üstüne attığımda bunu düşünüyorum”, “Ailemde kendimi hep yabancı hissettim”, “Benim yanımda utanman gerekmiyor”, “Kapımın önünde vampirler var beni yalnız bırakma”… Yönetmen, yabancılık ve yakınlık kurma isteğinin iç içe geçtiği sahnelerle, aşina olduğumuz toplumdan ve aileden yabancılaşma hissine, Adam'ı, Harry'yi ve karanlık ekrana gözleri dolu dolu bakan o ‘yabancı’ gözleri, seyirciyi de ortak ediyor.

Kapısındaki vampirlerle yalnız kaldığında, gidecek yeri kalmayan Harry’nin yeni bir hayalet hikayesini başlattığını anladığımızda da, ince çizgilerle bağlı hayatlarımızda - belki bir asansör hattı, bir tren yolculuğu, birbirine uzanan iki kol - kayıp giden anların, ihtimallerin aslında geri getirilemediğini anlıyoruz. O yeni fotoğraf karesi gibi flaş düşen yatakta, ‘ihtimallerin heyecanına’ üzülüyoruz...

Senle, ben, hepimiz... Belki de kendi köşelerine itilmiş kuirlerin sınırları birbirine değer, o ince bağ, belki Onur Yürüyüşü’nde yan yana yürür, kol kola girer. “All of Us Strangers”, senle, ben, hepimiz... Birimiz, hepimiz için. Onur Ayımız kutlu olsun!

Köşe Yazıları Haberleri