İnsan ister istemez başlığa bakınca, üç noktadan sonra daha da eril, daha da vahim kelimelerin gelmesini bekliyor. Muadillerine ya da bir tık üst modellerine ancak futbol maçlarında rastlayabileceğiniz bir söylem bu. Bugünkü konumuz her daim ahlaktan bahseden “ahlakçılar”ın, hâl-i pür-melâl´i sevgili Kısa Dalga okurları…
Biz fanilerin hakaret davası açma lüksü teknik olarak elbette var, nitekim başta TİP olmak üzere malum konuda çok sayıda girişimde bulunulduğunu biliyoruz. Lakin devletle olan ilişkilerimiz hele ki yargı söz konusu olduğunda pratikte yıllardan beri tek taraflı olarak yürüyor, tıpkı Web 1.0 zamanlarında olduğu gibi. Bize ne veriliyorsa ne deniyorsa okuyup, görüp, duyup da karşı görüş bildirememek, ne görüyorsak, ona katlanmak ya da içimize atmak gibi...
Diğer yandan Erdoğan’ın tarihimiz boyunca vatandaşını en fazla mahkemeye veren Cumhurbaşkanı olarak, öyle bir derdinin olmadığını, bize her türlü hakareti edebilmesinin tarifsiz rahatlığını, hiyerarşinin orantısız keyfini yaşadığını görüyoruz. Şahsının ve diğer isimlerin söylem ve hareketlerinden, sürekli el artırmalarından bunu anlayabiliyoruz. Gerçi ortağı Devlet Bahçeli’nin ağzından bu zamana kadar duyduğumuz hakaretlerin yanında bu yazı başlığındakiler belki masumane dahi kalabilir. Affınıza sığınarak Bahçeli’den birkaç örneği buraya alalım:
“Be hey densiz, be hey kanun tanımaz, ahlak bilmez”, “zırvalamış, hezeyana batmış, zıvanadan çıkmış”, “ispatlamayan namert, alçak, şerefsiz”, “sen nasıl bir insansın”, “senin yaptıklarını ancak iblis teşebbüs edecektir”, “sende şeref ve mertlik işportaya düşmüş, hurdaya çıkmıştır.”
Aman aman yanlışlık olmasın, Bahçeli bunları bizlere değil, zamanında Erdoğan’a söylemiş meğer. “Video ne kadar güzel bir alet değil mi” hafızalarımızı dipdiri tutuyor.
Hani hep deriz ya devlet ceberuttur, devletin ideolojik aygıtları vardır diye, işte o upuzun filmin tam ortasındaki figüranlarız; figüranlar alınmasın, böcekleriz; onlar da alınmasın… Bu şüphesiz 20 yıllık bir süreç değil, ancak devletin vatandaşını basit bir detay olarak görmesinin zirve noktalarını yaşadığımız da bir gerçek. Cumhuriyet tarihinde asıl olanın müesses nizam olduğuna yönelik yüzlerce acı örneğimiz var elbette… Cezaevinde yaşananlardan köylülere dışkı yedirilmesine kadar uzanan, devletin her daim kutsandığı, vatandaşına belirlenen makbul sınırların dışına çıkması durumunda her şeyi yapmaya hazır, utançlar deneyimine sahip bir gelenek var karşımızda. Hangi örneği versek az kalır…
AKP iktidarında; Soma’da acılarımızın üzerine atılan tekmeyi de gördük, Çorlu’da kayıpların failleri yerine ailelerinin ceza aldığını da… Gezi’de canlarımızı da kaybettik, arkadaşlarımızı hapse de gönderdik, “Kaçakçı"ya müstahak denilerek insanların üzerine bomba atılmasını da yaşadık. Ne garip değil mi, yukardaki paragraftaki gibi, hangi örneği versek az kalır…
Tabloya bu cepheden bakınca “çürükler” ve “sürtükler” söylemi aslında masum bile kalıyor denebilir ama değil işte. Geldiğimiz nokta, yaşadıklarımız tam bir tepe noktasıdır, nirvanadır. Yeri gelmişken başka bağlamdaki Nirvana’yı da anmadan geçmeyelim, konserlerinde parçanın sonunda gitarlarını parçaladıkları, o acayip sayko şarkıları “Endless Nameless”a kulak verelim, eh ne de olsa bizim de “Kurt”umuz o en nihayetinde…
Ölüm
Benim olduğum şey
Cehenneme gittim
Hapishaneye gittim
Bunun arkasında
Suç var
İşte buradayım
Şansını dene
Ölü
Öl
(Death, is what I am, go to hell, go to jail, in back of that, crime, here I am, take a chance, Dead! Die)
Son günlerde yaşanan her şey, “sistematik” biçimde gelişiyor, sanki… Nedenlerini, nasıllarını, televizyon programlarına her akşam katılan “her bişi”yi bilenlere bırakalım. Kavramı kullandım ama “sistematik” olan ne, onu da hiç bilmiyorum aslında. “Tek bildiğim bir şey var o da hiçbir şey bilmediğim” ya da “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oluyor” etrafta. Sokrates ile Ali İhsan Yavuz’u aynı cümle içinde referans gösterdiğim için de başta Sokrates olmak üzere, insanlık, tarih ve sizlerden özür dilerim.
HDP’nin ve başka kesimlerin aslında yıllardır yaşadığı için onları pek de şaşırtmayan gelişmeler yaşanıyor. Gezi davasıyla hız kazanan, Kaftancıoğlu, İmamoğlu davaları ve son olarak Kılıçdaroğlu’nun da hapse gireceğini ima eden Bahçeli’nin açıklamalarının ardından CHP de köyümüzün artık yandığının farkına vardı gibi görünüyor. Bu ortamda saçını tarayanlar yerine, her güne bir sokak seksi videosunun bir anda örüntüye dönüşmesi tesadüf olabilir mi? Elbette olamaz…
Çünkü ahlaktan en çok bahsedenlerin, ahlakın rantını yiyenlerin, “ahlakçılığı” her daim gözümüze bir meziyet gibi sunanların iktidarında en çok kirlendik. Ağızlarından düşürmedikleri ahlak kavramının altında kaldı ülke. “Bize ahlak değil vicdan lazım” başlıklı eski bir yazıdan alıntı yapmakta yarar var, çünkü olaylar, olgular, baskılar, hakaretler çoğu zaman aynı olmakla birlikte bunların üzerimizde yarattığı tahribatlar her geçen gün daha da artıyor.
“Ahlak” düpedüz kirlenmiş bir alan artık. Maçta (Konya’da Ankara katliamı saygı duruşu) hayatını kaybedenleri yuhalayan, depremde (Elazığ depreminde "Elazığ Kürt mü"yü arama motorlarında arayan) ırka bakan, Kürt oldukları için bir futbol takımının ligden çekilmesine neden olan (Cizrespor), kadına şiddeti, çocuk gelin/damatlığı adeta kutsayan, kabul edilmiş ve ettirilmiş “ahlak”ın tezahürü olan bir zihniyet, vicdandan zerre nasibini almadan hakimiyetini sürdürüyor.
Elbette hepsini “ahlak” adına yapıyorlar. Beka ve “Ahlak” her yeri açmaya muktedir altın anahtarlar niteliğinde… Devlet sadece meşru şiddet kullanan güç olarak değil, dayatılmış organize bir “ahlak” ya da nerden baktığınıza bağlı olarak “ahlaksızlık” anlayışını bizlere zikrediyor. Varlığımız, ahlakımız ve benliğimiz yüce devletimize armağan nasıl olsa… Foucault’nun ifade ettiği gibi: “Bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da öz bilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor.”
Böylesi bir ortamda vicdandır bizi kurtaracak kavram. Biliyorum okuyunca fazla sevgi pıtırcığı bulmuş olabilirsiniz. O zaman Ulus Baker’e bağlanalım: “Önce vicdanlı olacaksın ki herhangi bir ahlak buyruğuyla, kuralıyla karşılaşabilecek bir yeteneğin, bir gücün olsun... Bu şu demektir: Vicdan, ahlaktan farklı olarak bir "güç durumudur," başka bir şey değil... Ahlakı dinsel ya da ideolojik biçimler altında da olsa, "hayata geçirmek" için bir "dış güce" ya da "çabaya" (eğitime, education sentimentale'e) ihtiyaç duyulur, oysa vicdan bir "başlangıç hâli," dış değil, iç bir kudrettir... İnsanın dış buyruklara, zorunluluklara "katlanabilme" gücüne vicdan diyoruz.”
Bu açılardan bakınca dayatmaya çalıştıkları ahlakla ya da ahlakçı olmakla bizim işimiz olamaz. Tartışmasız en Kemalist insanların başında gelen Nadir Nadi’nin “Ben Atatürkçü Değilim” başlıklı bir kitap yazması gibi… “Ahlak” adıyla bize 20 yıldır pazarlananların çıktıları ile kuşaklar perişan oldu. 83 yaşında Fikret Amcam her gün ülkede yaşananları görüp ağlıyor, Gazapizm’in “unutulacak dünler yaşanılacak günler var” sözleri eşliğinde gençlerin artan oranda intihar ettiği haberlerini okuyoruz, bu konuda iktidardan tek ses duyamıyoruz. Siz ahlaklıysanız, gururla ifade etmek isterim ki ben ahlaksızım.
Çok şey yaşadık, yetmedi şimdi de hakaretlere maruz kalıyoruz. Kötü söz elbette sahibine aittir, alışmadık, alışmayacağız ve elbette geçecek bu günler de…