Can Atalay vekillerinin hak ihlali başvurusunun Anayasa Mahkemesi tarafından kabulü ve sonraki gelişmeler Türkiye kamuoyunun genelinde şaşkınlıkla karşılandı. Olan bitenlere anayasal-yasal düzeyde bakıldığında şaşırmamak elde değil gerçekten de. İstanbul 13. Ağır ceza mahkemesinin Anayasa mahkemesi kararını kendi dosyası ile ilgili görmemesi gerçekten de açık bir hukuki ihlal oluşturduğu için şaşkınlık vericiydi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin Anayasa Mahkemesi kararını tanımaması da bir başka şaşkınlık konusu. Bu kadarla kalsa gene iyi. 3. Ceza Dairesinin aynı zamanda ihlal kararı yönünde oy kullanan anayasa mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunması “şaşkınlık” duygusunu fazlasıyla aşan bir “şok” olarak nitelenebilir. Ve bir şok daha: Yargıtay 3. Ceza Dairesi suç duyurusunu bu konuda hiçbir yetkisi olmayan Yargıtay Başsavcılığı'na yapıyor. Tapu Müdürünün Anayasa Mahkemesi üyelerini soruşturması gibi bir şey bu. Bunu yapanlar eğer yurttaşlar olsaydı yasalara uymamakla suçlanır ve hiç kuşkusuz ağır cezalık bir soruşturmanın konusu haline gelirlerdi.
Bununla beraber yukarıdaki “anayasal-yasal düzeyde bakıldığında” şerhine dönmek durumundayım burada. Bütün bu gelişmelerin neden şaşırtıcı olmadığını ancak böyle anlayabiliriz çünkü. Evet bu gelişmeler bir bakımdan hiç de şaşırtıcı değil. Gerçek şu ki 15 Temmuz sonrası hem yasal hem de kurumsal tutarlılık tamamen yok olmuş durumda ve yargı artık başka türlü işliyor. Anayasa ve yasalara bakarak onu anlayamazsınız. Suç duyurusunu bir kenara bırakırsak anayasa mahkemesinin kararlarına uymamaya dair diğer gelişmeler daha önce de defalarca yaşandı. İşte bu nedenle tüm şu yukarıdaki gelişmeler Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası yargısının temel mekanizması ve yeni işleyiş biçimini anlamak bakımından çok şey söylüyor.
Bir defa yeni yargıda Anayasa Mahkemesi'nin geleneksel önemi kalmamıştır. Erdoğan ile AKP kitlesi ve yargı organlarından oluşan yeni bir yargı mekanizması söz konusudur artık. Yasa ve anayasalar sadece birer metin olarak köşede dururlar. Ceza hukuku bu üçlü yapının beklentileri üzerinden inşa edilir. Eski yargı ise Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve Cumhurbaşkanı'nın sevk ettiği otoriter bir merkezi devreye sahipti. Bu itibarla şimdiki yargı devresi öncekinden epey farklıdır. Önceki yargı güç ve kurumların dizilişi itibariyle otoriter idi. Şimdiki ise faşizan. Zaten bu yeni siyasi ve hukuki devre anlaşılmadığı için büyük ve verimsiz şaşkınlıklar yaşanmaktadır.
Nasıl mı?
15 Temmuz Yargısı Nasıl İşliyor?
Yeni yargı mekanizmasında güçler ve kurumlar artık farklı biçimde dizilmiştir ve farklı biçimlerde işlemektedir. Güçler ve kurumlar arasındaki ilişkinin niteliği de oldukça farklıdır. 15 Temmuz sonrası yargı üç farklı güç ve kurumsal yapının oluşturduğu bir üçgenin içinde faaliyet göstermektedir. En başta Başkan Erdoğan ve daha az görünür meselelerde Saray ve danışmanlar kadrosu yer alır. Yeni yargının birinci gücü burasıdır. 15 Temmuz yargısının ikinci unsuru ise bizzat AKP’nin kendi kitlesidir. Sözkonusu kitle artık hukuk yapıcı, yargılayıcı bir kitledir. Bu kitlenin en görünür olduğu yer “sosyal medya trollüğü”dür ve kendine has bir işlevi ve etkisi vardır. Ve üçüncü unsuru ise kurumsal yapılar; yani savcılık ve mahkemeler teşkilatıdır. Yeni yargı bu üç gücün ilişkisinde kuruludur ve bu ilişkinin ana sevk edicisi Başkan Erdoğan ve Saraydır. AKP kitlesi ise belirli durumlarda bir toplumsal tazyik yaratarak kimin tutuklanıp kimin gözaltına alınacağına dair yönlendirmeler yapar. Merdan Yanardağ ve Banu Özdemir’in tutuklanması, Ayşenur Arslan’ın gözaltına alınması işte bu “güruhun” faaliyetlerinin sonuçlarıdır. Kavala’nın beraat kararı aldıktan sonra AKP kitlesinin yaşadığı yenilgi duygusu kitlenin trollerine yansımış ve kitlenin “büyük isyan”ı sonucu derhal yeniden tutuklanmasıyla sonuçlanmıştır. 15 Temmuz sonrası yargı, adalet ve hukuk süreçleri kabaca bu güçler ve ilişkilerinde örülmüştür ve öyle de devam edilmektedir.
Esas konuya dönmek üzere hemen hatırlatalım: Anayasa Mahkemesi yeni yargının bu üçlü yapısının içinde yer almaz. Kurumsal olarak AYM yeni yargıda işlevsel değildir. Pahalı, gereksiz ve hantal görünmektedir yeni yargının güçleri tarafından. Bütün o ayarlanmış yapısına rağmen yavaş hareket etmek zorundadır. Herkesin gözünün önünde olmaları nedeniyle üzerlerindeki baskı üyeleri farklı eğilimlere açık hale getirir. Tek boyutlu ve uzun süre kontrol edilmesi zordur. Bu itibarla Anayasa mahkemesi 1924-60 sürecindeki bir tür “Asliye Hukuk Mahkemesi”ne benzetilebilir ve genel siyaset düzeyindeki yeri o seviyeye indirilmiştir. Bir ilk derece mahkemesidir yani. Onun hakkında suç duyurusunda bulunmak, haddini bildirmek bu nedenle hiç de zor değildir.
Peki yeni yargı mekanizması 15 Temmuzdan bu yana böyle ise eskisi nasıldı? Yeni durumu daha iyi anlamak için eski yargı mekanizmasını ortaya koymak gerekecektir.
Eski Yargı
1960 sonrası yargı mekanizması ve işleyişi de üçlü bir yapıda işliyordu: Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı. Bu üçlü yapı temsil alanında Senato tarafından da destekleniyor ve aşağıdan gelecek yeni politik atılımlar bu üçlü yapı tarafından denetleniyor, farklı ideoloji ve partiler gözetlenerek değerlendiriliyor, onlarca sakıncalı parti kapatılıyor, farklı kurum ve güçlerin faaliyetleri arasındaki tutarlılık gözetiliyordu. Dahası anayasa ve yasalar kendi teamül ve geleneklerini yaratmışlardı. Cumhuriyetin ondan önceki ilk dönemlerinde ise yargılama mekanizması Mustafa Kemal ile yargı organları arasındaki bir ilişkide ilerliyordu. Zamanın başbakanı İsmet İnönü bile Kazım Karabekir’in serbest bırakılmasını sağlayamamıştır örneğin. Bu ilişki Mustafa Kemal’in ölümü sonrası devletin iki farklı hizbinin ana çatışma konusu olmuş, karşılıklı birbirlerini tasfiye hamleleri yapılmış ve nihayet 1961 Anayasası ile yeni bir yargı mekanizması oluşturulmuştu. Böylece Anayasa Mahkemesi 1962’de Türkiye yargı mekanizması ve işlevinin asli gücü olarak ortaya çıkmıştı. Hem politik hem de hukuki düzeyde asli hukuk yapıcı ve merkezi kurum niteliğinde idi.
Yeni yargı işte bu kurumlar ve güçlerin dizilişini önemli ölçüde değiştirerek kendini yarattı. Anayasa Mahkemesi bu dizilimin içinde yer almadığı için alt derece mahkemelerini bağlayıcı güçten yoksun kaldı. Hukuk ve yasaya uygun hareket etmeye çağırmak yeni sistemin ana yapıları ve güçleri ile çatışmayı getirdi.
Bugün geldiğimiz yer işte tam burasıdır. Bu nedenle son gelişmeler 15 Temmuz yargısının genel yapısı içinde hiç de tutarsız ve dayanaksız durmamaktadır. Tam tersine yargı mekanizmasının genel görünümü ile tutarlıdır.
Şimdi buraya kadar yargının bugünkü genel durumunu anlamayı kolaylaştırdığımı umuyorum. Fakat, bütün bu açıklamalarla amacım varolanı nesnelleştirmek veya yaşanan şaşkınlığı yok etmek değil. Tam tersine şaşkınlığı daha geniş bir alana yaymaktır. Çünkü oldukça verimli ve doğru bir şaşkınlıktır bu. Nitekim yargı organları kendi yasalarına karşı savaşmakta ve kendi kurumlarını yok etmektedirler. Bu nedenle tepkiler toplumdaki adil bir dünya anlayışından doğmaktadır. Bize düşen şaşkınlık verici gelişmelerin ne kadar derinde olduğunu göstermektir. Ama şaşkınlığın içindeki saflığı ve naifliği yok etmek ve doğru bir anlayış edinmek koşuluyla… Olan biteni yasal ve kurumsal boyutuyla olduğu kadar siyasal ve tarihsel boyutuyla da görmek koşuluyla…
Bu sayede gerçek ve adil bir yargının ufku açık kurucu gücü haline getirebiliriz bütün bu şaşkınlıkları… Ve daha adil bir yargının önünü açabiliriz…