İdealler ve yaşananlar arasındaki çelişkileri anlatıya taşımasıyla, Sovyet deneyimini en iyi yazanlardan biridir Andrey Platonov dersek, sanırım aşırı bir yorumda bulunmuş olmayız. Platonov’un metinlerinde; makinelerin gürültüsü, demiryollarının, trenlerin tıkırtısı, bilim, teknik, emek, doğa yaşamın içine yerleştirilir ve yeni inşa edilenin heyecanıyla birleşir. Ayrıca onun anlatısı, insanın farklı yüzlerini bir araya getirirken ülkesinin ve döneminin düşüncesinin çelişkilerini taşır.
Platonov kendi zamanında pek anlaşılamayan bir Marksizm anlayışının da temsilcisidir. Onun metinlerinde kesin iyiye yaslanan bir Marksizm’den çok gündelik yaşamda, yeni inşa edilen devletle birlikte bu düşüncenin nasıl algılandığını buluruz. O daha çok ideale yerleşmeyen yanların getirdiği sıkıntıya, şüpheye ve kaygıya yoğunlaşır. Yazar, karakterlerinde döneminin getirilerine yürekten bağlananların bile çelişkiye düştüğü anları açığa çıkarır, ironiyle birleşen bir eleştirel üslup kurar, ikili bir yan inşa eder ve gerçekte olan ile hayal edilenin gerilimini yansıtır.
McKenzie Wark’ın yerinde tespitiyle söylersek, “Platonov’un Marksizmi çilecidir, proletaryadan da aşağıda olanların gündelik hayat deneyimine dayanır.” Wark’ın bahsettiği sınıfların deneyimi daha çok yoksulluk içinde bir yaşamı, çabası verilen ile karşılıksız kalanın hayal kırıklığını taşır ve tahayyül edilen toplumun dışında bir yerde yaşayanların varlık mücadelesini içerir. Yazısına konu ettiği meseleler Platonov’un anlatısını “çileci bir Marksizmle buluşturur” gerçekten de. Bu durum özellikle Stalin’e ve rejime yönelik alaycı üslubunun göze batmasıyla sıkıntılı bir yaşam sürmesine de neden olur. Bundan dolayı Platonov'un öyküleri 1950'lerin sonlarında Rusya'da yeniden yayımlanmaya başlasa bile başlıca eserleri 1980'lerin sonuna dek yasaklı kalır.
Andrey Platonov’un Metis Yayınları tarafından, Günay Çetao Kızılırmak çevirisiyle basılan “Saklı İnsan” adlı kitabı da Platonov okurunun aşina olabileceği başta bahsettiğimiz izleği bulabileceğimiz bir metin. Kitapta yer verilen öykülerde ise; emek-doğa, kültür-doğa, makine-insan gibi ikilikler, idealize edilen yaşamla gerçek yaşam arasındaki farklılıklar, yoksulluk, savaş, ülke, insanların varlık çabaları, kuşkuları ve devlet gibi temalarla karşılaşıyoruz. Ayrıca, bu kitapta yazarın özellikle doğaya bakışını yansıttığı öykülerin epey dikkat çekici olduğunu da söylemek gerekiyor fikrimce.
İnsanın Doğa Karşısındaki Durumu
Metinde, insanın doğa ile ilişkisinin veya doğanın kendi başına varlık olarak edimlerini gerçekleştirmesinin konu edildiği öyküler bana kalırsa döneminin insan yanlı bakışından epey farklılaşıyor. Platonov doğayı kendi başına varlık olarak ele alıyor ve onun çabasını yansıtıyor. Bu konudaki öykülerinden, “Temmuz Fırtınası” İnsanın doğa karşısında savunmasız kalabileceğini hatırlatan, türümüzün doğayla çetrefilli ilişkisinin bir yansıması olarak okunabilir. Bu metinde ninelerini ziyaret eden iki çocuğun hikâyesi anlatılıyor. Zorlu bir yolun ardından ona ulaşan torunlardan küçük olan annesine gitmek isteyince kardeşi onu alarak eve dönmeye karar veriyor. Dönüş yolunda çıkan fırtına iki kardeşin neredeyse yaşamlarından olmalarına neden oluyor. Bana kalırsa bu öykünün önemli yanı, çocukların fırtına karşısında hayatta kalma mücadeleleriyle, fırtınanın da kendi oluşunun gereğini yerine getirmesinin doğal bir akışa yerleştirilerek anlatılması ve iki tarafta kendi mücadelesini veriyor hissi yaratması.
Kısacası öyküde, günümüzde çok sık karşılaştığımız gibi fırtınayı bir felaket olarak düşünmeden, yaşamın içinde doğal olarak karşımıza çıkabilecek bir hava olayı olarak düşünmemizi sağlıyor Platonov. Şu cümleler sanırım durumu ifade edebilir: “Ne var ki karanlık ve bulut kısa süre sonra çocuklara yetişti ve başlarına indi. Yine yağmur başladı; şimşeğin hiddetle her çakışından, göğün her gürleyişinden sonra yağmur daha da hararetle ve hızla yağıyordu.”
Burada karşılıklı bir mücadele var ve altı çizilmesi gereken Platonov’un döneminin doğa-insan anlayışıyla, ikilikler üzerinden meselesini anlatıyor olması ancak onun bunu doğal bir durum olarak ifade etme biçimi bana kalırsa üzerinde durmaya değer. Çünkü yazar öyküde okuru çocukların çabasına tanık ediyor ancak yaşananı bir felaket olarak düşünüp fırtınaya olumsuz anlam yüklemenize izin vermiyor, anlatı iki tarafa birden odaklanmanızı sağlıyor.
Emekçi Çiçekler
Platonov öykülerinde doğa ile ilgili dikkat çeken şeylerden biri de doğanın emekçi olarak temsil edilmesi. Mesela, “Topraktaki Çiçek”te, dedesinden yaşama dair her şeyi öğrenmek isteyen Afonya’nın hikâyesini okuyoruz. Burada dedenin ona söylediklerinde, emekçi doğa temsilini görebiliyoruz. Öyküde, dede, kumun içinde büyümüş mavi bir çiçek gösteriyor Afonya’ya, onun bu çiçekle neyi anlatmak istediğini kavrayamayan Afonya sitem edince, dede durumu şöyle açıklıyor: “Çiçeği görüyor musun peki, nasıl zavallı bir şey ama canlı, kendine ölü tozdan vücut yapmış. Demek ki ölü akışkan toprağı vücuda çeviriyor ve ondan en temiz kokuyu alıp saçıyor etrafına. İşte sana şu âlemdeki en önemli şey. Her şeyin kaynağı. Bu çiçek en aziz emekçi, ölümden yaşam çıkarıyor.”
Burada Platonov, doğanın kendi içindeki döngüsünü vurgularken, dünyada her şeyin oluşu içinde verdiği emeği de hatırlatıyor ve bana kalırsa emeğin insan merkezli konumunu aşındırıyor.
Emek ve Umut
Metinde yer alan, “Meçhul Çiçek” öyküsünde de benzer bir vurguyu görüyoruz. Bu öyküde, taşla kil içinde zorla yaşamaya çalışan bir çiçeği anlatıyor Platonov. Onun yaşam çabası şu cümlelerde karşılığını buluyor: “Taşla kilin içinde beslenebileceği bir şey yoktu; gökyüzünden düşen yağmur damlaları toprağın üstünü yalıyor, onun köklerine kadar sızmıyordu, çiçekse yaşayıp gidiyor, ufak ufak büyüyüp uzuyordu.” Çiçek kendince yaşamda kalmaya çabalarken, Platonov metinlerinin insanları gibi doğa da bir çeşit emekçi olarak tahayyül ediliyor bu öyküde de. Sonrasında bir genç kız onun yalnızlığını görüp kendisi gibi annesini özleyebileceğini düşünüyor, onun yaşadığı yeri besleyerek; güzel kokuların yayıldığı, kuşların, kelebeklerin uçuştuğu bir bahçeye dönüştürüyor. Böylece insanın ve doğanın emeği ortaklaşıyor, yaşam çoğalıyor.
Platonov, bahsettiğimiz iki öyküde doğayı kendi varlığı içinde emek veren şeyler olarak temsil etmesinin yanında, olumsuzu olumsuzlayarak küçük umut pırıltıları yaratıyor bana kalırsa bu öykülere buradan da bakılabilir. Yazar, umutsuzluğu emek olumlamasıyla aşındırıyor ve okur için de bir tohum bırakıyor. Ama buradaki umut fikrinde gözden kaçırılmaması gereken, onun kendiliğinden ortaya çıkmaması ve emek gerektirmesi, insanın ve doğanın bunun için çabalaması, belki de bu konuda ortaklaşmasının zorunluluğu.
Makinenin Kusuru
Platonov’un “Saklı İnsan” kitabı, yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle emekçi doğa anlayışını yansıtması, çağımızın güncel doğa bakışını aşındırması ve emeği insan merkezli olmaktan çıkarması anlamında oldukça önemli. Bunun dışında onun makine ve insan ilişkisini savaş anlatısıyla kesiştirdiği “Saklı İnsan” öyküsünde, Brecht’in: “Ama bir kusurcuğu var; usta ister yapacak” diyerek, makinelerle insanlar arasındaki ilişkiyi anlattığı dizesini de hatırlıyoruz fikrimce. Makineler insan yaşamı için önemli araçlar ama onların işlemesi de insan emeğine bağlı, en azından Platonov’un öykülerini yazdığı dönem için bunu söyleyebiliriz ki bana kalırsa öykünün başkarakteri Puhov biraz da bu insanın temsili.
Bunlar dışında Platonov kitapta, annesinden olmadık şeyler isteyen o hastalanınca dersini alan çocuğun, taşradan Moskova’ya gelen, tekniğe büyük önem veren ama hayal ettiği dünyayı bulamayıp kuşkuya kapılan Makar’ın, Fars kızı Zerrin Taç’ın ve kızı Cumal’in, ihtiyar müzisyen ve serçenin yurt özlemiyle ilişkilendirilen hikâyesiyle karşılaştırıyor okuru. Kitapta ayrıca günümüzün edebiyat sorunlarıyla da kesişen iki denemenin yer aldığını ekleyelim.
Andrey Platonov okurluğu, onun anlatısında her defasında yeni bir şeyler keşfetme imkânı sunuyor, burada her metinden ayrı ayrı bahsedemesek bile şunu söyleyebiliriz ki her öykünün yaşama dokunacak, düşündürecek, yoruma açılacak bir yanı var. Ne dünya, ne ideolojiler ne de insan kusursuz. Bana kalırsa, Platonov’un yazarlığı da kusura odaklanan, onu göstermekle yetinmeyen, eksikli tarafı açığa çıkarırken anlama kapısını kapatmayan, yorumlamayı da sağlayan bir yazma biçimi. O nedenle onun deneyimi ve metinlerine yansıttığı yaşlı dünyamız için hâlâ önemli bir yerde duruyor.
Wark, M., (2020), “Moleküler Kızıl ‘Antroposen Çağının Teorisi”, (Çev. Cemal Yardımcı), s. 161, İstanbul: Metis.