Anıları kurtarmak, geçmişi anlamlandırmak

Carlos Fonseca, “Cenup”ta bizi farklı hikâyelerle buluştururken, kurtarılan anıların insanlığın ortak zamanı için işlevsel olabileceğini hatırlatıyor. Metnin anlatısı ince bir işçilikle örülmüş. Her ayrıntı, her karakter, her olay kendi içinde anlamını bulurken, kitapta gönderme yapılan metinler farklı okumalara açık, bellek, dil, yazı gibi temalar hakkında düşündürücü bir alt metin ortaya çıkarmış.

Geçmişin enkazı farkında olsak da olmasak da bizi takip eder. Bu nedenle onun izini zamanın döngüsünden silmenin mümkün olmadığını akılda tutmamız gerekir. Ayrıca, hayatlarımız şimdinin gürültüsünde, çağın hızında akıp gidiyor gibi görünse de şöyle bir durup düşündüğümüzde, şimdinin akıl almaz gibi gelen trajedilerinin geçmişle bağlantılı olduğunu görürüz. Unutulduğu sanılan yaşanmışlıklar, bir yerde var olarak durur, şimdinin içinde yokluğunu ilan etmiş gibi görünse de orada duran geçmiş zaman, bizi kendine çağırır bundan dolayı anılar kutusu açılmayı bekler ve kapağı kaldırdığımızda karşılaşacağımız şey korkutucu bile olsa o andan yükü hafifleterek çıkma imkânını da içinde taşır. Bir arkeolojik kazıdan çıkan nesnenin bir dönemi aydınlatmasına benzer bu, bizi özgürleştirir çünkü bir pırıltı da barındırır zaman kuyusunu kazmak, geçmişin enkazını kaldırmak.

“CENUP”

Carlos Fonseca’nın Metis Yayınları tarafından, Roza Hakmen çevirisiyle basılan kitabı, “Cenup” da yukarıda bahsettiklerimizi anımsatan, bir bakıma zaman işçiliği yapan bir metin; kaybolan diller, sömürülen topraklar, geçmişteki korkularını aşmaya çalışan karakterler, ölüler, tekrar inşa edilip canlandırılması gereken geçmiş ve unutuşa bırakmadan önce karşılaşılması gereken hatıralar… Ayrıca, Fonseca tüm bunlarla ördüğü anlatısını farklı metinlerle birlikte düşünmeye izin veriyor, okur tarafından keşfedilmeyi bekleyen katmanlarla ördüğü alt metni, bizi tarihin izleriyle karşılaştırıp, geçmişten koparılamayan şimdinin başka ihtimallerini düşünmeye teşvik ediyor.

“Cenup”ta, parçalı bir olay örgüsüyle karşılaştığımız söylenebilir, karakterler kendi hikâyelerinin kahramanı olarak içlerine yerleştikleri anlatının farklı boyutlarını oluşturuyorlar. Metinde genel olarak yolculuklarla karşılaşıyoruz, yola düşen karakterlerin çabası şimdilerinde yer eden, onları bir türlü özgür bırakmayan geçmişin anılarını kurtarmak olarak beliriyor. Bu nedenle yazarın özellikle başkarakterlerinden biri olan Julio’ya yaptırdığı yolculuklar zamanın yönünü geçmişe döndürmek için işlevsel kılınmış diyebiliriz.

BİR MİRAS

Fonseca’nın kitabı, yakalandığı hastalık nedeniyle unutmaktan korktuğu için, kendi kişisel hikâyesinden izler taşıyan kitabını bitirmek isteyen Aliza Abravanel adlı yazarın, ölümünden sonra kitabını, gençliğinde tanıştığı şimdilerde bir üniversite profesörü olan Julio’ya emanet olarak bırakmasıyla gelişen olayları konu alıyor. Yazarın bıraktığı metinde yer alan kişisel izlek, Julio’yu bambaşka hikâyelerle karşılaşacağı bir yolculuğa çıkarıyor, bu yolculuk onun için sadece bir metnin izini sürmenin ötesine geçiyor.

Çünkü onun yolculuğu Aliza ile olan geçmişini de sorguladığı ve ondan ayrılma nedenlerini ve korkularını bulduğu bir yüzleşmeye de sebep oluyor. Ancak bu ana hikâye, metnin farklı uğraklarına girdikçe arada silikleşiyor çünkü metne dâhil edilen başka karakter ve öykülerin anlatıları okura tek bir hikâyeyi takip etme imkânı vermiyor. Fonseca’nın asıl söylemek istediklerini metnin ayrıntılarına girdikçe keşfediyorsunuz.

KİTAP İÇİNDE BAŞKA KİTAP

Metinde, Aliza Abravanel’in bıraktığı kitap, anlatının içinde ana hikâyeyle kesişen başka bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor, kitap içinde başka bir kitap okuyorsunuz da diyebiliriz. Abravanel’in kitabı, Nietszche’nin kız kardeşi, Elisabeth Förster Nietzche ve eşinin 1986’da dört Alman aileyi getirip, Aguaray Nehri kıyısında kurdukları Yahudi karşıtı komünden, bir Nazi Nietzsche figürü yaratma çabasından, yazarın antropolog babasının başka bir tarihin izini sürerken, anlatılanların içinde kaybolup gidişinden ve bu olayların oluşturduğu hatıra zincirinden izler taşıyor. Bu iç içe geçmiş hikâyeler parça parça anlatıda yerini alıyor ve bizi zaman, dil, yüzleşme gibi temalarla karşı karşıya bırakıyor.

JUVENAL SUÁREZ’İN HİKÂYESİ

Mesela, Aliza’nın babasının peşine düştüğü hikâyelerden biri Juvenal Suárez’in yaşadıkları. O, Nataibolar adlı bir topluluğun son temsilcisi, dilini kültürünü bilen son kişi olarak anlatılıyor. Topluluğunun diğer yaşayanları salgın hastalıklarda yok olup gitmişler. Adı bile kendisine ait değil, ona İspanyollar tarafından verilmiş bir isim, yaşadıkları bölgeler önce kauçuk için sonrasında petrol için sömürülmeye başlayınca onun için her şey değişmiş. Sonrasında konuşmayı reddedeceği İspanyolca zorunlu dil hâline gelirken, İncilleriyle gelen misyonerler kendi seçtikleri isimleri verip, onları vaftiz etmişler. Başlangıçta tam olarak anlamasa da sonradan İspanyolca konuşmayı reddetmesinden sezdiğimiz gibi, sömürgecinin tahayyülü onun üzerinde pek etkili olamamış.

Ancak bu hikâyenin asıl sorusu, bir topluluğun dilinin, kültürünün son temsilcisi olmanın getirdiği yük belki de. Antropoloğun kayıtlarında geçen şu cümlenin ne söylediği; “tarihle çarpışan bir sesin tiyatrosu, unutuluşuyla savaşan bir dilin sessizlikleri…” “Tarihle çarpışan” çünkü bir taraftan bedene yüklenen sömürgeci geçmişin bıraktığı tahribat diğer yandan konuştuğun dili bir daha başkasından işitememek, dilinin kendi sesine hapsolması, sonsuz bir sessizlikte kimsesiz kalmak… Suárez’in hikâyesi, Alizia’nın şu cümlelerinin ifade ettiği biraz; “sadece kendisinin anlayabildiği, fakat tarihin gerçek itici gücünün diller arasında kaybolmuş bir sır olduğunu bildiği için, haysiyetini sırtında taşıdığı bir dilin yegâne muhafızının sesi.”

Unutulmuş diller konusu Fonseca’nın metninin önemli bir katmanını oluşturuyor. Bu durum Juvenal Suárez’in hikâyesiyle birlikte işleniyor. Aliza Abravanel’in bıraktığı kitap, Fonseca’nın anlatısının bir katmanı olmaktan çok belki de metnin içine yerleşmiş asıl kitap çünkü yazarın derdini o metnin ayrıntılarından sezebiliyoruz ki Fonseca zaten bize, benim derdim bu diyecek kesinlikli okuma vaat eden bir yazar değil fikrimce.

TANIK YOKSA GERİYE NE KALIR?

Aliza Abravanel’in bıraktığı kitapta anlatılan sorularla yüklü bilgi mirası, antropolog Karl-Heinz von Mühlfeld tarafından, Aliza’nın babasına bırakılıyor. Ondan kalan sorulardan biri de metinde sıklıkla tekrar edilen şu cümle: “Bir kültürden diğerine geçişte mutlaka geride bir şey kalır, hatırlayacak kimse olmasa bile.” Metnin sonrasında bu cümle bir izlek olarak iş görüyor ve yine Juvenal Suárez’in hikâyesiyle birlikte düşünülüyor. Bir olayın, dilin, kültürün hiç tanığı kalmadığında geride bir şeyler kalır mı sahiden? Aliza’nın babası bu sorunun peşinde ömrünü tüketiyor, Suárez’in topraklarında alan araştırması yapıyor ama sezdiğimiz kadarıyla sorunun cevabı açık bir şekilde bulunamıyor.

Bu soru Aliza’ya miras kalıyor onun unutmadan bu hikâyeyi anlatma çabası belki de kendisine yaşananların son tanığı yükünü yüklemek. Bu nedenle de kitabını Julio’ya bırakarak, aslında ölümünden sonra hikâyesine bir tanık bırakmak, anıları kurtarmak istiyor. Metnin sonunda Julio’nun fark ettiği de bu oluyor: “Tanık olmayınca hatıra da olamazdı. Aliza belki de ona el yazmasını miras olarak bıraktığında bunu anlamıştı. Öykü yeni bir mirasçı, son bir tanık gerektiriyordu.”

Fonseca burada aslında bizi metnin başka bir katmanıyla da buluşturuyor, bu katman hikâye anlatmanın yazmanın işlevi.

Her şeyin görselleştiği, izlemenin; konuşmanın ve yazmanın önüne geçtiği, hızlı ve anlık olanın anlamlı hâle geldiği bir çağda yazının nasıl bir işlevi olabilir? Yazının, tanıklığın kaydı olabildiği durumlarda, -Aliza’nın hikâyesinde olduğu gibi- yaşantı kalıntılarını ölüme terk etmenin önüne geçen bir yanı var. Julio’ya kalan miras bu açıdan yok olmuş bir dilin ve kültürün tanığı Juvenal Suárez’in yaşamından kalan son iz çünkü onun hatırası kitap boyunca farklı isimlerin taşıdığı, o güne kadar bir şekilde getirilmiş olan geçmişin, şimdide anlamını bulması gereken yükü.

ŞİMDİDE TUTUNMAK İÇİN

Kötü hatıralar geçmişi taşınması gereken bir ağırlığa dönüştürebilir ama geçmişsiz kalmak da bizi şimdinin boşluğunda bırakır ve bu açıdan belleğin bir işlevi de bize şimdide tutunacak hatıralar vermektir. “Cenup” kitabının bir meselesinin de bu olduğu söylenebilir. Metnin son bölümünde Julio’nun kitapta anlatılanların izini sürerken karşılaştığı, Juan de Paz’ın hikâyesi de bunun hakkında düşündürüyor. Karakter, çocukluğu savaşta geçmiş, “hiç çocuk olmadık, yaşlı doğduk” diyen insanların geçmişini canlandırmak için bir bellek tiyatrosu inşa etmeye karar verir. Geçmişten nesneler, gazete haberleri gibi anıları canlandırabilecek ne varsa yerleştirdiği bu yerde, insanların anılarını teybe kaydeder.

Çünkü bir gün unutuşa bırakılıp özgürleşmek gerekse bile geçmişten, çocukluktan, gençlikten kalan anılar bize sadece şimdinin olmadığını iyisiyle, kötüsüyle yaşadığımızı hatırlatır. Bu nedenle Juan de Paz’ın anıları kurtarma projesinin anlamı belki de “yaşlı doğulmadığını” hayatın başka evreleri olduğunu hem kendine hem de geçmişini paylaştığı insanlara hatırlatmak içindir.

Carlos Fonseca, “Cenup”ta bizi farklı hikâyelerle buluştururken, kurtarılan anıların insanlığın ortak zamanı için işlevsel olabileceğini hatırlatıyor. Metnin anlatısı ince bir işçilikle örülmüş. Her ayrıntı, her karakter, her olay kendi içinde anlamını bulurken, kitapta gönderme yapılan metinler farklı okumalara açık, bellek, dil, yazı gibi temalar hakkında düşündürücü bir alt metin ortaya çıkarmış. Yazar, okurun sezgilerine güvenmiş, anlatısında açtığı patikalarla okura yol göstermiş ancak kitabı okuyan herkesin kendi izini sürebileceği bir anlatı inşa etmiş.

Köşe Yazıları Haberleri