Antik dönemden günümüze 'polis devleti' ve 'korku imparatorluğu'nun tarihi

Günümüzde pek çok devlette polisin bu ilk anlamından uzaklaştırılmış “güvenlik” fonksiyonu tali kalırken, buna karşılık hâkim sınıfların halkı tahakküm altına alma, toplumu denetleme ve düzenleme/sınırlama fonksiyonları asli hal aldı.

Kelime olarak “polis”, Latince devlet yönetimi ve uygarlık anlamlarında “politia” kökünden türemiş. Büyük Petro’nun St. Petersburg yargıcına, “Polis, iyi düzenin babasıdır” dediği söylenir. Devlet, hâkim sınıfların şiddet tekelini elinde bulunduran en üst düzeydeki örgütlenmesi ise, polis de feodalitenin çözülüp modern kapitalist ilişkilerin geliştiği dönemde kentlerin düzenini ve kentler arasında değiş-tokuşu yapılan malların güvenliğini sağlamak üzere ortaya çıkmış bir fonksiyonun görevlisi idi. Elbette polisin bu fonksiyonunu sürdürmesi için “suç”un sürekli kılınması gerekiyordu. Bu yüzden de “suç” tanımı habire yenileniyor, genişletiliyor belirsizleştiriliyordu. Günümüzde pek çok devlette polisin bu ilk anlamından uzaklaştırılmış “güvenlik” fonksiyonu tali kalırken, buna karşılık hâkim sınıfların halkı tahakküm altına alma, toplumu denetleme ve düzenleme/sınırlama fonksiyonlarının asli hal aldı. İşte ben bu devlet şekline “polis devleti” diyorum. Elbette başka ve çok daha yetkin tanımlar vardır ama kastımı anladığınızı sanıyorum. Konuyu neden seçtiğimi de söylemeye her halde gerek yok.

Tarihin ilk polis devleti M.Ö. Çin’de mi kuruldu?

Her ne kadar pek çok siyaset bilimci “polis devleti”ni modern bir olgu olarak tanımlıyorsa da “polis devleti”nin erken biçimlerine ilk olarak antik dönemde Doğu Asya’da rastlıyoruz. Örneğin M.Ö. 877-841 yılları arasında Çin’de hüküm süren Chou hanedanının kralı Li'nin yönetimi, belki de tarihin ilk “polis devleti” idi. Bu dönemde ülkede katı bir sansür vardı, kapsamlı devlet gözetimi sırasında rejime karşı konuştuğu düşünülen kişiler sık ​​sık “infaz edilirdi.” Sıradan insanlar sokakta birbirleriyle konuşmaya bile cesaret edemezler ve arkadaşlarıyla selamlaşmayı kısa bir göz temasıyla yapabilirlerdi. Yaklaşık 650 yıl sonra, kısa ömürlü Qin Hanedanlığı (M.Ö. 221-206) döneminde, “polis devleti” öncekilerden çok daha geniş kapsamlı hale geldi. Devlet, katı sansüre ve tüm siyasi ve felsefi kitapların yakılmasına ek olarak, toplu infazlar ile halk üzerinde sıkı bir denetim uyguladı. Yerleşim yerleri 10 hanelik birimlere ayrıldı ve her 10 hane için silah olarak sadece bir mutfak bıçağına izin verildi. Casusluk ve ispiyonculuk olağan bir durumdu ve herhangi bir rejim karşıtı faaliyetin bildirilmemesi halinde kişi bu faaliyetlere katılmış gibi muamele görüyordu. Bir kişi rejime karşı herhangi bir suç işlerse 10 hanenin tamamı idam ediliyordu. Neyse ki bu terör dönemi görece kısa (15 yıl) sürdü!

İngiltere Kralı VIII. Henry’nin “polis devleti”

Aradan asırlar geçti, kim bilir kaç ülkede devletin “güvenlik güçleri” halkı terörize ettiler ama modern öncesi dönemin en ünlü “polis devleti” İngiltere’de vücut buldu. Tudor Hanedanı’nın ünlü kralı VIII. Henry'nin döneminden söz ediyorum. Devasa cüssesi (boyu 1,90 metre idi ve öldüğünde 181 kiloydu) dahi son derece korkutucu olan kadın düşmanı ve hastalık hastası olan Henry’nin 36 yıllık saltanatı sırasında yaklaşık 57 bin kişinin idamını emrettiği sanılıyor. Bu sayı o zamanki İngiltere nüfusunun yüzde 2,6'sına denk geliyordu. Kurbanlarında ortak yönü, kralın şu veya bu kararına, uygulamasına karşı olmalarıydı. Her sınıftan insan için idam emri verilmişti ama önemli bir bölümü de din adamlarıydı. Henry’nin 1533’te çıkardığı eşcinsellik karşıtı Buggery Yasası’na dayanarak kaç kişiyi öldürttüğü bilinmiyor ama yasanın 19. Yüzyıla kadar yürürlükte kaldığını biliyoruz.

Henry’nin idam ettirdikleri arasında, dostu Erasmus’un etkisiyle hukuk öğrenimi gören, 1504’te İngiliz Parlamentosu’na giren, Kral VIII. Henry’nin gözüne girerek “Sir” unvanıyla kralın özel danışmanlığına atanan Thomas More da vardı. More’un kaderi, VIII. Henry’nin karısını boşayıp, sevgilisi Anne Boleyn ile evlenmek istemesiyle değişmişti. Henry bu evliliğe karşı çıkan Katolik Kilisesi ile ipleri koparıp Anglikan Kilisesi’ni kurmasını sağlayacak olan kralın papadan üstün olduğuna dair “Üstünlük Yasası”nı 1534’te parlamentodan geçirmişti. Bu yasa uyarınca More’un krala bağlılık yemini etmeyi reddetmesi idamı gerektirmiyordu, ancak yalancı tanıklıklarla “vatana ihanet ettiği” saptandı. Tavrından vazgeçerse affa uğrayacağı söylendi ancak More sözünden dönmedi. 1534’te başını cellada vakarla teslim etti. Bu tavrı bağnaz bir Katolik olmasından mı, yoksa özgürlük savaşçısı olmasından mı geliyor hala tartışılır ancak Thomas More’un adını günümüze kadar taşıyan VIII. Henry’ye karşı bu tavizsiz tutumu değil, 1516’da yazdığı kısaca Utopia diye bilinen kitabıdır. Platon, Campanella ve Bacon’la birlikte “ütopik sosyalizm” düşüncesinin temelini atan; Marx’ı ve ondan sonraki tüm “toplum mühendisleri”ni derinden etkileyecek roman tarzında kaleme alınmış kitapta, Utopia adlı adada beş yıl kalan bir denizcinin ağzından ada halkının yaşamı ve toplumsal düzenini anlatılır.

IV İvan’ın Opriçnina’sı ve Prusya’nın Polizeistaat’ı

Şimdi de VIII. Henry’nin çağdaşı “polis devleti” Çarlık Rusya’sına gidelim. Bizde “Korkunç” unvanıyla tanınan (ki bu yanlış tercümedir, İvan’ın Rusçadaki sıfatı Grozny, Türkçedeki “Heybetli”, Yavuz”, “Zorlu” terimlerine denktir) Çar IV. İvan tarafından 1565 yılında kurulan Opriçnina, 1565- 1572 arasında Çarlık rejimine muhalefet edenlerin korkulu rüyası olan gizli polis teşkilatının adıydı. Doğrudan İvan’a bağlı bir çeşit tarikat olan Opriçnina’nın siyah üniformalı, bellerinde bir köpek kafası ve bir süpürge taşıyan 6 bin “askeri” uzun yıllar Rus halkını dehşet içinde yaşattılar.

Günümüzün ulus-devlet sistemi, Avrupa’yı asırlarca esir alan din ve mezhep savaşlarına son veren 1648 Vestfalya Andlaşması’yla başlayan çok uzun bir sürecin ürünü. Bu tarihten sonra yeni hakimler iktidarlarını inşa etmek için zulmü sıklıkla kullandılar. Zulmün en büyük aracı da elbette polis ve istihbarat teşkilatları oldu. Prusya kralları Frederick William I (1713-1740) ve “Büyük” Frederick’in (1740-1786) dönemleri, ilk modern “Polizeistaat” (Polis Devleti) olarak nitelenir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun “Aydınlanmış Despotu” Joseph II (1780-1790) ise biraz yumuşatılmış da olsa Prusya tipi Polizeistaat uygulamasına devam etmişti. Joseph polisi merkezileştirdi, onu kompleks ve yasaklayıcı bir devlet aparatının parçası yaptı, sadece memurlarını ve muhaliflerini değil aynı zamanda tüm toplumsal sınıfları da gizli polisi aracılığıyla izledi, fişledi, cezalandırdı.

Tarihin en büyük döneği” Fouché’nin “işleri”

Fransa’da Polis Devleti’nin sembol ismi I. Napolyon döneminin polis müdürü Joseph Fouché’dir. Fouché papaz okullarında yetişmiş, 1789 Fransız İhtilali’nin ateşine kapılmış, Maximillen Robespierre, Saint Just gibi Jakobenler (Radikaller) Kulübü’ne katılmıştı. Lyon’daki gerici ayaklanmayı mitralyöz ateşine tutmak, nehirde boğmak, giyotinle idam etmek başta olmak üzere korkunç yöntemlerle bastırdığı için “Lyon Kasabı” lakabını almış (1600’den fazla kişinin ölüm emrini verdiği söylenir) ancak biri süre sonra gözden düşmüş; Napolyon’u iktidara taşıyan 27 Temmuz 1794 günü Robespierre ve taraftarlarının gerçekleştirdiği “9 Thermidor” darbesindeki etkin rolünden dolayı yeniden göze girmişti. Direktuvar yönetimini sonlandırıp Napolyon’u Birinci Konsül’lüğe taşıyan 9 Kasım 1799’da “18 Brumaire” darbesi ile yıldızı iyice parladı ve polis teşkilatının başına geçirildi. Napolyon’un 1804’te imparatorluğunu ilan etmesiyle yeri iyice sağlamlaştı. Kurduğu geniş istihbarat ağı sayesinde muhaliflerin “nefesini” dahi dinledi. 1802'de gözden düştü. Polis, imparatorluğa karşı komploları önlemekte güçlük çekince 1804’te yeniden göreve çağrıldı. Birbirine karşıt her politik ve sosyal kümenin hizmetine girdiği için tüm kesimlerin nefretini kazanmış olan Fouché, örgütünü sınırsızca zenginleştirmenin bir aracı olarak kendi çıkarları için kullandı. Birkaç kez görevinden uzaklaştırıldıysa da devlet başına geçen herkes onun iki yüzlü çalışmalarına gereksinim duydu. Fouché’nin p1814’te (bir yıl sonra Viyana Kongresi’ni toplayacak olan) büyük diplomat Talleyrand’la birlikte Napolyon’u tahttan feragata zorlayan ekibin başında olduğunu ekleyelim. Öyle ki Napolyon kendisini “tarihin en büyük döneği” ilan etmişti.


Çarlık Rusyası ve Okhranka

Şimdi tekrar doğuya, Rus Çarlığı’na gidelim. Çarlık Rusyası’ndaki ilk “terör” eylemi Çar II. Alexander’a karşı 4 Nisan 1866’da Dmitri Karakozov adlı bir devrimci tarafından yapılmıştı. İkinci eylem 24 Ocak 1878 günü yaşandı. Menşevik eylemci Vera Zasulich polisin halka karşı kötü muamelesini protesto için Petersburg Valisi General Trepov'u kurşunladı. Elindeki silahı yere atarken “Ben bir teröristim, bir katil değil!” diye bağırmıştı ve mahkemede suçsuz bulunan Vera gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında ayrılmıştı salondan. Bu tarihten sonra Rus teröristleri soylu, dayanılmaz derece çekici, yüce gönüllü şehitler ve kahramanlar olarak tasvir edildi. Elbette bu anlaşılır bir durumda çünkü, Rus Çarları ve onların adamlarının Rus halkına çektirdiği onca zulmün öcünü nihayet alabilecek bir unsur olarak ümit vermişlerdi topluma… 13 Mart 1881’de Çar II. Aleksandr’ın Sankt Petersburg’da Rus nihilistleri tarafından öldürülmesi üzerine yeni Çar III. Alexander’ın hem ülkedeki hem de Avrupa’daki Rus devrimcilerine cevabı kısaca Okhranka diye bilinen Kamu Güvenliğinin ve Düzeninin Korunması Departmanı’nı kurmak oldu.

Okhranka’nın Rusya’daki merkezi St.Petersburg Fontanka Caddesi, 16 numarada olan teşkilatın yurt dışı bürosunun merkezleri Varşova ve Paris’de idi. Ohranka devrimci faaliyetleri izlemek için her türlü yönteme başvurmaktaydı; gizli baskınlar yapılıyor, örgütlerin içine ajanlar sokuluyor, kişisel mektuplar okunuyordu. Okhranka işçi hareketinin sol ve devrimci akımların eline geçmemesi için devlet yanlısı sendikalar kurdu. Okhranka tarafından suçlu bulunanlar ya idam ediliyor ya da Sibirya’nın ıssız bölgelerindeki katorga olarak adlandırılan zorlu şartlardaki çalışma kamplarına gönderiliyorlardı. Okrahana’da görevli Piyotr İvanoviç Rakovski tarafından, 1896-1902 yılları arasında Matvei Golovinski adlı bir gazeteciye yazdırılan düzmece Sion Protokolleri adlı broşür günümüzde bile “Yahudilerin dünyayı yönettiğine” dair komplo teorilerine kaynaklık eder, bunu da ilerde ayrıca ele alacağım.

1905 Devrimi ile teşkilatın yetki alanın tüm ülkeye yayılmasına devrimcilerin cevabı 10 Aralık 1905’te Okhranka’nın genel merkezin bombalamak, 15 Aralık’ta da Okhranka’nın Moskova şefini öldürmek oldu. 1911 yılında tüm Rusya’da 60 merkezde devrimcilerin “nefesini dinleyen” Okhranka’nın bir ajanı (aslında anarşistti ve çift taraflı ajan olarak çalışıyordu) 14 Eylül 1911’de Başbakan Petr Stolypen’i öldürünce bu örgüt için sonun başlangıcı oldu. 1913 yılında sadece Moskova, Sankt Peterburg ve Varşova merkezleri faaliyetteydi. Ve Şubat 1917 Rus Devrimiyle beraber teşkilat lağvedilecekti.

Wilson ABD’si ve “Kızıl Tehlike”

Şimdi de “özgür dünyanın feneri” lakaplı ABD’ye biraz yakından bakalım. Biraz uzun kalacağım burada çünkü çok az kişinin bildiğini sandığım olaylar silsilesini anlatacağım.

Henüz ortada Bolşevik Devrimi yokken, Roosevelt tarafından 1907’de başlatılan New Deal (Yeni Uzlaşma) programının “sosyalist“ diye yaftalanması ile başlayan “Kızıl Tehlike” paranoyası, 26 Temmuz 1908 tarihinde kurulan (ve 1935 yılında Federal Bureau of Investigation-FBI adını alan) iç güvenlik teşkilatın en önemli “operasyon alanı” olmuştu. Oyların Cumhuriyetçi adaylar Taft ve Roosevelt tarafından bölünmesiyle 1912 seçimlerini kazanan Demokrat Woodrow Wilson “Ben insani özellikler ve alyuvarlardan çok kanaatler ve akademik endişelerden oluşmuş muğlak ve farazi bir kişiliğe sahibim. Bakalım sonunda ne olacak?” demişti. Wilson’un dış politikada yaptıklarını bir başka zamana bırakıp konumuzla ilgili ilk işine gelelim hızlıca. 1915 yılında, Wilson yönetimi, ayaklanma karşıtı yasaları geçirmek için Kongre'de lobi yapmaya başlatmıştı. Halbuki o zaman ABD savaşa girmemişti. Bu yüzden Kongre Wilson’un çabalarına cevap vermedi. Ancak 6 Nisan 1917'de Almanya'ya karşı savaş ilanından sonra Wilson'un ayaklanma karşıtı yasaları çıkartması uzun sürmedi. Kongre, iki ay sonra, 17 Haziran 1917’de, 1798'deki Yabancı ve İsyan Kanunlarından bu yana konuşmayı suç haline getirmeye ve basın ve toplantı haklarını kısıtlamaya açık bir şekilde ayrılmış ilk federal mevzuatın ilk parçası olan Casusluk Yasasını kabul etti. Casusluk Yasası neredeyse yalnızca tek gerçek suçları savaşa ve askere alınmaya karşı çıkmak olan pasifist ve sosyalist Amerikalılara zulmetmek için kullanıldı; sırasında casuslukla, yani ABD savaş çabalarını baltalamak isteyen gerçek Alman ajanlarının işiyle ilgili hiçbir kovuşturma olmadı. Bu, Amerikan halkının kendilerine karşı bir savaştı. Savaş sırasında 2.000'den fazla Amerikalı Casusluk Yasası uyarınca yargılandı ve çoğu, en önemsiz ifadeler veya eylemler için, 10 bin dolar para cezasına veya 10 ila 20 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı. Örneğin bir kadın, bir mitingde sadece "Ben halktanım, hükümet vurgunculardan" dediği için 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Federal hükümetin seçilmiş bir temsilcisi olan bir Sosyalist Kongre üyesi, Temsilciler Meclisi'ne seçilmeden önce yayınladığı Milwaukee Leader gazetesindeki başyazıları nedeniyle 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir film yapımcısı, Amerikan Devrimi'nin hikayesini yeniden anlatırken, şu anda Büyük Savaş'ta müttefikimiz olan İngilizleri karalamakla suçlanan “76'nın Ruhu” adlı bir film çektiği için 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1912 başkanlık seçimlerinde 900 binden fazla oy almış olan Amerika'nın sosyalist hareketinin lideri Eugene V. Debs, Ohio'da yaptığı ve savaşı açgözlülerin arzusuna bağladığı bir konuşma nedeniyle Casusluk Yasası uyarınca yargılandı ve 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve 1920'de cumhurbaşkanlığına aday oldu ve yine 900 binden fazla oy aldıktan sonra bu kez Wilson'ın izniyle çıktı hapishane hücresinden.

Dahası da vardı. Posta Genel Müdürü Albert Burleson'ın gözetimi altında, ABD posta hizmeti, Casusluk Yasası'nın “posta gönderilemez” hükmü sayesinde yoğun bir şekilde sansürlendi. Tüm savaş karşıtı (ve özellikle sosyalist) edebiyat dolaşımdan çekildi. Yasanın ifade özgürlüğü üzerindeki caydırıcı etkisinin bir parçası olarak pek çok materyal hiçbir zaman yayınlanmadı ve bazıları yayınlandı ve hiçbir zaman postalanmadı. Amerikan Koruyucu Birliği (etkisinin zirvesinde 250 binden fazla üyeye sahipti), Özgürlük Şövalyeleri, Amerika'nın Çocuk Casusları ve Kışkırtıcılar gibi yönetim tarafından onaylanmış gruplar, yönetimin muhalefet ve sadakatsizliğe karşı savaşında resmi olmayan şok birlikleri haline geldi. Binlerce kişiyi Adalet Bakanlığı'na ihbar ettiler; Geoffrey Stone'un “Tehlikeli Zamanlar: Savaş Zamanında Serbest Konuşma” adlı kitabında yazdığı gibi, "zımnen dokunulmazlıkla, içlerindeki düşmanı ortaya çıkarmak için telefon dinlemeleri, kapıları kırma ve hanelere girme, ofisleri dinleme ve banka hesaplarını ve tıbbi kayıtları incelemeye giriştiler."

Ama daha da kötüsü askerden kaçtığından şüphelenilen adamları korkutmak için toplu halde sokaklara çıktılar. Örneğin 1918 Eylül'ünün başlarındaki böyle bir “baskın", tahminen 30 bin erkeğin New York'ta sokaktan sürüklenmesine, hapse atılmasına ve askere alınmasına yol açtı. “Amerikan Koruyucu Ligi” adlı örgüt, merkez garında, restoranlarda, metro istasyonlarının girişinde, tiyatrolarda, ofis kulelerinde ve mağazalarda halktan askerlik kartlarını talep ettiler, ibraz edemeyenleri tartakladılar, dövdüler, sövdüler…

Buna rağmen Wilson yönetimi Casusluk Yasası’nı yeterli bulumadı ve 1918 baharında Başsavcı Gregory’nin talebi üzerine Kongre İsyan Yasası’nı 1'e karşı 293'lük oyla kabul etti. Tek ret oyu New York'lu sosyalist Kongre üyesi Meyer London'dan gelmişti. İsyan Yasası'na göre, savaş sırasında (ki savaş bitmek üzereydi) "Amerika Birleşik Devletleri'nin yönetim biçimi hakkında sadakatsiz, saygısız, küfürlü veya küfürlü herhangi bir dil", anayasa, ordu, bayrak veya bu kurumlardan veya sembollerden herhangi birine "aşağılama, küçümseme, küçümseme veya itibarını zedeleme" amaçlı "herhangi bir dil kullanmak" cezalandırılacaktı.

1918'de 875 binden fazla isimden oluşan devasa bir elektronik terörist izleme listesi oluşturuldu, izinsiz dinlemeler yapıldı. Bunlar yetmezmiş gibi Wilson’ın 1919 yılında Adalet Bakanlığına A. Mitchell Palmer’ı atamasıyla ülkedeki radikal ve sol görüşlü kişiler ile bunların örgütlerine yönelik geniş çaplı bir saldırı kampanyası başlattı. Bu yıl aynı zamanda ABD Komünist Partisi’nin kurulduğu ve anarşistlerin Boston, Cleveland, Philadelphia, Washington D.C. ve New York City şehirleri de dahil çok sayıda şehirde kolluk kuvvetlerini ve hükümet yetkililerini hedef alan bombalı saldırılar gerçekleştirdiği yıldı.

“Komünist ajanlar”ın hükümeti devirmeyi planladığını ileri süren Palmer, Bolşevik Devrimi’nin yıldönümü olan 7 Kasım 1919’da sol görüşlü 10 binden fazla kişiyi tutuklattı. 2 Ocak 1920 tarihinde de çeşitli kentlerde toplam altı bin kişi daha tutuklandı. Yine hiçbir kanıt söz konusu değildi. İddia edilen “Kızıl Devrim” ile ilgili hiçbir kanıt olmamasına rağmen sanıklar uzun süre mahkemeye çıkarılmadan hapishanede tutuldular. Palmer’ın, aynı yıl 1 Mayıs’ta komünist devrim ihtimalinden söz etmesi tam bir kitlesel paniğe yol açtı. Bu atmosferde Kongre’nin seçilmiş beş sosyalist üyesi azledildi.

Kızıl Panik sırasında Washington Post başyazıları Bolşevik tehlike karşısında “Özgürlüğe tecavüzler üzerine kılı kırk yararak zaman kaybına tahammülümüz yok” derken, New York Times “Eğer Kızılların neden olduğu bu karışıklıklar karşısında sabırsızlık duyan bazılarımız ya da hepimiz Amerika’daki bu düşmanı tepelemesinde Adalet Bakanlığı’nın istekli, kesin kararlı ve verimli, akıllı gayretinden şüpheye düşmüşse, şüphecilerin artık onaylama ve alkışlama nedenleri var… Bu saldırı yalnızca bir başlangıç… (Bakanlığın) başka faaliyetleri de kapsamlı ve sonuç alıcı olacaktır” diye yazıyordu.

Times aynı gün “Bu komünistler’ daha iyi ücret ve çalışma koşulları yanında birçok dilde Rusya’ya karşı ablukanın kaldırılmasını isteyen…zararlı bir çetedir” yorumunu yapmaktaydı. Times’ın saldırılara ilişkin haberinin başlığı ‘Kızıllar Ülke Çapında Saldırı Planlıyor’ idi. Daha sonra Palmer’ın bütün bu kampanyayı 1920’de Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için kurguladığı anlaşıldı. Nihayet 1924'e gelindiğinde, Casusluk Yasası ve İsyan Yasası uyarınca hüküm giymiş tüm mahkumlar affedildi. Bu hoş bir jestti, ancak beş yılını siyasi tutsak olarak geçirenler için muhtemelen soğuk bir teselliydi. Kongre, İsyan Yasasını yürürlükten kaldırırken, Casusluk Yasası (değiştirilmiş olsa da) ülkenin yasası olmaya 2009’a kadar devam etti.

1950’lerdeki McCarthy Dönemi’ni ve tarihin en korkunç “polis devleti” olan Nazi Almanyası’nı anlatmayı da başka bir yazıya bırakıyorum ve 1910’lardan itibaren Nazilerin Uzakdoğu Asya’daki izdüşümleri olan Japonların “polis devleti” tecrübesine geçiyorum.

Japonların Tokkō’su

Japon Polis Devleti’nin kalbi, 1911’de kurulan kısa adıyla Tokkō (Tokubetsu Kōtō Keisatsu-Özel Polis Teşkilatı) idi. Tokkō’nun kuruluş bahanesi ise 20 Mayıs 1910'da Nagano eyaletinde yaşayan genç bir kereste fabrikası işçisi Miyashita Takichi'nin odasında bomba yapımında kullanılan malzemelerin bulunmasıyla başlayan “Vatana İhanet Olayı” idi. Sorgulamada polis 25 erkek ve bir kadından oluşan anarşist bir grubun (ki dört kişi Budist rahipti) Japon monarşisine karşı ülke çapında bir komplo hazırladığını keşfetmişti! Halka ve basına kapalı bir yargılama sonunda 26 sanıktan 24’ü 18 Ocak 1911 günü asılarak idam edildi, diğer iki sanığa ise patlayıcı madde yönetmeliğini ihlal etmekten 8 yıl 11 yıl hapis cezası verildi. Zaten maksat da, “polis devleti”ne geçiş için bir bahane bulmaktı.

1917 Bolşevik Devrimi, aynen ABD “demokrasisi” gibi, Japon monarşisinin de “Kızıl Tehlike” paranoyasını beslemişti. 1918’de buna bir de Japon militarizminin ülke kaynaklarını silahlanmaya aktarmasıyla şiddetlenen ekonomik bunalımın yarattığı hoşnutsuzluk eklendi. Öyle ki halkın temel gıdası olan pirinç fiyatlarındaki artış yüzünden patlak veren tam 417 işçi ayaklanmasına 66 bin işçi katıldı. Tokkō hemen kolları sıvadı ve 25 bin kişiyi tutukladı, 8.200 kişiyi ölüm cezası dahil çeşitli cezalara çarptırdı. Korelilerin Japon emperyalizminin boyunduruğuna karşı ilk olarak 1 Mart 1919’da Seul’de yapılan bir gösteriyle başlayan ve tam 12 ay süren ayaklanma sırasında Tokkō ve Japon ordusu, yaklaşık 7 bin kişiyi öldürdü, 16 bin kişiyi yaralandı, 46 bin kişiyi tutuklandı, bunların 10 bin kadarı yargılanarak hüküm giydi. Bu tarihten sonra Tokkō’nun görev alanı anarşizm, komünizm, sosyalizm ve Japonya'da artan yabancı nüfusa yönelik operasyonları aşıp dini grupları, pasifistleri, öğrenci gruplarını, liberalleri ve aşırı sağcıları içerecek şekilde genişletildi.

1925 Barışı Koruma Yasası'nın kabul edilmesinden sonra, Tokkō'nun gücü muazzam bir şekilde arttırıldı ve her Japon vilayetinde, büyük şehirde ve büyük bir Japon nüfusuna sahip denizaşırı yerlerde (Şangay, Londra ve Berlin dahil) şubeleri içerecek şekilde genişledi. Tokkō, hem üniformalı hem de üniformasız memurların yanı sıra geniş bir muhbir ağından yararlanarak “şüpheli örgütlere” sızmakla kalmadı, ajan provokatörleri aracılığıyla bu grupları yasadışı faaliyetlere teşvik etti. Tokkō’nun sürekli “işi” ise daha 1922’de yasa dışı ilan edilen Japon Komünist Partisi’ni yok etme faaliyeti idi. Bu dalganın zirvesini 15 Mart 1928’de 1.652 komünistin tutuklanması ve ancak 1932’de biten yargılama sonucu hepsinin de ağır hapis cezalarına çarptırılmaları oluşturdu.

26 Şubat 1936 günü İmparatorluk Kara Kuvvetleri’nin genç subaylarının darbe girişiminde bulunmasıyla gerilimli başlayan; Almanya-Japonya arasında imzalanan, sonradan İtalya’nın katılmasıyla genişleyen Anti-Komintern paktının imzalandığı 1936 yılında Tokkō, tam 59.013 kişiyi tutuklamış, bunların sadece 5 binini mahkemeye çıkarmış, bunların da yaklaşık yarısını hapis cezasına çarptırmıştı. Mahkumlar, "tehlikeli ideolojilere" nasıl bulaştıklarına dair açıklamalar yazmaya zorlanıyor ve sorgulayıcıları işten memnun olana kadar açıklamaları yeniden, yeniden yazıyorlardı. Bu çalışmalar daha sonra onların suça karıştığını kanıtlamak için kullanılıyordu.

Sözün kısası Japon İmparatorluğu’na karşıt olan politik gruplara ve tüm muhalefeti sindirme amacıyla kurulan ve tam 34 yıl boyunca işkence, faili meçhul cinayet ve terör eylemleri ile insan hakları savunucularına, solculara, savaş karşıtlarına kan kusturan bu örgütün Nazilerin kurduğu Gestapo’dan daha gaddar olduğunu anlatmak için Japon İmparatorluğu Amirali Takagi Takeo "Eğer ağlayan bir çocuğa Tokkō derseniz, susar" demişti. Tokkō, Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması üzerine ülkeyi işgal eden Müttefikler tarafından Ekim 1945'te kaldırıldı. Böylece kendi ülkelerinde halka kan kusturan Amerikalılar, Japonya’ya demokrasiyi getirmiş oldular!

Bitirirken

Daha anlatılacak çok ülke var ama sabrınızın sonuna geldiğimin farkındayım. Üç aydır son derece yürekli ve bir o kadar da kanlı bir isyan sürecinde olan İran’ın “polis devleti” olma hikayesi örneğin, başlı başına bir yazı konusu. 1924-1953 arasında Stalin’in SSCB’de, 1949 sonrasında komünistlerin hakim olduğu Doğu Avrupa ülkelerindeki “polis devletleri” de öyle. 1933-1940 arası de facto askeri lider, 1940-1944 ve 1952-1959 yılları arasında Küba'nın resmi başkanı olan Fulgencio Batista’nın yönetimindeki Küba, 1970 ve 1980’lerde Latin Amerika ülkelerinin çoğu “polis devleti” idi. 1948-1994 arasında Güney Afrika Cumhuriyeti’nde korkunç bir polis devleti yönetimi vardı. Kuru Beyaz Bir Mevsim (1990) filmini izleyenler bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilir. 1948’den beri Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti); Tibet ve Sincan bölgeleri veya pandemi söz konusu olduğunda Çin Halk Cumhuriyeti ve nihayet Türkiye bir polis devleti olarak anılmaya başladı uluslararası arenada. Haksız diyebilir miyiz bu nitelemeye? Olsa olsa “Çok geç kaldınız bunu fark etmekte!” diyebiliriz…

Köşe Yazıları Haberleri