Milei testere programının ideolojik, iktisadi ve sosyal değeri
Enflasyon küresel bir olgu, ancak Arjantin'de o kadar süreklilik arz ediyor ki insanlar tüm sorunlarının enflasyonla bağlantılı olduğunu düşünme eğilimindeler. Bu, enflasyonla mücadele vaadinin Milei'nin başkanlık yolunda önemli destek toplamasının nedenlerinden biri oldu. Milei ve ona destek verenler şimdi düşük enflasyon oranını, kamu harcamalarında (sağlık, eğitim, sosyal hizmetler ve kamu altyapı yatırımları da dahil) radikal kesintiler yapan ekonomi programının başarı kanıtı olarak gösteriyorlar.
Enflasyonun düşmesi bütçe dengesinin pozitife dönmesi ve dış ticaret açığının azalması, Milei’nin politikalarının kısa vadeli başarılarını yansıtıyor. IMF ile iş birliği de piyasalara güveni artırıyor. Tabii tüm bu makro göstergelerdeki düzelmenin reel hayatta bir takım yüksek maliyetleri var: İnsanların alım gücündeki düşme, işsizlikteki artış, servet/gelire eşitsizliğinde artış ve ölçülemeyen çok sayıda asimetrik sosyal maliyetler (stres, kötü beslenme, sağlık sorunları). Bunu, Türkiye bağlamında da sıkça kullandığım “makro istikrar ile sosyal refah” ayrışmasına benzetiyorum. Yani birçok ülkede makro-finans göstergelerindeki iyileşme yaygın bir sosyal refah maliyeti pahasına gerçekleşiyor. Arjantin şimdi Latin Amerika’nın en pahalı ülkeleri arasında, ancak aynı zamanda en düşük maaşlara sahip ülkelerden biri. Enflasyonla mücadele, Arjantin’in sorunlu ekonomisini düzeltmek için kuşkusuz gerekliydi, ancak bu çabanın yalnızca enflasyon gibi tek bir refah ölçütüne indirgenmesi ve uygulanan yöntemlerin tartışmalı doğası açıkça sorunlu.
Bu aşamada mevcut durumun bir öncelik içerdiği iddiasının, yani "önce enflasyonun kontrol altına alınması, sonra uzun vadeli kalkınma hedeflerine odaklanılması" şeklindeki ikili aşamalı yaklaşımın temelsiz ve metot olarak tutarsız olduğunu düşünüyorum. Söz konusu öncelik sıralaması iki temel sorun barındırıyor. Birincisi, makroekonomik istikrar ile yapısal dönüşüm politikalarının bir bütünlük içinde ele alınması gerekliliğidir. Yani makroekonomik istikrar ile yapısal dönüşüm politikalarının eş zamanlı yürütülmesi sadece mümkün değil, aynı zamanda birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Örneğin, üretim kapasitesini artıracak sektörel politikalar (sanayi altyapı yatırımları, Ar-Ge teşvikleri) enflasyonist baskıları orta vadede azaltarak, geleneksel parasal sıkılaştırma politikalarına göre daha sürdürülebilir bir istikrar sağlayabilir. Dahası, “ikinci en iyi” teorisinden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Piyasa aksaklıkları mevcutken, yalnızca tek bir hedefe (enflasyon) odaklanmak, eşitsizlik ve verimlilik gibi diğer alanlarda daha ciddi sorunlara yol açabilir. Başka bir deyişle, piyasada birden fazla bozulma varken sadece birini (enflasyonu) düzeltmeye çalışmak, politikaların etkinliğini zayıflatır. Örneğin, sadece ticareti serbestleştirmek, yerel sanayi tekelleri ve Çin gibi güçlü bir ithalat rekabetçisi varken, ithalatın artmasıyla yerli üretimi çökertebilir (Arjantin’in 1990’lar deneyimi gibi).
İkincisi ve daha temel sorun, Milei’nin devletin ekonomideki yönlendirme, yeniden kurma ve potansiyelini reddetmesidir. Milei’nin "testere" metaforuyla sembolleştirdiği devlet küçültme politikaları, aslında sosyal refah mekanizmalarının sistematik olarak tasfiyesi anlamına gelmektedir, yani ’devlet’ diye budamaya çalıştığı şey, aslında halkın kolektif varlığından başka bir şey değil. Bu bağlamda, enflasyonla mücadelenin uzun vadeli kalkınma hedeflerinden ayrıştırılması, çoğu zaman "yüksek maliyetli kısa dönem istikrar" anlamına gelir.
Arjantin ekonomisinde enflasyon, basit bir parasal olgu olmanın ötesinde derin yapısal ve kurumsal kökenlere sahip kronik bir sorundur. Ülkenin modern tarihi, 1989’da %3000’lere varan hiperenflasyon ve 1991-92’de Para Kurulu sistemiyle %20’lere düşürülen enflasyon gibi dramatik dalgalanmalarla doludur. Ancak bu istikrar dönemleri geçici olmuş, altta yatan nedenler çözülmediği için krizler tekrarladı. 1989 sonrası dönemde enflasyon kontrol altına alınsa da, sabit kur politikasının yarattığı aşırı değerlenme sanayide çöküşe yol açmış ve 2001 krizini tetiklemiştir. Benzer şekilde, enflasyon Kirchner hükümetlerinde (2003-2015) %15-25 aralığında ve sonraki Macri döneminde (2015-2019) ise %50’ler düzeyine tırmandı. Milei öncesi de A. Fernandez döneminde enflasyon %210’ler düzeyine yükselmişti.
Benzer şekilde, Latin Amerika’da enflasyonun sürekli bir döngü halinde önce düşüp sonra yeniden yükselmesinin ardında, bölgeye özgü derin yapısal sorunlar olduğu çok açık. Bu kronik problemin kökenleri, ekonomik, politik ve sosyal faktörlerin iç içe geçmiş bir bileşiminden kaynaklanıyor. Enflasyonla mücadelede kısa vadeli başarılar elde edilse bile, altta yatan nedenler çözülmediği için krizler tekrarlanıyor. Brezilya’da 1993’te %2500’lere çıkan enflasyon, 1994 Plano Real ile %15’e düşürülmüş ancak enerji fiyatlarındaki artışlar ve kamu açıkları nedeniyle yeniden yükselme eğilimi göstermiştir. Venezuela’da ise petrol gelirlerinin çöküşü ve hiper-dolarizasyon, 2018’de %1.000.000’luk rekor enflasyona yol açmıştır. Bolivya, 1982-1985 döneminde borç krizi ve kalay gelirlerindeki düşüşle hiperenflasyona sürüklendi; 1985’te yıllık enflasyon %8170’e (aylık %60-100) ulaştı. 1985’te uyguladığı şok terapisi, kamu harcamalarında %30 kesinti, sübvansiyonların kaldırılması ve madenlerinin özelleştirilmesini içeriyordu. Enflasyon 1987’de %15’e düşerken, işsizlik %20’ye çıktı, reel ücretler %30 azaldı. Yüksek enflasyon ve ardından uygulanan şok terapilerle enflasyonun düşürülmesi süreçleri, Peru (1990) ve Şili (1973-1975) örneklerinde de açıkça gözlemlendi.
Arjantin ve diğer bölge ülkelerinin bu kronik istikrarsızlığın ardında beş temel yapısal faktör yattığını düşünüyorum: Birincisi, Politik ekonomi tuzakları, seçim dönemlerinde artan popülist harcamalar ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığının aşınması, Arjantin’de 2012’de yaşandığı gibi, bütçe açıklarının Merkez Bankası kaynaklarıyla finanse edilmesine yol açmıştır. İkincisi, üretim yapısındaki bozulmalardır. Sanayi girdilerinin %60-65’inin ithalata bağımlı olması ve tarım-gıda zincirindeki tekelleşme (üç büyük firmanın gıda fiyatlarının büyük kısmını kontrol etmesi) fiyat istikrarını zorlaştırmaktadır. Üçüncüsü, gelir dağılımı-enflasyon kısır döngüsüdür, bu bir tür çatışma enflasyonudur, bu da enflasyonun kurumsallaşmasına neden olmaktadır. Dördüncüsü, döviz kuru yönetimindeki başarısızlıklar, sorunu daha da karmaşık hale getiriyor. Bölge ülkelerin çoğu dolar cinsinden borçlanırken, yerel para birimlerine olan güvenin azalması kronik bir sorun. Sabit kur rejimi denemeleri genellikle spekülatif ataklarla sonuçlanırken, dalgalı kur sistemlerinde ise aşırı oynaklık yaşanıyor. Döviz rezervlerinin yetersizliği, bu kırılganlığı daha da artırıyor. Venezuela ve Arjantin örneklerinde görüldüğü gibi, paralel döviz piyasalarındaki fiyat farkları enflasyon beklentilerini körüklüyor. Son olarak, dış şoklara karşı aşırı duyarlılık, Latin Amerika ekonomilerinin bir diğer kronik zaafı. Emtia fiyatlarındaki dalgalanmalar, petrol, soya veya bakır gibi temel ihraç ürünlerine bağımlı ekonomileri doğrudan vuruyor. ABD merkez bankasının faiz artırım kararları ise sermaye çıkışlarını tetikleyerek döviz piyasalarında baskı yaratıyor. Bu tür dış şoklar, zaten kırılgan olan ekonomik dengeleri altüst edebiliyor. Bu nedenlerin önemli bir kısmı Türkiye için de geçerlidir.
Tüm bu faktörler, enflasyon beklentilerinin toplumda iyice yerleşmesine ve sorunu daha da çözülemez hale getirmesine yol açıyor. Ücretlerin, kiraların ve sözleşmelerin otomatik olarak enflasyona endekslenmesi, fiyat artışlarını kalıcı bir yapıya dönüştürüyor. Halkın yerel para birimine duyduğu güvensizlik, dolarizasyon eğilimini körükleyerek bu kısır döngüyü besliyor. Enflasyonun geçici bir düşüşten sonra tekrar tırmanmasının temel nedeni, sorunun kökenine inilmemesi ve uygulanan çözümlerin yüzeysel kalmasıdır. Bu bağlamda, enflasyon adeta toplumun hafızasına kazınmış, peşini bırakmayan bir hayalet gibi. Bu durum, enflasyonun kontrol altına alınmasını önemli bir ekonomik başarı haline getiriyor ve politik gündemin merkezine yerleştiriyor.
Milei’nin yaptığı gibi, şok terapiler veya testere kullanımı gibi kısa vadede bütçe kesintileri ve parasal daralmayla enflasyonu baskılayabilir, ancak üretim yapısında reform yapılmadığında bu etki geçici oluyor. Sonuç olarak, Latin Amerika’nın enflasyon sorunu aslında teknik olmaktan çok siyasi-ekonomik bir karakter taşıyor ve kalıcı çözümler ancak kapsamlı kurumsal reformlarla mümkün olabilir
Programın temel nitelikleri
Milei’nin piyasalarla kurduğu ilişki ve politikaları, liberal öğretinin çelişkilerini bizzat somutlaştırıyor. İktisadi düşünceleri geleneksel liberalizmden radikal bir piyasa fundamentalizmine evrilen Milei, artık devlete karşı skolastik düzeyde bir düşmanlık besliyor.
Küresel ekonomi, devletlerin (özellikle gelişmiş ülkelerin) sanayi politikaları ve teknolojik dönüşümde artan rolüyle şekillenirken, Arjantin’de Milei’nin benimsediği radikal devlet karşıtı yaklaşım ciddi bir zayıflık ve tutarsızlık oluşturuyor. ABD’nin CHIPS ve Enflasyon Düşürme Yasaları (500 milyar dolarlık teşvik), AB’nin Net-Sıfır Sanayi Politikası ve Çin’in 14. Beş Yıllık Planı gibi güncel örnekler, stratejik sektörlerde devlet müdahalesinin nasıl kritik bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Bu küresel eğilim karşısında, Arjantin’in devleti tamamen dışlayan bir modelle rekabet avantajı elde etme iddiası gerçekçilikten uzaktır. Özellikle ABD ve AB’nin yeşil teknoloji alanındaki büyük ölçekli sübvansiyonları ve yerli üretim teşvikleri, Arjantin gibi ülkelerin küresel rekabet şansını daha da azaltıyor. Temel sorun, stratejik yatırımların yüksek risk ve uzun vadeli getiri profili, devlet desteği olmadan özel sektörün bu alanlara yönelmesini son derece zorlaştırıyor olmasıdır. Bu durum, devletin ekonomideki düzenleyici, teşebbüsçü ve yönlendirici rolünün salt piyasa mekanizmalarıyla ikame edilemeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Uzun vadeli kalkınma perspektifinden değerlendirildiğinde, salt devleti küçültmeye dayalı politikaların sürdürülebilir bir büyüme modeli oluşturması çok zordur. Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi başarı hikayeleri, devletin stratejik sektörlerde aktif rol oynadığı, eğitim ve Ar-Ge yatırımlarını desteklediği modelleri örnek alıyor. Oysa Milei uygulamaları ile bilim, altyapı ve eğitim harcamalarını ciddi anlamda düşürdü. Milli eğitim bakanlığı bir sekreteryaya dönüştürüldü. Üniversite hocaları yoksulluk sınırında ve teknik insan gücü iş aramak için Arjantin’i terk ediyorlar. Türkiye’de olduğu gibi, artan sorunlar ciddi bir beyin göçüne neden oluyor. Kısaca, ülke uzun dönemde büyümenin en önemli kaynaklarından olan insan sermayesini kaybediyor. Bu da olası bir üretim ve verimlilik problemine dönüşerek muhtemelen ülkeye enflasyon olarak tekrar geri dönecektir.
Arjantin, ekonomisini hâlâ tarım ve madencilik gibi geleneksel, dalgalı ve verimliliği sınırlı sektörlere dayandırırken, katma değerli üretim kapasitesini geliştirememesi, ekonomik kırılganlıklarını kalıcı kılıyor. Küresel eğilimler korumacılık yönünde ilerlerken, Milei’nin dış ticareti bu denli korumasız ve stratejiden yoksun bir şekilde serbestleştirme politikası, gelecekte ciddi sorunlara yol açabilir. Üstelik bunu, dünyanın giderek daha korumacı politikalar benimsediği bir dönemde yapması, durumu daha da riskli hale getiriyor. İthalata aşırı bağımlı ve yapısal ekonomik sorunlarla mücadele eden bir ülke, ithalatı sadece enflasyon ve serbest ticaret perspektifinden değerlendiremez. Bu açıdan Milei’nin programı, kısa vadeli faydalarla uzun vadeli maliyetler arasında bir denge kuramıyor. Kısa vadede ithalattaki artış, tüketici fiyatlarını düşürerek enflasyonda geçici bir rahatlama sağlayabilir. Ancak uzun vadede yerli üretimin gerilemesi, enflasyonun yapısal bir sorun haline gelmesine yol açacaktır. Milei, muhtemelen Avusturya İktisat Okulu’nun serbest ticaretin -özellikle ithalatın- disiplin edici etkisine fazlasıyla güveniyor. Oysa tarihsel deneyimler, bu tür politikaların ciddi ekonomik sorunlara neden olabileceğini gösteriyor.
Devletin ekonomiden çekilmesinin kısa vadeli etkileri ile uzun vadeli sonuçları arasında ciddi bir uyumsuzluk bulunuyor. Şili örneğinde olduğu gibi, Pinochet döneminden itibaren ilk aşamada enflasyonun kontrol altına alınması ve makroekonomik göstergelerde iyileşme sağlansa da, yapısal reformların eksik kalması durumunda bu kazanımlar kalıcı olamıyor. Özellikle Arjantin gibi sanayi altyapısı zayıf, teknolojik üretim kapasitesi sınırlı ekonomilerde, devletin stratejik yatırımlardan tamamen elini çekmesi, ülkeyi ham madde ihracatına bağımlılık tuzağına sürüklüyor. Bu da zaten Arjantin’in 20.yy başında başladığı ekonomik refah düzeyinden zamanla geriye düşmesinin en temel sebebi. Bu durumda Arjantin, yabancı sermayenin ve yerli oligarşinin çıkarları doğrultusunda, halkın geniş kesimlerinin aleyhine işleyen bir süreçle sanayisizleşmiş, yoksullaştırılmış ve kaynakları sömürülen bir ülke konumuna indirgeniyor
Sosyal refah açısından bakıldığında ise, devletin küçültülmesi politikalarının yarattığı etkiler çok katmanlıdır. Kamu harcamalarındaki kesintiler, eğitim ve sağlık sistemlerinde kalite kaybına yol açarken, özelleştirmeler temel hizmetlere erişimi gelir düzeyine bağlı hale getiriyor. Şili’de emeklilik sisteminin özelleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan maaş açıkları, bu tür reformların sosyal maliyetine iyi bir örnek teşkil ediyor. Arjantin’de de benzer uygulamaların, zaten yüksek olan yoksulluk oranlarını daha da derinleştirme riski bulunuyor.
Sonuç olarak, devleti küçültmeye dayalı politikalar kısa vadeli makroekonomik istikrar sağlasa da, uzun vadede yapısal dönüşümü garanti etmiyor. Sosyal refah açısından ise eşitsizlikleri derinleştirerek toplumsal huzursuzluk riskini artırıyor. Arjantin’in önündeki asıl amacı, devletin verimsizliklerini ve yolsuzluğu azaltırken, stratejik alanlardaki düzenleyici ve yönlendirici rolünü koruyan dengeli bir model geliştirmek olmalıdır. Küresel eğilimlerin gösterdiği gibi, 21. yüzyıl ekonomilerinde "devlet mi, piyasa mı" ikilemi yerine, "hangi alanda nasıl bir devlet" sorusuna yanıt aramak daha anlamlı görünüyor.
Burada önemli bulduğum bir konuyu da belirtmek istiyorum. Gerçeği söylemek gerekirse, Arjantin’in bir fiyat cenderesi içinde olduğunu bu yazıyı yazarken farkında değildim. Milei öncesinde neredeyse her ürünün -doğrudan veya dolaylı yollarla- devlet tarafından fiyatlandırıldığını söyleyebiliriz. İhracat vergileri, ithalat vergileri, süpermarkette çok sayıda malın fiyat kontrolleri, kira kontrolleri, döviz kuru ve miktarı kontrolleri adeta bir fiyat cenderesi içinde ülke. Bu denli yaygın bir fiyat kontrolünün bir problem olduğunu düşünüyorum. Fakat sorun, bu fiyatlar üzerindeki kısıtların kaldırılmasında planlı hareket edilmediğidir. Örneğin, çok sayıda mal üzerindeki ithalatın kaldırılması sanayi üzerinde olumsuz etkileri olacağı açık, bunu daha kontrollü ve stratejik tasarlanması gerekir. Veya bazı temel mallar üzerindeki kısıtların kaldırılması da sosyal açıdan sorunlu. Program bu anlamda çok toptancı bir nitelik gösteriyor ve büyük ölçüde geçmişin aşırı müdahaleci politikalarına bir tepki olarak şekillendiğine işaret ediyor. Ancak bu reaksiyoner yaklaşım, liberal dogmatizmin de etkisiyle, stratejik derinlikten yoksun bir politika setine dönüşmüş durumda.
Projeksiyon yapmak güç olmakla birlikte, mevcut politik eğilimler Milei yönetiminin devletin ekonomik rolünü küçültmeye yönelik reformları - liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme politikaları aracılığıyla - sürdüreceğini göstermektedir. Enflasyonun göreli istikrara kavuşması durumunda, hükümetin "devlet tarafından yapılan bir hırsızlık” olarak nitelendirdiği vergileri indirmeye başlaması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumun makroekonomik etkileri çok boyutlu olacaktır: (i) Kamu gelirlerinde yaşanacak azalma, sosyal harcamalar (sağlık ve eğitim) ile altyapı yatırımlarında ek kısıntıları beraberinde getirir (ii) Uzun vadede, bu durum beşeri sermaye birikimini ve fiziksel altyapı kalitesini aşındırarak potansiyel büyüme oranını baskılar (iii) Gelir dağılımı göstergelerinde muhtemel bir bozulma beklenir (iv) Belirli bir büyüme patikası yakalasa bile bunun geçmiş büyüme tecrübelerinden farklı olmayacağını tahmin ediyorum, kapsayıcı olmayan ve naisplendirici (trickle down) (iv) Artan sosyal huzursuzluğun ve protestoların, zayıf bir demokratik temsiliyete sahip Milei ve partisinin zorlayabilir ve (v) Bu senaryo, özellikle devletin üretken kapasitesinin zayıflaması ve sosyal koruma ağlarının erozyona uğraması nedeniyle, orta vadede ekonomik kırılganlıkları artabilir. Tüm bunlar Arjantin’in uzun dönemli kalkınma perspektifini olumsuz etkileyecek niteliktedir.
Politik sarkaç ve ideolojik arkaplan
Latin Amerika’nın siyasi tarihi, sol ve sağ iktidarlar arasında sürekli salınan bir sarkaç gibidir. Milei’nin yükselişi de bu bölgesel modelin son örneğini oluşturuyor. Şili’de S. Allende’nin sosyalist hükümetini A. Pinochet’nin neoliberal politikaları izlemiş, şimdi ise G. Boric’le yeniden sola kayılmış durumda. Brezilya’da benzer bir dalga görülüyor: Lula’nın solcu yönetiminden Bolsonaro’nun aşırı sağ neoliberal rejimine, ardından tekrar Lula’nın iktidara gelmesi. Bu salınımlar bölgenin yapısal sorunlarından kaynaklanıyor. Sol hükümetler genellikle eşitsizliği azaltmayı vaat ediyor ancak sürdürülebilir ekonomik modeller kuramıyor. Sağ iktidarlar ise piyasa reformlarıyla istikrar getirmeye çalışırken sosyal harcamaları kısıyor. Her geçiş, bir önceki rejimin başarısızlıklarına tepki olarak şekilleniyor.
Bu kısır döngü, özellikle sorunları çözme konusunda daha fazla potansiyel barındırdığını düşündüğüm sol partilerin açık bir başarısızlığını ortaya koyuyor. Yeniden dağıtım politikalarının ötesine geçerek, ülkenin refahını kalıcı biçimde artıracak yüksek teknolojili ve adil bir ekonomik yapı inşa etmekte başarısız oldular. Yoksulluğu bile sadece yönetilebilir düzeyde tuttular, çok ciddi başarı elde edemediler. Bu da beraberinde ciddi makroekonomik problemleri getiriyor. Ve tekrardan sil baştan daha sağdan veya liberal bir karşı hareket ortaya çıkıyor. Bunun bir ölçüde K. Polanyi’nin karşıt-hareketler kavramı ile ilişkili olduğunu düşünüyorum, piyasaların aşırı liberalizmi bir müddet sonra ters tepiyor ve iktidara gelen parti ile yeni sosyal ve iktisadi düzenlemeler devreye giriyor. Fakat düzenlemelerin niteliği de yapısal sorunlar çözme kapasitesinde olmadığında temsili demokrasi içinde insanlar tekrardan diğerine yönelmek durumunda kalıyorlar. Bir tür seçimli bir siyasi cenderede oluşan çaresizlik silinmiş hafızlar yaratarak salınım yaratıyor.
Şili’yi örnek vermemin sebebi, Milei’nin testere programının Pinochet ve sonrası liberal politikaları ile benzerlikler içermesi. Şili’nin ekonomik dönüşüm hikayesi, 1970’lerin başındaki derin krizle başlar. Allende’nin sosyalist hükümeti döneminde tırmanan hiperenflasyon, üretim düşüşü ve uluslararası yaptırımlar ülkeyi kaosa sürüklemişti. 1973’teki askeri darbenin ardından iktidara gelen Pinochet, ekonomiyi Chicago Üniversitesi’nde M. Friedman ve diğer benzer nitelikte ekonomistlerden eğitim almış bir grup Şilili ekonomiste teslim etti. Bu "Chicago Boys" olarak anılan ekip, radikal piyasa reformlarını hayata geçirdi.
Milei’nin şu an gözüken enflasyondaki başarısının da ötesinde 1975-1982 döneminde Şili’de enflasyon %500’lerden %10’a düşürüldü, fiyat kontrolleri kaldırıldı, onlarca kamu işletmesi özelleştirildi ve dış ticaret serbestleştirildi. Ancak bu başarılar ağır bir sosyal bedelle geldi. İşsizlik %20’yi bulurken, gelir dağılımındaki bozulma Gini katsayısını 0.57’ye kadar çıkardı. Kamu hizmetlerindeki kesintiler geniş halk kesimlerini olumsuz etkiledi. Fakat 1980’lerin ortalarından itibaren Şili ekonomisi istikrara kavuştu ve 1990’larda "Şili mucizesi" olarak anılan dönem yaşandı. Yıllık ortalama %7’ye varan büyüme oranlarıyla Latin Amerika’nın en başarılı ekonomilerinden biri haline geldi. Ancak bu büyüme topluma eşit dağılmadı. Özelleştirilen emeklilik sistemi, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki piyasalaşma, derinleşen sosyal eşitsizlikleri besledi. 2019 yılında metro ücretlerine yapılan zam, biriken öfkenin patlamasına yol açtı. "Şili uyanıyor" sloganıyla başlayan kitlesel protestolar, ülkenin neoliberal modelini sorgulamaya başladı. Bu süreç 2021’de çok daha solda yer alan G. Boric’in seçilmesiyle sonuçlandı.
Milei’nin Arjantin’de uyguladığı politikaların uzun vadeli sonuçlarını anlamak için Şili örneği önemli dersler içeriyor. Piyasa odaklı politikalar makroekonomik istikrarı sağlasa da, eşitsizliği beslediğinde toplumsal huzursuzluğa yol açabiliyor. Liberal reformlar kırk yıl boyunca Şili’ye ekonomik büyüme sağladı, ancak nihayetinde sosyal maliyetleri nedeniyle siyasi bir tepki doğurdu. Bu durum, ekonomik modellerin sadece büyüme rakamlarıyla değil, yarattıkları sosyal adalet algısıyla da değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor. Şili’nin yaşadıkları, benzer reformlar uygulayan Arjantin ve diğer ülkeler için de yol gösterici olabilir. Ekonomik istikrarın kalıcı olabilmesi için toplumsal mutabakatın sağlanması ve reformların sosyal adaleti gözetecek şekilde tasarlanması büyük önem taşıyor.
1970’lerde Şili’yi dönüştüren liberal ekip ile günümüz Arjantin’inde reformlarını yürüten Milei’nin ekonomik yaklaşımları, kökenleri farklı olsa da piyasa fundamentalizmi ortak paydasında buluşuyor. Chicago Okulu’nun mimarı M. Friedman’ın monetarist teorileri, enflasyonun para arzındaki kontrolsüz genişlemeden kaynaklandığını savunurken, devlet müdahalesinin piyasa verimliliğini bozduğu tezini işliyordu. Bu görüşler, Pinochet döneminde Şili’de uygulanan şok terapilerinin teorik altyapısını oluşturdu. Diğer yandan, Milei’nin düşünceleri Avusturya İktisat Okulu’na dayanıyor ve kendisi de Mises ve Hayek’ten çok etkilendiğini belirtiyor. Hayek’in "bilgi problemi" argümanı, merkezi planlamanın kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkum olduğunu iddia ederken, Milei’nin kendisine daha yakın bulduğu M. Rothbard’ın anarko-kapitalist yaklaşım ise devleti tamamen gereksiz görüyor.
İki ekol arasındaki temel benzerlik, piyasaların kendiliğinden düzenlenme kapasitesine duydukları sarsılmaz inançta yatıyor. Chicago Okulu, minimal devlet anlayışıyla "gece bekçisi" modelini savunurken, Avusturya Okulu daha radikal bir tutumla devletin varlığını bile sorguluyor (en azından Milei’nin dayandığı düşünce geleneği). Para politikaları konusundaki yaklaşımları ise önemli farklılıklar gösteriyor. Friedman’ın kontrollü para arzı önerilerine karşılık, Avusturyacılar paranın tamamen özelleştirilmesini savunuyor. Bu teorik ayrım, henüz gerçeklemese de Milei’nin dolarizasyon vaadi bunun bir aşaması gibi duruyor. Para arzı kontrolünün kendi devletinin dışında bir otoriteye (Fed gibi) havale edilmesinden dahi bu anlamda çekince duymuyor.
Tarihsel uygulamalara bakıldığında, liberal ekibin Şili deneyimi pragmatik bir karakter taşırken, Milei’nin Arjantin’deki reformları ideolojik saflığa daha yakın duruyor. Friedman’ın öğrencileri, enflasyonla mücadelede somut sonuçlar almak için askeri rejimle çalışmayı göze almıştı. Oysa Milei, Rothbard’dan esinlenerek devleti bir "şiddet tekeli" olarak tanımlayan ve tamamen ortadan kaldırılmasını savunan radikal söylemler kullanıyor. Bu tutum, demokratik bir sistem içinde uygulanmaya çalışılırken ciddi ironilerin ortaya çıkmasına da yol açıyor. Örneğin, Hayek’in 1978’de Pinochet rejimini öven mektubu, Avusturya Okulu’nun anti-devletçi ilkeleriyle açıkça çelişiyordu. Benzer şekilde Friedman’ın Şili’yi "serbest piyasa demokrasisi" olarak tanımlaması, uygulamaların otoriter bağlamını görmezden geliyordu.
Milei’de de benzer ironiyi görüyoruz aslında. Bu, Milei’nin pratik-söylem ayrışmasının da örneklerinden birdir. Milei bilim, altyapı, eğitim, sağlık ve aile-çocuk harcamalarını keserken, istihbarat ve iç güvenlikten sorumlu İstihbarat Sekreterliği’nin bütçesini iki katından fazla artırdı. Milei’nin sahiplendiği İstihbarat Sekreterliği, 1970’lerde ve 80’lerde ABD destekli aşırı sağcı askeri diktatörlük tarafından sol aktivistleri öldüren, işkence eden ve kaybeden, sendikaları ezerek yok eden bir gizli polis gücü olarak kullanılmıştı. Milei’nin "liberteryen" söylemlerine rağmen, askeri diktatörlüğün suçlarını inkar eden kötü şöhretli bir savunucusu olan aşırı sağcı aktivist V. Villarruel’i başkan yardımcısı olarak seçmesi de gözden kaçmamalı.
İktisadi alanda da bu çelişkiyi görüyoruz aslında. Kendisini radikal bir piyasa savunucusu ve devlet karşıtı olarak tanıtan Milei, pratikte IMF ile yakın işbirliğini sürdürmek gibi pragmatik adımlar atmak zorunda kalıyor. Bu durum, teorik ideallerle ekonomik gerçekler arasındaki kaçınılmaz gerilimi yansıtıyor. Döviz kuru politikasında da benzer bir ikilem göze çarpıyor. Serbest dalgalı kur sistemini savunan Milei, pratikte "kademeli döviz kur" olarak adlandırılabilecek bir sistem uyguluyor.
Bu pragmatik yönelimin arkasında üç temel belirleyici faktör bulunmaktadır: Birincisi, Arjantin’in içinde bulunduğu yapısal ekonomik krizin boyutu ve derinliği, ideolojik olarak arzulanan politikaların uygulanabilirliğini sınırlandırmaktadır. İkincisi, yasama organında çoğunluğa sahip olmama durumu, radikal dönüşüm programının kurumsal engellerle karşılaşmasına neden olmaktadır. Üçüncüsü ise toplumsal muhalefetin yoğunluğu ve örgütlülüğü, aşırılık içeren politikaların uygulanmasını siyasi maliyet açısından riskli hale getirmektedir. Bu bağlamda Milei yönetiminin ekonomik stratejisi, piyasa temelli reformları hayata geçirme çabası ile ekonomik-siyasi gerçeklerin sınırlayıcılığı arasında bir denge kurma çabasını yansıtmaktadır. Bu durum, ideolojik katılık ile yönetim pratikleri arasındaki temel gerilimin Arjantin özelindeki somut tezahürü olarak değerlendirilebilir. Ancak teorik düzeyde Milei’nin ilkesel tutumu pragmatik kaygıların önünde geldiği söylenebilir. Bu teorik yaklaşım, Şili’deki Chicago Boys deneyiminde gözlemlenen ve istikrar-büyüme hedeflerine ulaşmak için araçsal esnekliği önceleyen tutumdan belirgin şekilde ayrışmaktadır.
Söz konusu politik, sosyal ve iktisadi dengenin sürdürülebilirliği, önümüzdeki dönemde hem makroekonomik performansın seyrine hem de siyasi aktörlerin bu sürece vereceği tepkilere bağlı olarak şekillenecektir. Bu süreç, aynı zamanda radikal neoliberal politikaların demokratik sistemlerdeki uygulanabilirlik sınırlarına ilişkin önemli bir perspektif sunacaktır.