Sermaye için en temel mesele şudur: İşçiye verilen ücret, onun ürettiği artı değerden mutlaka daha az olmalıdır; aksi takdirde kar mekanizması çöker.
Bugün asgari ücret bir kez daha AKP iktidarında sınıfsal çelişkiler temelinde yapılandırıyor.
Bakan Vedat Işıkhan’ın asgari ücreti açıklarken peygamber öğüdünü diline dolayarak sınıfsal çelişkileri ilahi bir perdeyle örtme çabası, Erdoğan yönetimindeki neoliberal düzenin en tanıdık taktiği, emekçiye hak yerine mistik rızayı öneren çürük bir ideolojik manipülasyondan başka bir şey değil...
Erdoğan’ın “hayırlı olsun” dediği; resmi enflasyon yüzde 47’yken, işçiye yüzde 30 artışı reva görmek, emeğin alın terini, sermayenin direktiflerine sadakatle kurutmak demek.
Özgür Özel’in grup kürsünden tehditkâr söylemleri, (“Bu ülkeyi size dar ederiz” demişti) ardından bir tweetle gelen cılız grev çağrısı ve sonrasında MYK’sını toplama kararı bir kez daha tabana umut satıp hayal kırıklığı üretmez umarım.
Geçmişte neoliberal politikalarla emeği iliklerine kadar sömüren düzenin bir başka yüzü olan Ali Babacan ise emeği değersizleştiren bu sistemin köklerine sessiz kaldı.
Babacan’ın “kul hakkı” sızlanışı, bizzat sermaye düzeninin farklı bir versiyonu, bir ikiyüzlülük, piyasa dostu politikalardan gelen bir vicdan aldatmacasından ibaret…
IMF’nin ve sermaye çevrelerinin talimatlarıyla belirlenen 22 bin TL, alın terinin, emeğin bedelinin, yoksulluğun pazarlık konusu yapıldığı bir tabloyu temsil ediyor.
Sermaye çevrelerinin “Yüzde 30’u aşmasın” talimatına hükümetin uyumu, işçi sınıfına dayatılan sömürü zincirinin küresel patronlarla iş birliği içinde güçlendirildiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Dün gece örneğine bir kez daha tanıklık ettiğimiz üzere; Türkiye’de asgari ücret, özellikle AKP’li yıllarda, sermayenin çıkarlarını önceleyen neoliberal politikalar doğrultusunda, emekçilerin yeniden üretim maliyetlerini düşürme aracı olarak kullanıldı.
AKP’nin 22 yılda, yukarıda anlattığım mekanizmayı işler kılmak adına, işgücü maliyetlerini aşağı çekmeyi ve sermayenin kar oranlarını artırmayı hedefledi.
Türkiye’de 2025 için uygulanacak asgari ücret, hem AKP’nin neoliberal politikalarının yarattığı yoksullaştırıcı etkileri hem de sınıfsal güç ilişkilerinin ideolojik düzlemde nasıl yeniden üretildiğini anlamak için önemli bir alan...
AKP’nin her yıl asgari ücreti, “büyük müjde” açıklamalarıyla bir siyasi şova dönüştürmesi, bu ücretin yalnızca ekonomik bir araç olmadığını, aynı zamanda ideolojik bir hegemonya mekanizması olarak kullanıldığını da gösterdi.
AKP’nin iktidar yıllarında asgari ücretin sistematik sömürünün bir parçası olduğuna ve nasıl bir “sınıfsal tahakküme” dönüştüğüne bu şovların pratiğinde şahitlik ettik.
Ayrıca 22 yılda rıza üretimi ve zorun kombinasyonunda AKP, bir yandan ekonomik büyüme ve refah vaadiyle emekçilerin rızasını üretirken, diğer yandan sendikal örgütlenmeyi baskı altına alarak sınıfsal mücadelenin zeminini zayıflattı.
2002’de neoliberal programın temsilcisi olarak iktidara gelen AKP, küresel ve yerli sermayenin çıkarlarını buluştururken, emeğin örgütlü gücünü tasfiyeye yöneldi.
2010’lu yıllardan itibaren ise bu program, otoriterleşmeye dayanan “yeni rejim”in ana dinamiği haline geldi.
6 Aralık’tan bu yana tanıklık ettiğimiz asgari ücret şovları da bu bağlamda, sermayenin mutlak birikim arzusunu karşılayacak şekilde düzenlendi.
Burada kritik olan, asgari ücretin nasıl belirlendiği değil, kimler tarafından ve hangi ideolojik bağlamda belirlendiğiydi.
TİSK ve işçi sendikalarının “bir gölge altında” yürüttüğü görüşmeler, gerçekte hiçbir zaman işçiler lehine sonuç vermedi.
AKP’nin politik hegemonya arayışında emek sınıfının temsilcilerini “davetli misafir” konumuna düşüren pazarlık masasında, işçinin ürettiği değerin büyük kısmı, sermaye tarafından gasp edildi.
Belirlenen ücret, işçiyi ve ailesini yalnızca açlık sınırının üzerinde tutmaya yetecek, (yetmediğine çok daha fazla tanıklık edeceğiz) ancak hiçbir şekilde sömürüden çıkışını mümkün kılmayacak biçimde tasarlanıp hayata geçti.
Bir kez daha AKP’nin “faiz sebep, enflasyon sonuç” gibi irrasyonel tezleri, asgari ücretin satın alma gücünü hızla erozyona uğratırken, TÜİK verileriyle gizlenmeye çalışılan gerçek, asgari ücretlinin sefalet ücretine mahkum edilmesiyle somutlaştı.
İşçiye kahır, lütuf gibi sunuldu
22 yılda sermayenin organik uzantısı olan AKP iktidarında; işçiye reva görülen ücret, hep lütuf gibi sunuldu.
Bu durum, işçi sınıfının siyasal bilincini bulandırmaya dönük popülist söylemlerle desteklendi.
Örneğin, asgari ücret artışları “büyüyen Türkiye’nin refahı” olarak anlatılırken, bu artışların enflasyon karşısında sıfırlandığı gerçeği, siyasal söylemin perde arkasında bırakıldı.
Erdoğan ve şürekası yine işçiyi enflasyona ezdirmediğini tekrarladı.
Yani AKP, üzerine düşeni bihakkın yaptı, sınıf tahakkümünü korumak ve yeniden üretmekte tereddüt etmedi.
AKP’nin tüm bu hali, tam da Eduardo Galeano’nun “Bir işçinin yoksulluğu kapitalist düzenin temel taşlarından biridir. Ancak sistem bu yoksulluğu ‘adalet’ kisvesiyle sunmayı başarmıştır” sözünün somut hali...
Yarın yine göreceğiz: Sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda belirlenen asgari ücret, medya aygıtları ve popülist söylemlerle “nimet” olarak sunulacak.
AKP’nin “kalkınma” ve “istikrar” söylemleri eşliğinde uygulanan politikalar, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtecek ve emekçilerin sınıfsal bilincini baskılamayı, onları bireysel kurtuluş hayalleriyle pasifize etmeyi planlayacak.
Neoliberalizmin Türkiye’deki tezahürü olan politikalar, düşük ücretli, güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak emeğin maliyetini düşürmeyi, sermayenin kar oranlarını artırmayı ve işçi sınıfının kolektif direniş potansiyelini zayıflatmayı sürdürecek.
Bugünkü bu asgari ücret de AKP’nin inşa ettiği neoliberal-popülist rejimin bir sonucu…
Bu durum, sermayenin krizleri aşmak için başvurduğu ucuz emek stratejisinin bir parçası.
İşçilerin büyük çoğunluğu “asgari hayat” sınırında yaşamaya mahkum edilmiş durumda…
Bugün Türkiye’de asgari ücretin yaygınlaşması, AKP’nin “İşsizliği önlüyoruz” argümanıyla meşrulaştırdığı bir emek sömürüsü mekanizmasına dönüşmüş durumda…
AKP, 22 yıldır bir yandan sermaye lehine düzenlemeler yaparken diğer yandan asgari ücret zamlarını popülist bir retorikle işçilerin desteğini konsolide etmeye çalışıyor.
Ancak dün akşam açıklanan 5000 TL gibi bu “zam”lar, reel anlamda satın alma gücünü korumaktan uzak.
2024 biterken Türkiye ekonomisi, yüksek dış borç, yüksek enflasyon, reel ücret kaybı ve büyüyen işsizlik oranlarıyla derin bir kriz içinde.
DİSK-AR raporları, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığını ortaya koyarken, yoksulluk sınırının altında kalan milyonlarca insanın yaşam mücadelesi verdiğini gösteriyor.
Yayımlanan rapora göre, asgari ücret Nisan 2024 itibariyle açlık sınırının altına düştü.
2023 ve 2024 yıllarında asgari ücretin açlık sınırını geçtiği ay sayısı sadece dört.. Dört…
2025’te ikinci bir asgari ücret artışı yapılmazsa, yıl sonunda açlık sınırının 4-5 bin TL altında kalabileceği öngörülüyor.
Asgari ücretin altın fiyatları karşısında eridiği de herkesin malumu.
Asgari ücretli bir çalışan, 2003 yılına göre 13, 2005 yılına göre 19 Cumhuriyet altını kaybetti.
Bu veriler, asgari ücretin alım gücündeki ciddi düşüşü gösteriyor.
Yine, 2022-2024 yılları arasında yaşanan yüksek enflasyon, asgari ücretteki artışların hızla erimesine yol açtı, işçiler hızla yoksulluğa sürüklendi.
Yine öyle olacak.
Düşük ücretlerin, işçi sınıfının sistematik yoksullaştırılmasındaki rolü de mühim.
Kansu Yıldırım’a göre “2002 yılında asgari ücretten düşük maaş alan işçilerin oranı yüzde 24,4 iken, bu oran 2022 yılında yüzde 33,8’e çıktı.
Kayıtlı istihdamın yaklaşık yüzde 40’ı asgari ücretle hayatını idame ettirmeye çalışıyor.”
Marx, işaret ediyor, “İşçinin yaşam ve emek koşulları, sermayenin büyümesiyle orantılı olarak kötüleşiyor.”
İktisatçı Menekşe Yılmaz’ın hesaplamalarına göre, 2024 yılının ilk çeyreğinde işçiler, 2021’in ilk çeyreğine göre %48 daha fazla çalışmış, ancak üretimden aldıkları pay %19,04 azalmış.
Bu veriler, işçilerin daha fazla çalışmasına rağmen, emeğin karşılığını alamadığını ve sömürünün derinleştiği bir tabloyu doğuruyor.
Bu politikalar, AKP’nin ideolojik aygıtları aracılığıyla yoksullaştırma sürecini meşrulaştırıyor.
İşte bu çerçevede, asgari ücret yalnızca rakamsal bir belirleme ya da teknik bir ekonomik düzenleme olarak değil, sermaye birikim rejimi ve emek gücünün yeniden üretimi bağlamında ele alınmalı...
Asgari ücret, sınıf mücadelesinin somutlaştığı bir alan
Asgari ücret yalnızca bir ücret artışı tartışması olarak değil, sistemik bir sömürü mekanizmasının parçası olarak görülmeli…
Asgari ücret, bir kez daha sınıfsal antagonizmanın merkezinde duruyor.
Asgari ücret, bir kez daha sermayenin karını maksimize etme amacıyla emek maliyetini mümkün olan en düşük düzeyde tutma çabası ile emekçilerin insanca yaşam talebi arasında bir gerilim alanı...
Asgari ücret, yalnızca bir ekonomik veri değil, sınıf mücadelesinin somutlaştığı bir alan...
Göran Therborn, şaşmaz bir gerçeği dile getiriyor: “Asgari ücret, kapitalizmin en temel eşitsizlik mekanizmalarından biridir. Adaletsiz gelir dağılımını pekiştirir ve işçi sınıfını yoksulluk döngüsünde hapseder.”
Türkiye’de bugün, artan hayat pahalılığı, derinleşen gelir adaletsizliği ve yaygınlaşan güvencesiz çalışma koşulları, sınıfsal mücadele için nesnel zemini oluşturuyor.
Bu noktada, asgari ücret tartışmasını yalnızca ekonomik taleplerle sınırlamak değil; emeğin insanca yaşam koşulları talebiyle örgütlenmesi hayati önemde...
Emekçilerin bu hegemonik zinciri kırabilmesi, ancak sınıf bilincini yeniden inşa etmeleri ve kolektif mücadeleyle asgari ücret tartışmasını bir “insanca yaşam” talebinin ötesinde, bir direniş hattına dönüştürebilmeleriyle mümkün olacak.
Çünkü tarihten biliyoruz: Sınıf mücadelesi olmadan, hiçbir ekonomik talep kalıcı bir kazanıma dönüşmüyor.
Tüm bu tabloda işçi sınıfına düşen, yalnızca alın terini değil, kaderini de eline alarak sermayenin tahakkümüne karşı mücadele etmek...
Zira işçinin örgütlü mücadelesi, bu çarkları durduracak tek gerçek…