Haftaya Ayasofya’ya giren vinç yüklü kamyon görüntüleriyle başladık. Ülkemizin zamanla kurduğu tuhaf diyaloğun yeni bir sahnesi olan bu kareler, dünyanın önde gelen haber ajanslarınca da paylaşıldı. Kamyon ve Ayasofya meselesi hızla geride kalırken haftayı, Papa 14. Leo’nun ziyareti ve 1700 yıl sonra İznik’te gerçekleştireceği ayinle kapattık. Böylece yeniden haber bültenlerinde aldık. Aynı hafta içerisinde, geçmişin Hıristiyan mirası üzerinden verilen bu iki farklı görüntü, zamanı ve mekânı iç içe geçiren bir etki yarattı.
Bu konu üzerine düşünürken Ayasofya’nın ve İstanbul’un geçmişini görebilmeyi istedim. 1200 öncesinin İstanbul’una, yani Konstantinopolis’e uzanan yolları aradım. Jonathan Harris’in Konstantinopolis: Bizans’ın Başkenti adlı kitabı bu merakımı gidermede bana eşlik etti. Bu nedenle bu hafta, kelimelerle de olsa, birlikte zamanda yolculuk edelim, bir yabancı gibi İstanbul’un o günkü halini beraberce gezelim istedim.
Şehre yaklaşmak
Harris, Konstantinopolis’i ilk kez gören bir yabancının şaşkınlığını öyle canlı aktarır ki, okur kendini bir Ortaçağ gemisinin güvertesinde bulur. Tarihsel kaynaklardan derlediği bu sahne, şehrin yalnızca bir yerleşim değil, başlı başına bir duyusal gösteri olduğunu hissettirir. Gözümüze çarpan ışık, kulağımıza dolan uğultu, kıyıya vurdukça köpüren deniz ve dönemin dört bir yanından gelen insanların oluşturduğu kakofoni… Harris’e göre, şehre ilk bakış neredeyse bir masal kapısına adım atmak gibidir.
Gemi Boğaz’ın girişine ağır ağır ilerlerken, Harris’in bizi yerleştirdiği o güvertede şehir yavaş yavaş siluete dönüşür. Bakışlar ufka sabitlenmişken önce ışık değişir, ardından kıyı boyunca uzanan üç katlı surlar belirir. Güneş, taşların üzerine düşer düşmez çizgiler altın bir hatta dönüşür. Surların ardında kuleler yükselir. Birbirine yaslanmış kubbeler ve saray duvarları tek bir bakışta insanı küçülten bir ihtişam sergiler. Yaklaştıkça taşlar keskinleşir, gölgeler yer değiştirir, şehrin mimarisi neredeyse nefes alıyormuş izlenimi verir.
Limanın içine girildiğinde sesler çoğalır, hareket hızlanır. Balıkçıların bağırışları, mavnaların birbirine sürtünen gövdeleri, tüccarların telaşı ve uzak ülkelerden gelen yelkenliler… Hepsi büyüklüğüyle herkesi şaşkına çeviren şehrin eşiğinde buluşur. O günün Konstantinopolis’i ilk merhabasını tam da burada, bu karmaşanın içinden verir.
Mese’den Ayasofya’ya
Şehrin kapısından geçtikten sonra Mese adı verilen ana hat belirir. Yunanca “orta” anlamına gelen bu yol, Konstantinopolis’in kalabalığını ve ritmini üzerinde taşıyan bir omurga gibidir. Bugün Divanyolu’ndan Çemberlitaş’a, oradan Beyazıt ve Ordu Caddesi’ne uzanan hattın bu yolun devamı sayılması boşuna değildir; tramvay neredeyse bin yıl önceki güzergâhın üzerinden ilerler.
Taş döşeli caddeye çıkan ziyaretçiyi her iki tarafta uzanan kemerli revaklar karşılar. Baharat kokularına karışan sıcak ekmek buharı, bronz atölyelerinden yükselen tok sesler, dokumacıların renkli tezgâhları… Bu hareketli hattın ortasında, sağ tarafta kızıl granitten dev bir gövdeye sahip Konstantin Sütunu yükselir. Güneş taşın çevresinde dolaştıkça, temelinde saklı olduğu söylenen kutsal emanetlerin hayaleti ortaya çıkar. Bu yüzden sütun yalnızca bir taş kütlesi değil, şehrin gücünü yukarıya taşıyan bir anıt gibi durur.
Arap tüccarların sesi Ermeni ustaların çekiç ritmine karışır. Yunan denizcilerin hararetli tartışmalarına Latinlerin sert pazarlığı eklenir. Diller birbirine karışıp ritimler üst üste bindikçe Mese yalnızca bir cadde olmaktan çıkıp Konstantinopolis’in nefesine dönüşür. Bu yol, tüm bu karmaşanın içinden, doğrudan şehrin kalbine, Ayasofya’ya açılır.
İmparatorluğun ışık odası: Ayasofya
Jonathan Harris, Ayasofya’yı Bizans mimarisinin ve imparatorluk ideolojisinin en yoğunlaştığı mekân olarak tanımlar. Ona göre yapının dış görünümü, yüzyıllar içinde şaşırtıcı biçimde korunmuş olsa da asıl etki içeri adım atıldığında ortaya çıkar: kubbe, destek ayakları görünmez kılındığı için hala havada süzülüyormuş gibi bir izlenim verir. Bu mimari illüzyon, Ayasofya’nın yalnızca taş ve harçla değil, aynı zamanda niyet ve inançla inşa edildiğini de hatırlatır.
İçeride mermer sütunların renk ve damar çeşitliliği mekanın bütününe yayılan bir hareket yaratır. Işığın gün içinde farklı açılardan düşmesi, mozaiklerin yüzeyinde hala hissedilen o hafif titreyişi güçlendirir. Harris, bugün kararmış ve bir kısmı kapatılmış olan mozaiklerin Bizans döneminde mekânı çok daha parlak gösterdiğini, seslerin kubbede yankılanışının da o döneme özgü bambaşka bir atmosfer yarattığını özellikle vurgular.
Ayasofya’nın mimari ihtişamı, kutsal hazinelerin varlığıyla birleştiğinde daha derin bir anlam kazanır. Gerçek Haç’ın parçaları, çarmıhın çivisi, Dikenli Taç, İsa’nın terlikleri, bedenini delen mızrak ve diğer emanetler mekanı yalnızca bir ibadet alanı değil, inanç ve imparatorluk hafızasının kesiştiği teolojik bir merkez hâline getirir.
Bugün Ayasofya hala aynı güçte bir merkez. Mimari biçimiyle olduğu kadar, temsil ettiği tarihsel süreklilik ve ona yöneltilen siyasi yorumlarla da zamanı aşarak İstanbul’un değişen katmanları arasında sabit kalan ender hafıza mekânlarından biri olarak durmakta.
İstanbul’u kırılganlığını belirleyen şey belki de tam olarak budur: Her siyasi hamle, her sembolik müdahale kentin binlerce yıllık hafızası üzerine yazılmaya çalışılan yeni bir katmana dönüşür. Oysa Ayasofya, kapısından içeri kamyon girdiğinde dahi bize, bir şehrin ancak kendi geçmişiyle barıştığında yönetilebilir olduğunu, hafızası yok sayıldığında değil, görünür olduğunda yaşayabilir olduğunu hatırlatır. İstanbul, itilmeye, dönüştürülmeye, yeniden tanımlanmaya ne kadar maruz kalırsa kalsın, sonunda daima kendi hafızasına, zamanın içinden süzülüp gelen o derin sürekliliğe geri döner.