Güncelliğini hiç kaybetmeyecek bir ağıttır. ‘Âââh, nerede o eski Beyoğlu!’
Her kuşak için Beyoğlu’nun güzelliği kendi gençliğine denk gelen zamandır.
“Şimdi o eski halinden eser yoktur”.
18. yüzyılda ilk elçiliklerin açılması ile önem kazanmaya başlayan Pera’nın adının Türkler tarafından Beyoğlu olarak kullanılmasıyla ilgili rivayet çoktur.Wikipedia’ya göre “Yunancada "karşı yaka", "öte" anlamına gelen "Pera" (Π?ρα) adıyla anılmaktaydı Türkler tarafından kullanılan "Beyoğlu" adının, bir beyin oğlunun bölgedeki konağından kaynaklandığı ileri sürülür. Bu konuda öne sürülen iki rivayetten ilki; Osmanlı Padişahı II. Mehmed döneminde, Trabzon İmparatorluğu Prensi Aleksios Komnenos'un İslamiyeti kabul ederek bu bölgeye yerleşmesinden; ikincisi ise Padişah I. Süleyman döneminin Venedik elçisi Andrea Gritti'nin, Rum bir kadınla evlenmesi sonucunda dünyaya gelen oğlu Luigi Gritti'nin Taksim dolaylarında bir konakta oturmasından dolayı bu Beyoğlu adının kullanılmaya başlandığını belirtir”
Rivayetlerden de anladığımız kadarıyla Beyoğlu hep “yerli-milli” yapılmaya çalışıldı.
Bu ister Müslüman olup Osmanlıya sığınan Pontuslu bir prens üzerinden olsun, isterse yabancı bir elçinin oğlu orada doğduğu için olsun böyleydi. 1925 yılında Pera kullanımı resmî yazışmalardan çıkarıldı ve Beyoğlu ismi kullanılmaya başlandı.
Ama henüz yeterince yerli-milli değildi…En büyük yerlileştirme ve millileştirme hareketi şüphesiz 6-7 Eylül olaylarıydı.
1950'li yılların başında Özel Harp Dairesi’nde eğitmen olan Yüzbaşı Alparslan Türkeş’in çok sevdiği öğrencilerinden biri olan Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olayları için “Bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” diyecekti. Olaylardan sonra başta Rumlar olmak üzere binlerce gayri müslim Beyoğlu’nu ve Türkiye’yi terk etti. Yavanlaşma başlamıştı.
Aynı Yirmibeşoğlu 1970’lerde Başbakan Ecevit’e Özel Harp Dairesi konusunda istemeden de olsa bilgi veren askerdi. Sonrasında görev yaptığı Kıbrıs’taki faaliyetleriyle ilgili olarak “Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs’ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık” demişti ama başka bir beyanında bunu inkar etti. 1988 yılında Özal’a yapılan suikastin arkasındaki isim olarak gösterildi ve Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliği görevinden emekliye sevk edildi.
18. yüzyıl’da ilk kuruluşundan 1950’lere kadar çok büyük bir çoğunlukla gayri müslimlerin yaşam, ticaret ve eğlence alanı olan Beyoğlu en sert değişimini 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla yaşadı. 1960’ların sonu ve 70’lerin başında Kıbrıs’tan esen sert milliyetçi rüzgarlar Beyoğlu’na bir fırtına gibi ulaşıyordu. Beyoğlu’nun asli sahipleri bu gerilimden dolayı birer ikişer göçtükçe semt kimliksizleşiyordu.
1980’lerde pavyonların, ruhsatsız genel evlerin, seks filmleri oynatan sinemaların cerahati Beyoğlu’nu esir almış durumdaydı.
90’larda siyasi iklim ülkenin doğusunda ne kadar karanlığa sürükleniyorsa
Beyoğlu’unda tam tersi aydınlanmaya, neşelenmeye başlıyordu.
Tuhaf zamanlardı…”Şehre bir film gelmiş ama tam da Akdeniz” olmamıştı.
“Aşkın ve Devrim’in partisi” ÖDP kurulmuş ama her zamanki milli spor olarak o zamanın HDP’si yine kapatılmıştı. Beyoğlu’nu Refah Partisi yönetiyor. Refah Parti’li blediye başkanları meyhane ziyaretleri yapıp ne kadar hoşgörülü olduklarını anlatıyorlardı. Artık yeterince yerli ve milliydi ama islami olmasına daha zaman vardı. Bunun için 6-7 Eylül gibi kaşınarak büyütülen bir krize ihtiyaç vardı.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dediği gibi “Şark beklemenin yeridir ve sabırla beklersen her şey ayağınıza gelir”. Devrimci heyecan ve panik ataktan uzak tevekkül sahibi İslamcılar bu beklenen fırsatı 29 Mayıs 2013’te Gezi Olayları ile yakaladılar. (Kim bilir belki de İstanbul’un fethi 29 Mayıs 1453’le arasında yerli-milli-islami ve ilahi bir bağ kuran bile vardır :)
“Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü negatif anlamda gerçekleşti…
Şimdi büyük bir teneşire benzeyen beton meydanıyla ve mültecilerin volta avlusuna dönen İstiklal Caddesi ile Beyoğlu artık birkaç kuşak için hüzünlü bir yer. 90’lardan 2010’lara kadar o döneme ait bir yaşam enerjisi vardı Beyoğlu’nun. Gezi olaylarının tamamen bittiği 2013 sonbaharından beri ise entübe bir hasta gibi bilinci kapalı uyuyor.
Her kuşağın yaptığını ben de yapayım. Kendi Beyoğlu’mu güzelleyeyim.
Badem gözlerinden bahsedeyim size.
90’larda klasik bir Beyoğlu hafta sonu;
Gezmek, eğlenmek, sinemaya veya meyhaneye gitmek başka semtlerde de yapılırdı ama bunun İstanbul’daki crem de la creme’ı her zaman Taksim-Beyoğlu’unda yapılırdı. Günlerden cuma ise güzel maaşlı beyaz yakalılar gevşek kravatlarıyla saat yediyi fazla geçirmeden meyhanelerdeki beyaz masalarına çökmüş olurlardı.
Üniversite öğrencileri ucuz biracı Haydar’da veya Jitan’da bağır çağır çoktan içmeye başlamıştır.
Biraya su katılıp katılmadığı her bardakta açılıp kapanan bir mevzudur. Biradan önce bir şeyler yeseydik konusu açılır ama mesele bol ketçaplı patatesle kapatılırdı.
Mephisto’ya uğranır önce çok satan kitaplara hızla burun kıvrılır, kasaya ‘şimdi çalan müzik kimin?’ diye illa sorulurdu. İkinci kattaki 72 parçaya bölünmüş sol fraksiyon dergilerine bir iç çekerek bakılır ve mutlaka ya bir kitap ya da bir cd ile çıkılırdı.
Balık pazarının köşesindeki Şampiyon Kokoreç’in kokusu caddeye kadar varmıştır. Ne yesek konuşmasının içine Tünel’den gelen slogan sesleri karışır. İllaki bir yürüyüş vardır yine.
Üç, beş polis göstericilerin arkasından yorgun bir alışkanlıkla yürür, pek de olay çıkmazdı.
Az önce yürüyen göstericiler Tramvay Durağı’nda son bir slogan atıp o gece için sözleştikleri arkadaşlarını bulmak için Beyoğlu mekanlarına dağılırlardı. Polis genelde müdahaleci olmazdı. Eylem yapılmış direniş kazaya bırakılmamıştır.
Galatasaray Lisesi önünde yıllardır yakınlarını arayan ailelerin önünden desteklesin desteklemesin herkes belli bir sessizlik ve saygıyla geçer, kimsenin de aklına onları oradan sürükleyerek uzaklaştırmak gelmezdi. Faili meçhuller de devam ederdi Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemleri de. Dedim ya ilginç zamanlardı.
45 camii, 50 kilise, 15 sinagog ve Mevlevi Dergahı’nın olduğu Beyoğlu’nda belki de sanal bir hoşgörü hayaleti dolaşıyordu o yıllarda. “Hoşgörü” yıllarının yaşandığı bu ilginç zamanlarda hoşça vakit geçirilen mekanlardan bahsetmemek haksızlık olur…
Ben kendi kısa listemi yapayım siz gerisini getirin…
Nevizade sokağı; Sınıfsız eğlencenin sokağıydı. İsteyen “Hariçten gazel okumanın memnu” (yasak) olduğu Yorgo amcanın Krependiki İmroz Meyhanesi’nde derin sohbetlere dalar, isteyen köşedeki mini meyhanede ucuz bira içer, isteyen Nilgün ve Hüseyin’in ‘Gizli Bahçe’sinde’ kendini altetnatif müziklere bırakıp Küçük İskender’le ayak üstü laflardı.
Kemancı; Kapıdan girince Galip Tekin’in Tuhaf Öyküleri’ni çizdiği koridordan aşağı inerdiniz ve sert rock müzik sizi hemen içine alırdı. Zeki yine sıfır beden atom karınca halinde oradan oraya koşturuyordur. Sahnede Şebnem Ferah, Özlem Tekin’li Volvox..
Yaga’da sahnede Cem Baba ve “işçisin sen işçi kal” diye şarkıya eşlik eden öğrenciler, beyaz yakalılar…
Gitan’da sıfır ışık, karanlık müzikler, leş tuvaletler ve sudan ucuz bira. Bonjovi’de güzel müzikler.
Hayal Kahvesi’nde para yapmış, bir tık 35’ini aşmışlar abiler.
Süper Restaurant başka bir alemdi. Üst katta masumca rakı içenler alt kattaki tuvalete indiklerinde adeta 70’lerden kalma bir Adana pavyonuna ışınlanırdı. Pavyon ve Süper Restaurant aynı tuvaleti kullanıyorlardı. Tuvalet değişik toplumsal karşılaşmalara imkan veriyordu.
Umut Ocakbaşı teksir kağıtlı masa örtüleriyle kebabın her türünün hakkını veriyor,
ocakbaşı dumanını adeta disko sisi gibi tüm mekana yayıyordu.
İnci Pastanesi’nde oturarak profiterol yiyenlerin şanslı sayıldığı yıllardı. Sıra olması mekanın şanındandı.
Andon’da eller havayaydı, Jasmin veya Mektup türkü barda eller böğürde. Şarap içeceklerin Victor Levi-Pano-Şarabi şeytan üçgeni arasında şahane kararsızlıklar yaşadıkları zamanlardı.
Yakup’ta gazeteciler memleket kurtarır, Refik’te gelecek planları yapardı.
Haymatlos şöhreti az fakat müzikleri efsane yeni bir Babylon olma yolunda minicik adımlarla yürüyordu. Alkazar ve Beyoğlu’unda sanat sinemasına, Sinepop’ta aksiyona, Emek’te festivale doyulurdu.
…
Bu liste uzar gider.
Liste uzar uzamasına da bahsettiğim yerlerin hemen hepsi ya kapandı ya kapandı kapanacak.
Ez cümle; Paran varsa en şahane yerde yerdin, yoksa en mütevazi yerde.
Ama lezzet hep aynıydı. Belki de ağzımızın tadı kaçmamıştı henüz bu kadar…
Gezi’den sonra hepimizin ağzının tadı kaçtı. Bu kesin! 6-7 Eylül’le yerli-milli olmaya adım attırılan Beyoğlu için artık bir de islami olmak zamanı gelmişti. Önümüzdeki Ramazan’da açılacak Taksim Camisi ile bu hedefe de varılmış olacak.
Şimdi yeni yapılan Taksim Camii’nde Neşeli Beyoğlu’nun ruhuna bir Fatiha okuma zamanı.
Yeniden dirilip neşeli günlerine dönene kadar O’nu iyi analım.
Belki de hepsi uzun ve tatsız bir rüyaydı.