Bir kadın bir erkeği vurduğunda

Natalia Ginzburg’un “İşte Böyle Oldu” romanının ilk sahnesinde silahı göstermekle kalmıyor, karakterini en baştan eyleme geçiriyor.

EMEK EREZ


“‘Bana gerçeği söyle,’ dedim, ‘Hangi gerçeği’ dedi, bir yandan da not defterine çalakalem bir şeyler çiziyordu, ne olduğunu gösterdi, kocaman kara bir duman bulutuyla ilerleyen upuzun bir tren çizmişti; kendisi de pencereden eğilmiş mendil sallıyordu. Alnının ortasına ateş ettim.”

Natalia Ginzburg’un “İşte Böyle Oldu” romanı bu cümlelerle açılıyor. Kitaptan bahsetmek için de uygun bir başlangıç bu çünkü sahne anlatıyı şimdiden geçmişe doğru ilerletme yöntemi olarak işliyor. Ginzburg ilk sahnede silahı göstermekle kalmıyor, karakterini en baştan eyleme geçiriyor. Metin sondan başlıyor ve olay ânının dünlerinde okuru yolculuğa çıkarıp, ilk sorusunu sorduruyor “kadın, adamı neden öldürdü?” Böylece metinde merak ve gerilim hissi silahın patladığı zamana değil öncesine odaklanmayı sağlıyor, olay ânını bir kenara bırakıp anlatıcıya kulak kesiliyorsunuz.

Bir kadın hikâyesi

Ginzburg, bir kadın hikâyesi anlatıyor. Anlatıcı, arkadaş ortamında Alberto ile tanışıyor. Başlangıçta çok hoşlanmadığı ancak manipülatif tavrı, birlikte iyi vakit geçirmeleri, kadının onun tarafından dinlendiğini hissetmesi gibi sebepler ona ilgisini arttırıyor. Onun etkilenme sebebi belki de o an içinde bulunduğu durum, bu şöyle anlatılıyor: “Çantasında birkaç kuruş ve bir çift yıpranmış eldivenden başka bir şey olmayan, hep çok yalnız, oldukça tekdüze ve yorucu hayat yaşayan bir genç kız, hayallerinin peşine takılır ve hayal dünyasının tüm genç kızlara her gün hazırladığı yanlışlar ve tehlikeler karşısında savunmasız kalır.” Ginzburg karakterine bir misyon yüklemiyor, olabilecek olanın peşinden gitmesine izin veriyor. Onu güçlü, duygusal ya da kırılgan biçimde değil, gündelik yaşamda, metnin kendi zamanında karşılaşılabilecek olaylar ve kişiler dünyasının içinde bir yere koyuyor, bu açıdan düşündürüyor. Anlatıcısını gittikçe bağımlılığa dönüşen bir ilişkinin içine iterken, okurun ahlâk gözlüğü takmasına veya kendi değerlerini devreye sokmasına izin vermiyor, karakterle okur arasında bir mesafe yaratıyor, onunla ne özdeş olabiliyorsunuz ne de onu içine düştüğü olaylar karşısında yargılayabiliyorsunuz. Yazar bana kalırsa bu üslup sayesinde yaşananların ardındaki yapıyı, kurumları bir mesaj olarak size dikte etmeden sezdirmenin yolunu buluyor.

Yalnız bir dünya

Bir kadın bir erkeği “alnının ortasından” vuruyor. Sonra parka gidip bir banka oturup anlatıyor. Hikâye ilerledikçe karakterin dünyasına giriyoruz. Gri, soğuk, yalnız bir dünya bu ama sizden merhamet dilenmiyor, onun için üzülmenizi talep etmiyor. Dört yıldır evli olduklarını öğreniyoruz, bir çocukları olduğunu onu kaybettiklerini, erkeğin ondan devamlı ayrılmak istediğini, onunla sevişmeyi nasıl bıraktığını ve başka şeyleri…

Erkek karakter Alberto başka bir kadına âşık, bunu baştan söylüyor ama kadının yaşamından çıkmıyor, kadın bunu dert etmiyor başlangıçta çünkü onun bahsettiğimiz manipüle eden tavrının da etkisiyle, kendi yalnızlığına ve karanlığına yeniden çekilmeyi göze alamıyor. Alberto evlenmelerinden önce ona çok fazla ilgi gösterip birdenbire ortadan yok olabiliyor ama o arayınca çok sevinip hiçbir şey olmamışçasına her şeye aynı şekilde devam ediyor, ilişki anlatıcının çabasıyla bir şekilde sürüyor. Ginzburg kadın karakterinin ruh hâlini okura hissettiriyor bu nedenle daha önce ifade ettiğim gibi, okurda ona karşı acıma veya yargılama hissi oluşmuyor sadece anlamaya çalışıyorsunuz, nedenlerini düşünüyor onu duyuyorsunuz.

Erkeklikler evreni

Ataerkil bir dünyanın içindesiniz ve böyle bir ortamda yetişmiş, şartlarından dolayı başlangıçta özgürleşme çabası verememiş bir anlatıcı var karşınızda. En çok hissettiğiniz onun yalnızlığı oluyor, insana her şeyi yaptırabilecek bir yalnızlık bu belki de. Çünkü metin ilerlediğinde Alberto’nun başta âşık olduğunu söylediği kadına bağımlı olduğu bir ilişkisi olduğunu öğreniyoruz ve o bunu öğrendiğinde, adam hiçbir şey olmuyormuşçasına onunla seyahatlere çıktığında, her şeyi içine atmaya ve evliliği sürdürmeye devam ediyor. Çünkü Ginzburg’un yarattığı evren, kültürel erkeklik inşasına göre biçimlenmiş bir dünya sunuyor. Burada, varlığını kendince duyurmaya çalışan, her defasında manipüle edilen çünkü başka bir seçeneği olmadığı düşündürülmüş bir kadın hikâyesi var. Yazarın bu anlatıyla göstermeye çalıştığı şey de bana kalırsa bu. Yoksa metin hakkında düşünürken, zayıf bir kadın temsili yaratılmış yargısına kolaylıkla varılabilirdi. Bu açıdan Ginzburg’un hâlâ dünyada sürüp giden patriyarkal biçimleri sloganlaştırmadan, bir kadına yaşatılabilecekler üzerinden anlatmanın yolunu bulduğu söylenebilir. Yazarın üslubu olayların doğal bir akışta gerçekleşmesine izin veriyor bu da onun, normal kabul edilenin tuhaflığını, kendi fikrini okura göstermek için işlevselleştirmeden ifade etmesini sağlıyor.

Mesela kitapta, bebeğin tüm sorumluluğunu kadına yıkan yapıların açık edildiği epey ayrıntıyla karşılaşıyoruz. Bebek doğduktan sonra, kadının ailesi bir süre onunla kalıp geri dönüyor. Annesi ona bir paket gönderiyor ve anlatıcı bundan şöyle bahsediyor: “Gidince, Maona’dan bebek için yün giysilerle dolu büyük bir paket yolladı, Alberto için de bir çift çorap örmüştü, babam ise ona birkaç şişe şarap yollamıştı çünkü mutluydular ve hayatımın yolunda gittiğini düşünüyorlardı; annem bana bir de mektup yazmıştı, çalıştığı için Alberto’nun fazla yorulmamasına dikkat etmem gerektiğini, onu zayıf bulduğunu, az yemek yediğini fark ettiğini söylüyordu, ayrıca bebeğin geceleri onu uyandırmamasına da özen göstermeliydim…” Bu cümlelerde de görüldüğü üzere kadının varlığı, emeği mektupta yer bulmuyor. Gönderilen hediyeler, bebek ve Alberto için düşünülmüş, anlatıcıya düşense sadece yüklenen roller ve sorumluluklar. Tüm bunlar patriyarkanın kurumlar arası ilişkilerle, yaşamın her alanına nasıl sızdığının göstergesi gibi.

“Kitap okumak istiyordum”

Bu nedenle kadın karakteri zayıf davrandığı veya bu duruma nasıl katlandığı konusunda sorgulayamıyorsunuz çünkü yazarın geri planda anlatmaya çalıştığı verili roller aklınızın bir köşesinde beliriyor. Oysa kimsenin ne hissettiğini sormadığı anlatıcının hisleri şöyle: “Bebeğin birazcık ateşi çıksa öfkeden köpürüyor, sebepsiz yere Gemma’yı, (yardımcı kadın) sanki suçlu oymuş gibi azarlıyordum. Ama ateş düşer düşmez aklım yavaş yavaş başıma geliyordu ve cıyak cıyak bağırdığım için Gemma’dan utanıyor, yanıma çağırıp ona bir armağan veriyordum. Böyle anlarda bir süre bebeği görmek istemiyordum. Çevresindeki her şeyden, çıngırağından, pudra kutusundan, sandalyelerin üzerine serilmiş bezlerinden nefret ediyor, kız arkadaşlarımla sinemaya gitmek ya da kitap okumak istiyordum…”

Çocuk, kadınların yaşamını etkiliyor, her zaman değil belki ama sorumluluk genellikle onların omuzlarına yükleniyor, aldatılan, sevilmediği hissettirilen ve devamlı terk edilme korkusu yaşayan anlatıcı içinse yaşam tüm bunlarla birlikte çok daha zor. Oysa erkek karakter için işler aynı şekilde yürümeye devam ediyor, onun cümleleriyle söylersek: “Alberto’nun bir sözünü, bir kadın ve bir erkek için tek önemli şey evlattır, dediğini hatırlıyordum. Bir kadın için bunun gerçekten tek önemli şey olduğunu düşünüyordum. Ama erkekler için öyle değildi. Çocuk doğduktan sonra Alberto’nun yaşamı hiç değişmemişti, aynı yolculukları yapıyor, defterine aynı resimleri çiziyor, kitap sayfasının kenarına notlar alıyor, sokakta kısa ve hızlı adımlarla, dudakları arasında sigarayla yürüyordu…”

Uyanış

Yazının başında alıntıladığımız bölüme dönelim, “alnının ortasına ateş ettim” cümlesinin hemen öncesinde, Alberto’nun bir kere daha âşık olduğu kadınla buluşmak için hazırlandığında tanık oluyoruz. (Bu arada hatırlamak gerekir ki Ginzburg’un anlatısında öteki kadın imgesi olumsuzlanmıyor sadece, anlatıcının dünyasındaki yeri ekseninde serzenişler duyuyoruz. Yazar yine bir kanaat bildirmediği gibi okurun da ahlâkçı bir izlenimle meseleye bakmasına izin vermiyor bu da bana kalırsa önemli bir ayrıntı.)

Anlatıcı başlangıçta polise teslim olmayı düşünüyor kafasında beliren bıyıklı esmer imgeye her şeyi baştan anlatması gerektiğini düşünüyor, baştan yani silahın patladığı andan geçmişe doğru yaşadıklarının dinlenmesi onun için önemli. Ancak sonra kimseye bir şey anlatmamaya karar veriyor; “Eve döndüm. Büyük bir sessizlik vardı, o sessizliği duymamaya çalışıyordum. Mutfağa gittiğimde kimseyle konuşmayacağımı anladım ve bu bana büyük bir huzur verdi. Kolaydı ve korkmuyordum.” Bu an belki de onun uyanış ve özgürleşme ânı olarak yorumlanabilir, o güne kadar anlatmaya çalıştığının kurumlar, yapılar ve onlarla biçilenmiş kişiler nezdinde karşılıksız kalmasının getirdiği bir fark etme ânı.

Natalia Ginzburg’un “İşte Böyle Oldu” kitabı Can Yayınları tarafından, Şemsa Gezgin çevirisiyle basıldı. Kitabın başında Ginzburg’un metni yazma sürecini anlattığı bir yazı var şunu söylüyor, “‘İşte Böyle Oldu’yu yazdığım zaman kendimi mutsuz hissediyordum ama birini tokatlayacak ya da dövecek ne gücüm ne de isteğim vardı. Romanın başında bir tabancanın tetiğine basıldığı için birisine ateş etmek istediğim düşünülebilir, ama gerçek öyle değil. Tamamen güçsüz ve mutsuzdum.” Bu nedenle hikâye, yazarın güçsüz ve mutsuz hissettiği bir zamanda, anlatıcısı aracılığıyla gücünü kazandığı bir metin belki de her ne kadar kendisi sonrasında, yazının bir “avuntu” aracı olamayacağını iddia etse de.

Köşe Yazıları Haberleri