Çözüm ekranları kapatmak değil, zihinleri açmak

Her şeyin dijitale döndüğü bu dünyada amaç, çocukları meraklarıyla baş başa bırakmak değil; dijital dünyanın nasıl çalıştığını anlayan, sorgulayabilen, kendi sınırlarını çizebilen bireyler yetiştirmek olmalı.

Sosyal medyanın çocuklar ve gençler üzerindeki etkisi oldukça tartışılan bir konu. Birçok ülkede sosyal medya kullanımına yaş sınırı getiriliyor; bazı platformlar 13, bazıları 16 yaş altına erişimi kısıtlamayı tartışıyor. Türkiye’de de henüz yasalaşmayan benzer bir taslak mevcut.

Elimizde artık yüzlerce araştırma var. Ekran süresi arttıkça uyku düzeni bozuluyor, dikkat dağınıklığı artıyor, beden algısı zedeleniyor. Özellikle ergenlik döneminde yoğun sosyal medya kullanımıyla depresyon ve kaygı belirtileri arasında bağlantı kuran çok sayıda bilimsel bulgu yayınlanıyor. Kimse bu kısmı inkâr etmiyor. Ancak sorun şu ki, bu veriler yasak politikalarını meşrulaştırmak için kullanıldığında tablo bir anda bulanıklaşıyor. Çünkü çocukları koruma amacıyla getirilen her yeni sınır, bir başka mahremiyet riskini de beraberinde getiriyor.

Yaş doğrulama sistemleri, kimlik yükleme, yüz taraması ya da kredi kartı bağlantısı gibi yöntemlerle çalışıyor. Yani bir çocuğu platformdan uzak tutarken, diğer yandan onun en temel kişisel verilerini depolayan, takip eden ve potansiyel olarak ticari bir değere dönüştürebilen yeni bir gözetim katmanı oluşturuyoruz. Korumak isterken, belki de en masum kullanıcıları sistemin görünmez izleme çarkına itiyoruz. Üstelik bu teknik çözümlerin etkinliği de tartışmalı. Çocuklar VPN kullanıyor, başka hesaplardan erişiyor ya da zaten kısıtlamayı delmenin yollarını kısa sürede öğreniyor. Gerçekte kimseyi koruyamıyoruz; sadece erişimi yeraltına itiyoruz.

Bazı uzmanlar bu nedenle yasak yerine koruyucu tasarım fikrini öne çıkarıyor. Bu yaklaşımda platformlar, kullanıcıyı doğrulamak yerine doğrudan genç bir kullanıcıyla karşı karşıya olduklarını varsayıyor ve tasarımı buna göre düzenliyor. Örneğin bildirimleri gece otomatik kapatıyor, yorum alanlarını sınırlıyor, algoritmaların riskli içerikleri öne çıkarmasını engelliyor. Kullanıcıdan hiçbir ek çaba beklemeden güvenli bir ortam oluşturuyor. Bu yöntem hem mahremiyeti koruyor hem de pratikte daha uygulanabilir bir çözüm sunuyor.

Sorun yalnızca teknik değil; kültürel boyutu da en az o kadar önemli. Daha önce de değindiğim gibi dijital okuryazarlık hâlâ birçok ülkede okul müfredatının dışında. Çocuklara sosyal medyada nasıl davranmaları gerektiğini öğretmek yerine, onları sistemin dışına itmeye çalışıyoruz. Oysa temel ihtiyaç, kullanımı yasaklamak değil, anlamlandırmak. İnterneti tehlikeli bir alan olarak değil, bilinçle yönetilmesi gereken bir yaşam alanı olarak ele almak gerekiyor.

Bir düşünelim: 13 yaşındaki bir genç sosyal medyada neyle karşılaşıyor? Evet, toksik güzellik idealleriyle, yanlış bilgilendirmelerle, bazen de siber zorbalıkla. Ama aynı zamanda tarihi anlatan kanallarla, yaratıcı sanat içerikleri ile, müzik üretim atölyeleri ile, hatta okuma alışkanlığını güçlendiren hesaplarla da karşılaşabiliyor. Sorun, bu gençlerin sosyal medyada vakit geçirmesi değil; neyle beslendiklerini bilmememiz. Yasak koymak yerine, onların kaliteli içerikle buluşmasını sağlarsak, algoritmaların yönünü değiştirirsek ciddi anlamda bir dönüşüm başlatabiliriz.

Algoritmaların yönü nasıl değişir?

Peki, algoritmaların yönü nasıl değişir? Aslında çok basit. Platformlar artık yalnızca etkileşim miktarını değil, içeriğin niteliğini de değer ölçütü olarak almalı. Bir içeriğin ne kadar tıklanıp paylaşıldığı değil ne kadar bilgilendirici, geliştirici, güvenilir olduğu ölçülmeli. Örneğin, yanlış bilgi içeren videoların görünürlüğü düşürülürken; eğitim, sanat, bilimsellik ve yaratıcılık odaklı içerikler öneri listelerinde öncelik kazanabilir. Bu, sansür değil; sistemin değer yargılarını yeniden tanımlamak demek. Bugün algoritmalar “ne daha fazla bağımlılık yaratıyor” sorusuna cevap arıyor. Oysa sormamız gereken soru “ne daha fazla fayda yaratıyor” olmalı.

Bu yüzden düzenlemenin odağı kullanıcı değil, içerik ekosistemi olmalı. Çocukları korumanın yolu yasaklardan geçmiyor; bilinçli üretimi teşvik etmekten geçiyor. Zararlı içerikleri cezalandırmak yerine, faydalı içerikleri görünür kılacak mekanizmalar kurulabilir. Devletler, sivil toplum kuruluşları ve platformlar ortak fonlar oluşturarak eğitim, sanat, bilim, tarih ve kültür alanlarında içerik üreticilerini destekleyebilir. Böylece sansüre girmeden, algoritmik teşvik sistemiyle dengeli bir dijital kültür yaratılabilir. Çünkü mesele neyi yasakladığımız değil, neyi büyüttüğümüzdür. Platformları dönüştürmeden, algoritmaların neyi ödüllendirdiğini değiştirmeden konulan hiçbir yaş sınırı, problemi kalıcı olarak çözemez.

İnterneti ve sosyal medya platformlarını tabi ki tamamen steril hale getiremeyiz; tıpkı sokakları tamamen güvenli hale getiremeyeceğimiz gibi. Ama çocuklarımıza güvenli yürümeyi, tehlikeyi fark etmeyi, sınır çizmeyi öğretebiliriz. Yasak koymak refleksif bir çözümdür; öğretmek ise kalıcı bir yatırımdır. Kısa vadede sessizliği sağlar, ama uzun vadede bilinçli bir toplumun temellerini atar.

Her şeyin dijitale döndüğü bu dünyada amaç, çocukları kendi meraklarıyla baş başa bırakmak değil; dijital dünyanın nasıl çalıştığını anlayan, gördüğünü sorgulayabilen, kendi sınırlarını çizebilen bireyler yetiştirmek olmalı. Çocukları dijitalde kısıtlamak yerine onları bu ortamlarda güçlü kılmak, bilinçle donatmak, geleceğe hazır bir bireyler olarak yetiştirmek ve güvenlikleri için sadece ekranlarını kapatmak değil zihinlerini açmak çok daha korumacı bir tutum olur bence.

Köşe Yazıları Haberleri