Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet payidar kalmasını isteyen ve bu ülküye sahip çıkmaya hazır olan her yurttaşımızın bilmesi gereken bir şey vardır. Bu ülke kurucu ilkeler, prensipler, kararlar ve belgelerle oluşan bir yapı üzerinde yükselen bir omurgaya sahiptir. Bu omurga değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi de düşünülemez. Bir kez değiştirilirse kırılganlaşır, yıkılmaya müsait bir hal alır. En yüksek derecede depreme dayanıklı şekilde inşa edilmiştir. İçinden kemiren kurtları bile temizlemeye uygun bir yaradılışı vardır. Değiştirilmesi için tartışma ortamı yaratmak çatıyı yıpratır, zayıflatır.
Bu girişi yapmamın sebebi, geride kalan son yirmi yılımızın bu omurgayı zayıflatıcı tartışmalar yaratarak, yurttaşlarımızın bu ülküye sahip çıkmalarını engellemek isteyen davranışlarla geçmiş olmasıdır. Tehlikenin farkında olmak Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan her yurttaşın vazifesidir.
Yıllar boyunca Türkiye Cumhuriyeti'nin adeta tapu belgesi sayılabilecek Lozan Antlaşması ve Montrö Sözleşmesi önemsizleştirilmek ve tartışmaya açılmak itermişçesine eleştirildi. Kimi kamu kurumlarının giriş sınavlarında "Lozan bir zafer midir yoksa yenilgi midir?" sorularının sorulduğu söylentileri yayıldı. Bu iki uluslararası belge Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk'ün özenle dokuduğu dış politika ve güvenlik politikasının temel direklerini oluşturdukları halde "Dünya değişti" gibi bazı iddialarla yıpratılmaya çalışıldı. Oysa dünya değişse de Türkiye'nin dış politikasının ve güvenlik politikalarının asla değişmeyecek kadar hayati olduğunu aynı çevreler hiç bir zaman kavrayamadı.
Dünya değişir, Türkiye'nin kuruluşunun temel ilkeleri değişmez. Dünyanın en kritik dengelerinin etkileşim içinde olduğu bir coğrafyada yer alan Türkiye'nin Lozan ve Montrö olmadan güvenliğini sürdürülebilir kılmanın imkanı yoktur. Bunun aksini düşünmek sağlıklı bir düşünce tarzı değildir.
Türkiye'nin varlığının güvencelerinden biri de, her ne kadar delinip, ihlal edilip, değiştirilmek istense de, Anayasasıdır. Bugün, yamalı bir bohça gibi de olsa, her yurttaşın hala varlığına, koruyucu ve kollayıcı vasfına güven duyduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, kuruluş ilkelerinin ve ülkenin bütünlüğünün en temel dayanaklarından biri olmaya devam etmektedir.
Anayasalar değişebilir, güncel ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yenilenebilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin omurgasının güvencesi olan Anayasamızın ilk dört maddesinin değiştirilmesini düşünmek ve tartışmak tıpkı Lozan ve Montrö'nün tartışılması kadar tehlikeli ve yıkıcı olur. Bu üç belgenin üzerine titrememiz gerekirken onları yıpratmaya çalışan bir anlayışla hareket edilmesini bu ülkenin vatansever yurttaşlarının hiçbirinin kabul etmesi mümkün değildir.
Türkiye'de bu tartışmaların ortaya atılması ne yazık ki Cumhuriyeti içselleştirememiş insanların da kafalarının karışmasına yol açıyor. Bu karmaşa sadece halk kitlelerinde değil aynı zamanda yönetici çevrelerde de hasar yaratabiliyor. Buna "öğrenilmiş çaresizlik" demek bir ölçüde doğru olsa da asıl tehlikenin "çaresizliğin öğretilmesi" olduğunu bilmek yerinde olur.
Türkiye'nin yıllardan beri çözüme kavuşturulamamış sorunları var. Ancak bunları çözmek için mevcut imkanlar da yıllardan beri kullanılmadı ya da kullanılmak istenmedi. Bir hukuk devleti olarak varlığını sürdürme gayreti içindeki Türkiye'de hukuk siyasileştirilmek suretiyle etkisizleştirildi ve halk nezdinde güvenilirlik ve inanılırlığını yitirdi.
Sadece hukuk mu? Toplumsal yaşam dengelerinin de alt üst edildiği, güven duyulan kurumsal yapıların hırpalandığı ve bunun sonucu olarak da yurttaşların "bizler ve onlar" kutuplaşması içine hapsedildiği bir dönemden geçiyoruz. Ülke içindeki gerginlik ve bölünmüşlüklerin etkisi yoğunlaştıkça çözümsüzlük keskinleşiyor. O zaman da zaten bozulmuş dengeleri iyice alt üst eden "yaratıcı" fikir ve öneriler ortaya çıkıyor. Ne yazık ki bu sözde yaratıcılık belki kasten, belki sehven, bu yazının başından beri savunduğumuz tezin aksine kurucu değerleri hedef alıyor. Bu gibi nafile çabalar ve söylemler sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Hukukun eğilip bükülmesine bel bağlayanların da kişiye özel çözümlerle bir yere varamayacakları bilinmelidir.
Yüz yılını geride bıraktığımız Cumhuriyetimizin üzerine titrememizin şart ve kaçınılmaz olduğu bir sınamadan geçiyoruz. Bu sınamayı geçmek ve düzlüğe çıkmak zorundayız. Beş gün sonra ikinci yüzyılının ilk yılını kutlayacağımız Cumhuriyet Bayramımız tüm yurttaşlarımıza kutlu olsun.