Denize bakmaya vakit yok, hayat yok

Marianne, birlikte çalıştığı arkadaşı Chrystèle (Hélène Lambert) ile deniz kenarına gittiğinde, aralarında geçen şu diyalog çok şey anlatıyor: “Vaktim olmuyor hiç, bunu hiç yapmadım ben, günde üç kere işe gidiyorum.” “Ne için vaktin yok?”, “Sadece denize bakmak için”.

Son yıllarda sık karşılaştığımız GİG ekonomisi tabiri genel olarak kısa süreli ve güvencesiz emek biçimlerini tanımlamak için kullanılıyor. Ayrıca, dijitalleşmeyle birlikte farklı şekiller alarak emek sömürüsünü besleyen bir ekonomi modeli olarak da karşımıza çıkıyor ki coğrafyamızdaki moto-kurye eylemleri tam da buna karşı bir isyandı. Saati belirsizleştirmiş, yaşamın her ânını kapitalist makinenin parçası hâline getirmiş, geleceksizleştiren ve yoksullaştırmayla birlikte insana dayatılan bir ekonomi formu da denebilir sanıyorum buna.

Emmanuel Carrère’un “Ayrı Dünyalar” (Le Quai de Ouistreham, 2021) filmi de Fransa’daki GİG ekonomisi üzerinden bu konuya dikkat çekiyor. Filmde Juliette Binoche, Hélène Lambert, Didier Pupin gibi oyuncular yer alırken, filmin şu an MUBİ’de gösterimde olduğunu ekleyelim.

Filmin anlatısında genel olarak sosyal adaletsizlik, güvencesizlik, düzensiz çalışma saatleri, sadece işe odaklı yaşamak zorunda bırakılmış insanların sıkıntıları, Marianne (Juliette Binoche) adlı karakterin bu konuda bir kitap yazmak için çıktığı yolla ve kurduğu ilişkilerle anlatılıyor. Bir yazar olarak güvencesiz şartlarda hayatta kalmaya çalışanların arasına katılan ve bunu onlardan gizleyen Marianne için bu aynı zamanda bir yüzleşme hâline geliyor. Ancak bir yazarın ezilenlerin yaşamına katılması, onlar gibi davranması, her ne kadar eşit bir ilişki kurmaya çalışsa da sınıfsal konumunu sürdürecek yaşamına geri dönmesi, etik üzerinden tartışılabilecek sorular açığa çıkarıyor.

“HER VAKİT ÇALIŞABİLİRİM”

Marianne bu konuda kitap yazma sebebini şu cümlelerle anlatıyor: “Kriz konusunu duymaktan gına geldi. İşsizliği ve sefaleti… Sanki gerçekten yaşanmıyormuş gibi güvencesiz çalışma, neler döndüğünü öğrenmek istiyorum. Amacım görünmeyeni görünür kılmak.” İdealist ve iyi niyetli olarak değerlendirilebilecek bir kaygıyla çıktığı yolda Marianne’nın deneyiminin izleyiciyi, GİG ekonomisinin getirdiği şartların iyi örneklendiği bir filmle karşılaştırdığını söyleyebiliriz. Ayrıca, filmin ayrıntılarından ve diyaloglardan meseleyi içeriden bir biçimde anlattığını görebiliyoruz fikrimce.

Marianne kitabı yazabilmek için öncelikle iş bulma kurumu olarak da ifade edebileceğimiz bir yere başvuruyor ve temizlik sektöründe çalışmak istediğini belirtiyor. Bu görüşmedeki diyaloglar çağımızda bir işe sahip olmanın anlamını görmemizi sağlıyor. Mesela, yazarın iş için gittiği kurumdaki görevliyle yaptığı konuşmaya bu açıdan bakabiliriz.

“GÜLÜMSE”

“İşsizim demeniz hiçbir şeyi çözmez, herkes işsiz” diyor görevli, “her vakit çalışabilirim, Pazar bile demelisiniz” diye ekliyor. Ayrıca iş için, “dinamik, girişken, neşeli” gibi kişisel özelliklerin de sıralanması gerekiyor sonrasında. Bu diyalogda ifade edilenler izleyiciyi vahşi kapitalist dünyanın buz gibi yüzüyle karşı karşıya getiriyor. Çünkü sizden talep edilenler sizi robotlaşmış, sadece iş odaklı bir yaşama yerleştiriyor. Hayatınızın tamamı çalışma zamanı hâline getirilirken, insani bir kederlenme bile elinizden alınıyor. Filmin başka bölümlerinde işlendiği gibi, hasta olma, gecikme, halsizlik, mutsuzluk gibi insani olan her duyguya ve duruma yabancılaştırıldığınız bir dünyadan sahneler izliyorsunuz. Günde üç vardiya çalıştığınız ve hayatta kalmak için buna razı olmak, bu şartları korumak, hatta arzulamak zorunda bırakıldığınız bir yaşam bu.

Sadece bunlar da değil elbette bir de patronlara, temizlik sektörünü ele aldığı için film ekseninde tuvaletini, kusmuğunu temizlediğiniz insanlara hiç yılmadan hoşgörü göstermeniz gerekiyor. Örneğin bu durum filme, iş öncesi eğitim verilen merkezdeki görevlinin şu cümleleriyle yansıtılıyor: Selamınızı bile almayan insanlarla karşılaştığınızda ne yapacaksınız, “gülümse”, “merhaba de”, “vedalaş” ve “teşekkür et”.

Film, yaşadığımız dünyada güvencesiz bir yaşamın artık nasıl yaygın ve adeta norm haline geldiğini anlatısına yerleştiriyor. Tarihsel olarak kadınların ev içi emeğiyle ilişkilendirebileceğimiz sonrasında sanat alanındaki emek üzerinden sıklıkla tartıştığımız güvencesiz şartlar -yani izinsiz, sağlık gibi yaşamsal haklardan yoksun, genellikle süreli olduğu için geleceği belirsizleştirilmiş bir yaşam- artık her yere her alana hâkim. Bu nedenle kapitalist dünyanın gerçekliği “Ayrı Dünyalar” filminde ifşa ediliyor diyebiliriz.

Çünkü çağımızda çalışma düzeni, Marianne’ın cümlelerine yansıdığı gibi, “gerçek bir işin artık ulaşılamaz olduğunu bilmiyordum. Aylık ödemesi, sigortası ve ücretli izinleri olan bir işin…” Aslında bu cümleler çalışma zamanını kısaltmayı tartışırken geldiğimiz noktanın çıkmazına da işaret ediyor. Çünkü sistem çalışıyor daha az çalışmayı dilerken, “tembellik hakkından” bahsederken, şu an kendimizi içinde bulduğumuz hâli görmemizi sağlıyor. Bu hâl filmin anlatısıyla birlikte şunu hissettiriyor; yaşamımızın her ânı kapitalist çalışma disiplinin bir parçası hâline getirilmiş, sabit geliri olmayan, hayata dair her türlü haktan el çektirilmiş, hayatlarımız dünyanın bir avuç zengininin elinde köleleştirilmiş.

VAKİT YOK

Böyle bir hayat insanlar arası dayanışmayı da imkânsızlaştırıyor, kendine bile yetemediğin yoksullaştırılmış bir hayatta başkasının sıkıntısını yaşamına dâhil edemez hâle geliyorsun. Filmin karakterlerinden Cédric (Didier Pupin) Marianne’a arabası için gereken küçük bir miktarı ödeyemediğinden ona el konulduğunu anlatıyor. Marianne için kendi sınıfsal konumundan düşündüğünde bu şaşırtıcı bir durum çünkü kimseden aileden, arkadaştan isteyemedin mi sorusunun karşılığını tahayyül edemiyor. Cédric için cevap basit, para isteyecek kadar geliri olan bir tanıdığı yok. Bu durum bahsettiğimiz şartların insanları yalnızlaştırdığına da işaret ediyor, derdi ortaklaştırmayı, paylaşmayı düşünemiyorsun çünkü durmadan çalışmana rağmen kendi hayatını bile karşılayamıyorsun.

Ayrıca, “Ayrı Dünyalar” filminin ayrıntılarına yansıyan bir şey de toplumsal cinsiyet eşitsizliği, bu durum kadın karakterlerin hâkim olduğu filmin anlatısına yansıyor. Mesela, kadınlar kendi aralarındaki konuşmalarında erkeklerin tuvaletleri temizlemediğinden, bu işin kadınlara ait olmasından bir kural gibi söz ediyorlar. Bunun dışında kadınlar için kendine ait zamanın hiç olmadığı bir hayattan bahsediliyor anlatıda zira günde üç vardiya çalışıp (filmde çalışma zamanı sabah altı, gece on bir otuz olarak belirtilmiş) bir de çocuklarla ve evle uğraşmak zorunda kaldığın bir yaşam tasviriyle karşılaşıyorsun. Bu nedenle Marianne, birlikte çalıştığı arkadaşı Chrystèle (Hélène Lambert) ile deniz kenarına gittiğinde, aralarında geçen şu diyalog çok şey anlatıyor: “Vaktim olmuyor hiç, bunu hiç yapmadım ben, günde üç kere işe gidiyorum.” “Ne için vaktin yok?”, “Sadece denize bakmak için”.

Çalışmanın yaşama egemen olduğu bir hayatta bedenine, kendine, başka yaşamlara yabancılaştığın gibi doğayla ilişkin de aşınıyor. Yaşadığın yerde deniz var ama onunla bir ilişkin yok, bir yerde ağaçlar çiçek açmış ama kafanı kaldırıp onu görmeye fırsatın yok çünkü sürdürülemez olanı sürdürmek için tüm hazlarından uzaklaşmışsın, gece gündüz çalışmak zorundasın kısacası: Hayatsızsın.

YAZAR KONUMU

“Ayrı Dünyalar” filmi üzerinden tartışabileceğimiz bir mesele de yazarın yani filmin karakteri Marianne’ın konumu, üst sınıftan zengin bir yazar güvencesizliği ve sosyal adaletsizliği yakından görmek, bunu deneyimlemek için çıkıyor yola. Asıl işini ve kimliğini saklıyor, filmde söylendiği gibi “sahte” bir varlıkla yoksulların arasına karışıyor. Geri dönebileceği konforlu güvenceli bir yaşamı var. İyi niyeti, gerçekten samimi olduğu filme yansıtılıyor. Ancak böyle bir katılımın sorunlu olduğu yerler de var şüphesiz. Marianne’ın atladığı soru şu belki de, yazı görünmez olanı göstermeye çalışırken ya görünmez olanlar, kendilerini sizin yazı konunuz olarak görmek istemiyorlarsa? Siz kendi sınıfsal konumunuz içinden onları temsil etmeye çalışırken aslında onları bir araç hâline getiriyorsanız.

Dönebileceğiniz üst sınıf yaşamı korurken, bir dönem tuvalet temizlemiş, bir saatte altmış yatak çarşafı değiştirmiş olmanız, size yoksulları temsil şansı verir mi? Bana kalırsa filmin düğümü bu sorularda gizli. Çünkü Marianne’ın yazarlığı ortaya çıktığında, yoksulluğu deneyimlemek için çıktığı yolda çok yakın arkadaşı olan Chrystèle, onu yanına çağırıp, “hâlâ tuvalet temizleyebiliyor musun, görmek istiyoruz” dediğinde, yapılanın anlamsızlığı ortaya çıkıveriyor.

Kısacası, yazının işlevsel olduğu durumlar var muhakkak ama Chrystèle karakterinin söylediği gibi “herkesin yeri ayrı” kalıyorsa, sınıfsal konumunuz sürüyor, yoksullar sadece bir anlatı parçası olabiliyorsa, çabanız bir değişiklik yaratmıyorsa, siz şartlarını deneyimlediğiniz ezilenlerle eşitlenmeyi bir kenara bırakıyorsanız burada bir sorun olduğunu söylemek aşırı olmaz sanıyorum.

“Ayrı Dünyalar” (Le Quai de Ouistreham) filmi, GİG ekonomisinin ve yaşadığımız dünyanın çarpıklıklarını anlatısına taşıyor, hayatın her alanının iş zamanına dönüştürüldüğü buna rağmen geçinemediğimiz, geleceksizleştirildiğimiz yaşamlarımıza bir de sinemasal anlatı üzerinden bakmamızı sağlıyor. Böylece, ezilenleri anlamanın onlarla bir süre vakit geçirmek olmadığını, onlara hayırsever bir el uzatmaktan, onları anlatıya yerleştirmekten çok daha başka anlamlar içerdiğini, sorunun kaynağının kapitalizmin farklı şekillerde yaşama sızan yüzü olduğunu bir kere daha görüyoruz.

Köşe Yazıları Haberleri