Dijital öfkenin siyaseti: Troller ve gündem mühendisliği

Öfkeyle değil, farkındalıkla yanıt vermek; tepki vermek yerine bilinçle geri çekilmek, bugün sergilenecek en güçlü duruştur.

Birini tanımadan yargılamanın bu kadar kolay, bir gerçeği duymanın ise bu kadar zor olduğu bir çağda, sosyal medya yalnızca bir paylaşım alanı değil; aynı zamanda tepkilerin hızla büyüyüp yön verdiği dinamik bir etki sahasına dönüşmüş durumda.

Özellikle “troller” olarak bilinen dijital aktörler, adeta sosyal medya sularına öfke ve provokasyon yemleri bırakarak, etkileşim ağına takılan her bireyi bir tür manipülasyon zincirine çekiyorlar. Yalnızca provokasyon yaratarak da değil; aynı zamanda öfke ve tepki yoluyla görünürlük sağlıyorlar. Bu sayede yalnızca rahatsız edici içerikler üretmekle kalmayıp; kolektif bilinç üzerinde kurdukları etkiyle yeni bir iletişim düzeni inşa ediyorlar.

Trollerin kamusal gündem üzerindeki etkisi

Bu aktörler yakından incelendiğinde, büyük bir kısmının sistematik biçimde çalışan, örgütlü yapılara dahil olduğu görülüyor. Özellikle organize troll ağları, gerçek toplumsal sorunları perdeleyip dikkatleri başka başlıklara yönlendirmekte son derece başarılı. Kamuoyunun dikkatini belirli noktalara çekerek ya da tepkiyi kontrol altına alarak, siyasal ve medya gündemini manipüle edebiliyorlar.

Bu troll ağlarının siyasal sistem içindeki rolü oldukça belirgin. İktidar açısından troller; kamuoyunun tepkilerini yönlendirme, kriz anlarını gölgeleme ve muhalif sesleri bastırma işlevi görüyor. Yapay olarak şişirilen başlıklar sayesinde asıl konuşulması gereken meselelerin üzeri örtülüyor. Bir muhalefet temsilcisinin gafı ya da bir sosyal medya fenomeninin söylemi, birkaç saat içinde ana gündem hâline getiriliyor. Bu sırada ekonomik kriz, barınma sorunu ya da ifade özgürlüğü gibi hayati meseleler görünmezleşiyor.

Muhalefet cephesinde ise daha dağınık bir tablo dikkat çekiyor. Zaman zaman karşı görünürlük yaratmak amacıyla troll benzeri organizasyonlara başvurulduğu görülüyor. Özellikle viral kampanyalar aracılığıyla kamuoyu baskısı oluşturma stratejisi, toplumsal muhalefetin sıkça kullandığı reflekslerden biri hâline gelmiş durumda. Ancak bu girişimler çoğu zaman sistemsizlik ve tutarsızlık nedeniyle riskli bir hâl alıyor. Siyasal söylemin tepki merkezli bir forma bürünmesi, siyaset alanını uzun vadede yüzeysel bir performans sahnesine dönüştürüyor. Bu dönüşüm ise güveni derinleştirmek yerine kutuplaşmayı ve öfkeyi besliyor.

Öfke: Sistemin işleyişini belirleyen bir araç

Troll hesaplarından bir içerik paylaşıldığında, kullanıcılar buna farklı gerekçelerle tepki gösterebiliyor: Kimisi öfkelenip karşıt görüş bildiriyor, kimisi doğrudan inanıyor ve destekliyor. Ancak bu tepkilerin neredeyse tamamı –yönü ne olursa olsun– içeriğin görünürlüğünü artırıyor. Algoritmalar yalnızca kimin haklı olduğuyla değil, kimin daha fazla etkileşim ürettiğiyle ilgileniyor. Dolayısıyla öfke hem karşı durarak hem de destekleyerek, içeriği hedefe ulaştıran en etkili yakıt hâline geliyor.

Tepkisel katılımın bu kadar yoğun olduğu dijital atmosferde, öfke yalnızca bireysel bir duygu değil; sistemin işleyişini belirleyen bir araç görevi görüyor. Türkiye gibi siyasal baskının, ekonomik güvencesizliğin ve toplumsal adaletsizliklerin yoğun olduğu ülkelerde birey, çoğu zaman kendini etkisiz ve görünmez hissediyor. Sosyal medya, bu görünmezliği aşmanın bir yolu olarak devreye giriyor. Fakat bu görünürlük arayışı zamanla linç kültürünü besliyor. Birey, kendini ifade etmekten çok, başkasının ifadesini bastırarak bir varlık kazanıyor. Dijital kalabalıklar, geçici de olsa aidiyet ve güç hissi sağlıyor. Linç edilen kişi üzerinden kurulan ortak öfke, bireysel yalnızlığı bastırıyor. Böylece linç, yalnızca bir cezalandırma değil; aynı zamanda duygusal bir dayanışma biçimi olarak işlev kazanıyor.

Bu noktada sosyal medya algoritmalarının rolü de belirleyici oluyor. Algoritmalar, yüksek etkileşim potansiyeline sahip içerikleri öne çıkardığı için daha sert, daha öfkeli, daha uç söylemler ön plana çıkıyor. Yani linç kültürü yalnızca toplumsal bir refleks değil; aynı zamanda dijital sistemler tarafından da teşvik edilen bir davranış biçimine dönüşüyor.

Trollerin özenle attığı dijital yemlere öfkeyle tepki verip linç ağına katılan her birey, çoktan manipüle edilmiş; gündemden koparılmış ve bir amaca –farkında olmadan da olsa– hizmet etmiş oluyor. Gündemin bireyden bağımsız şekillendiği, hakikatle olan bağın algoritmalar ve etkileşim üzerinden biçimlendiği bir düzende; her yorum, her tepki, her yargı bir taşıyıcıya dönüşüyor.

Öfkeyle değil farkındalıkla tepki vermek

Bu döngüyü kırmak için, sürekli tetiklenen değil, sorgulayan zihinlere ihtiyacımız var. İlk olarak sosyal medya platformlarında her zaman kendimize şu soruları sormalıyız: Bir içeriğe neden yorum yapıyoruz? Gerçekten önemsediğimiz için mi, yoksa yalnızca görünür olmak için mi? Gerçekten bu kadar öfkeli miyiz, yoksa sadece sistemin öfkeye verdiği ödülleri mi kovalıyoruz? Bu kadar çok şey neden bu kadar çok umurumuzda görünüyor?

Bulunduğumuz düzende, neye tepki verdiğimizi değil, neden bu kadar kolay harekete geçirildiğimizi düşünmek gerekiyor. Çünkü mesele yalnızca bir içeriğe karşı çıkmak ya da bir fikri savunmak değil; hangi zeminde, hangi dinamikler içinde hareket ettiğimizi fark etmek. Dijital sahnede görünürlük uğruna verilen her refleksif tepki, çoğu zaman bizim değil, sistemin elini güçlendiriyor. Bu yüzden artık daha az bağırmaya, daha çok anlamaya; daha az yargılamaya, daha çok sorgulamaya çabalamak gerekiyor.

Bir tartışmaya katılmamak, bazen o tartışmayı sahneleyen sistemi görünmez kılmanın en etkili yoludur. Öfkeyle değil, farkındalıkla yanıt vermek; tepki vermek yerine bilinçle geri çekilmek, bugün sergilenecek en güçlü duruştur. Dijital aktörlerin kurduğu oyuna dâhil olunmadığında yalnızca içerik değil, o içeriği dolaşıma sokan yapılar da boşa düşer. Sessizlik değil, farkındalıklı bir duruş söz konusu olduğunda; görünürlüğün, tepkiselliğin ve manipülasyonun dengesi lehimize değişebilir.

Köşe Yazıları Haberleri