+Kaç seviye var?
-200 seviye.
+200 mü? İki yüz seviyeye kadar yiyecek inmiyor ki…!
-Eğer herkes kendine yetecek kadar yeseydi, en alt kata kadar da yiyecek inerdi.
+Burda o kadar da kolay değil.
-Hayır, değil; ne burda ne dışarda.. Ama burda er ya da geç bir şeyler olacak. Kendiliğinden bir dayanışmanın doğması gerekiyor.
+Burda mı? Kendiliğinden dayanışma… Bu lanet çukuru bunun için mi açtılar? Değişiklikler asla kendiliğinden olmaz hanımefendi.
Diyaloglar 2019 İspanyol yapımı “The Platform” (El Hoyo), filminden…
Kapitalizm eleştirisini toplumsal hiyerarşi üzerinden kurgulayan, çarpıcı bir distopya Platform…
Film, dikey bir hapishane yapısında bencillik ile kolektif sorumluluk arasında gidip gelen insan doğasını işliyor.
Her katta iki mahkum; yukarıdan aşağıya süzülen bir yemek platformu…
Bu yapı, kaynakların eşitsiz, adaletsiz dağılımını metaforik olarak yansıtıyor.
“Platform”un sembolik yapısı, kapitalist sistemin sürdürülemez doğasını resmederken, sosyalizmin temel argümanlarıyla örtüşen bir anlatı...
Üst katlarda bulunanlar, kaynaklara daha kolay erişenleri temsil ederken, alt katlardakiler ezilenler...
Yukarıdaki diyalogların sahiplerinden Goreng, yanına Don Kişot kitabını almıştır.
Goreng, Don Kişot gibi, kusurlu bir dünyada ahlaki bir düzen kurma arzusuyla hareket eder; bu da onun hapishane sistemine getirdiği vicdani ve ideolojik mücadeleyle örtüşür.
Imoguiri’nin yanındaki köpeği ise insanın insana yabancılaştığı bu hapishanede, sadakat, bağlılık ve masumiyetin bir simgesidir.
Platform’da mahkumların yanlarında yalnızca bir eşya getirebilmesi, bireyin sisteme dahil olurken arzularını merkeze koymasına, insanın sınırlandırılmış özgürlüğüne ve bireysel tercihlerin sistem içindeki yerine vurgu sanki.
Filmi izlediğimizde diğer mahkumlarda gördüğümüz seçimlerde, kişinin hayatta kalma içgüdüsünü ve kimliğini tek bir nesneye indirdiğini görürüz.
Bu da kapitalist düzenin insanı araçsallaştıran doğasına bir gönderme...
Goreng platforma kendi isteğiyle ve sadece kitap okumak için gelmiştir. Ancak 25 yıl boyunca sistemi içeriden gözlemleyen Imoguiri’nin kendi isteğiyle hapishaneye dahil olması, farkındalığın ve sistemin çürümüş yapısını değiştirme arzusunun bir ifadesidir.
Aktif mücadeleye geçişin sembolüdür ve Gramsci’nin “organik entelektüel” kavramını çağrıştırır: Konforundan vazgeçip adalet için mücadeleye girişen bireyin, sistem içinde dönüşümü mümkün kılma çabası…
Tüm bunlar, sadece bir kurgu unsuru değil, kapitalist sistemin işleyişine dair bir eleştiri niteliği taşıyor.
Buradaki alegori, kapitalizmin ekonomik piramidi de: Yukarıdakiler bolluk içinde yüzüyor, aşağıdakiler ise kırıntılarla yetiniyor.
İki sınıf arasındaki çatışma, kapitalist sistemin doğasında bulunan eşitsizliklerin temel kaynağı...
“Kapitalizm altında insan, kendi insani doğasından kopar ve yalnızca bir araç haline gelir.” denilen oluyor.
“Yabancılaşma kavramı, filmdeki dikey hapishane düzeninin bu dokusunda açıkça beliriyor. İnsanlar, kendi doğalarına, birbirlerine ve içinde bulundukları çevreye yabancılaşıyor.
“Kapitalizm, insanı insana düşman kılıyor.”
Yaşamın en temel gereksinimlerinden mahrum bırakılan insanlar, bu düzende yalnızca hayatta kalma mekanizmasına indirgeniyor, hayatta kalma makinesine dönüşüyor.
Burada mevzu, yalnızca bireylerin ahlaki çöküşü değil, kapitalizmin doğasındaki toplumsal çözülme...
Platform, tam da bu bağlamda, sınıfsal eşitsizliklerin yarattığı bir yıkımı anlatıyor: Alt katların umutsuzluğu, üst katların doyumsuzluğu…
Yani burada da mevzu sınıfsal…
Filmde, her mahkum, bir önceki mahkumun tercihlerine bağlı olarak yemek artıklarıyla yetiniyor.
Üst katlardakiler, yiyeceklerin en iyilerini alırken, alt katlardakiler artanlarla yetinmek zorunda kalıyor.
Tanıdık gelmiştir.
Bir çeşit memleket hali yani…
Filme ruhunu veren kaynakların adil bir şekilde dağıtılması gerektiği fikri, mevcut durumumuzu daha da netleştiriyor.
Bu da şu hakikatle uyum içerisinde: “Adalet, insanların gerçek ihtiyaçları doğrultusunda paylaştırılan bir sistemle mümkün; ancak kapitalizm, bu adaleti imkansız kılar.”
Sistemin dikey hapishanesi Türkiye...
Film, dikey bir hapishane yapısı üzerinden, bireylerin konumlarına bağlı olarak kaynaklara erişimlerini ve bu erişimin doğurduğu ahlaki sorunları gözler önüne seriyor demiştim.
Bu anlatım, günümüz dünyasında gelir eşitsizliklerine dair bir eleştiri sunuyor.
Dünya genelinde gelir dağılımı adaletsizliği önemli bir problem…
Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, en zengin %10, küresel gelirin %52’sini alırken, en yoksul %50 ise gelirin sadece %8’ini elde ediyor.
Bu durum, servetin belirli bir kesimde yoğunlaştığını ve geniş bir kitlenin dezavantajlı durumda olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de de bu eşitsizlik belirgin.
Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizlikler, kaynakların yalnızca belirli kesimlerce tüketildiği bir “dikey hapishane” yaratmış durumda.
Esasen Türkiye, bu dikey hapishanenin kendisi.
Bizde de sınıfsal ayrımlar, kaynakların eşitsiz dağılımı ve kapitalist düzenin doğurduğu adaletsizlikler güçlü bir şekilde gözler önüne serilir.
Son örneğini "Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Lan ben milyar dolarlık adamım! Ben Türkiye'yi satın alırım! diyen Petlas yönetim kurulu üyesinde gördük.
“Ben Türkiye’yi satın alırım!” cümlesi, yalnızca bireysel bir kibir patlaması değil, kapitalist düzenin insana biçtiği değerin bir ifadesi.
Bu söz, zenginliğin bir güç sembolü olarak yüceltildiği, toplumsal eşitsizliklerin derinleştiği bir sistemin çıplak gerçeği...
Böylesi bir düzen, serveti elinde tutanlara yalnızca maddi birikimi değil, bir ülkeyi ve onun insanlarını mülkleştirme vehmini de armağan eder.
Türkiye gibi gelir eşitsizliğinin uçurumlara dönüştüğü ülkelerde, bu zihniyet, ekonomik sistemin çürümüş yapısını ve toplumsal dokunun ahlaki erozyonunu gözler önüne serer.
Paranın, sınıf atlamanın ve gücün mutlak bir değer haline geldiği bu düzende, milyar dolarlık servetler, kitlelerin yoksulluğunun ve haklarından mahrum bırakılmalarının bir göstergesi...
İnsanı yalnızca bir araç olarak gören bu düzende, insan, zenginliğin tapınağında bir mülk haline gelir.
Film, tam da bu örnekler yüzünden bir distopik kurgunun ötesine geçerek, günümüz dünyasının gelir eşitsizliklerine ve adalet krizine dair bir okuma sunuyor.
Filmdeki metafor da, ülkemizde gelir dağılımı adaletsizliği ve sınıfsal uçurumlarla birebir bu örnekle örtüşüyor.
Hatırdan çıkmasın: En zengin %10, ülke gelirinin %54,5’ini alırken, en yoksul %50’nin payı sadece %12...
Dünya Bankası’nın 2024 Yoksulluk, Refah ve Gezegen Raporu’na göre, Türkiye, Avrupa’da en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülke konumunda...
Türkiye, özellikle son yirmi yılda servetin iktidar çevresinde toplandığı bir ülke haline geldi; uygulanan politikalar, kapitalist birikim süreçlerini hızlandırırken geniş kitlelerin yoksullaşmasına yol açtı.
İnşaat ve hizmet sektörüne dayalı büyüme modeli, rant ekonomisinin tahkim edilmesi, sosyal adaleti gözetmeyen asgari ücret politikaları, özel sektör ücretlerindeki dengesizlikler gelir dağılımı eşitsizliğini derinleştirdi.
Neoliberal politikalar bu adaletsizliği kökleştirdi.
Son 20 yılda, servet, iktidara yakın azınlıkların elinde yoğunlaşırken, en zengin %10’un gelirden aldığı pay artarken, en yoksul %50’nin payı erozyona uğradı.
Özellikle Türkiye Varlık Fonu gibi mekanizmalar, devlet kaynaklarının iktidar kontrolünde nasıl birikime dönüştüğünü gösteriyor.
“Birikim ve yoksullaşma” dinamiği, Türkiye bağlamında AKP’nin neoliberal uygulamalarıyla kurumsallaştı.
Yaşananlar, “kapitalizm, zenginliği bir elde toplarken, yoksulluğu kitleselleştirir” tespitini doğrular nitelikte yani…
Türkiye tüm bu yoğunlaşmanın adresi…
Türkiye’nin neoliberal kapitalizmle kurduğu ilişki, bu hegemonik düzenin bir uzantısı...
Türkiye’de belirgin bölgesel gelir dağılımı farklılıkları, Türkiye’nin ekonomik yapısındaki adaletsizliklerin bir yansıması...
2023 yılında İstanbul, kişi başına düşen gelirde ülke ortalamasının %45 üzerindeyken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bu oran %40’ın altına düşüyor.
2023 yılında yıllık ortalama eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert geliri 48 bin TL iken, İstanbul bölgesinde bu rakam 69 bin TL…
Kapitalizmin temel çelişkisi, burada bütün çıplaklığıyla görünüyor: “Emeğin sömürüsü, rantın tahsisi, bölgesel ve sınıfsal uçurumların derinleşmesi…”
Bu durum şu tespiti kristalleştiriyor: “Kapitalizmin doğasında, zenginliğin belli bölgelerde toplanması, diğer bölgelerde ise yoksulluğun artması vardır.”
Filmden dersler…
Özetle; Platform’un sunduğu temel tartışma şu: Kaynakların adil bir şekilde dağıtılması mümkün mü?
Filmde, her mahkum, kendinden üsttekilerin seçimlerine bağımlıdır. Üst katlardakiler, bolluğun tadını çıkarırken, alt katlardakiler onların artıklarıyla hayatta kalmaya çalışır.
Bu, Türkiye’nin de gerçekliğidir: Üst sınıflar; zenginliği tüketirken, alt sınıflar artan kırıntılara muhtaçtır.
“Platform” filmi, devamında, çözümün bireylerin sorumluluğu üstlenmesi ve kaynakların adil bir şekilde paylaşılmasında yattığını da öne sürüyor.
Filmde, kaynakların adil paylaşımı için yapılan bireysel ve kolektif çabalar, alt sınıfların üst sınıflara karşı eşitlik talepleri, “sınıf bilinci” kavramını çağrıştırıyor.
Bu bağlamda, film, değişim için kolektif bir çaba gerektiğini vurguluyor.
Ancak bireysel çabalar yetersizdir; kolektif bilinç ve mücadele şarttır.
Gramsci’nin belirttiği gibi, eşitsizliklerin aşılması, ideolojik bir yeniden yapılanmayı da gerektirir.
Türkiye bağlamında değerlendirildiğinde de gelir ve kaynak dağılımındaki eşitsizliklerin ancak ideolojik bir dönüşümle ve kolektif bir sorumlulukla giderilebileceği açıktır.
Marx haklıdır: Mevcut sistem, hem bireyleri hem de toplumu yabancılaştırarak eşitsizliği kurumsallaştırır. Tüm tarih, sınıf mücadelesinin tarihidir.
Türkiye özelinde, AKP iktidarı altında gelir eşitsizliğinin derinleşmesi ve kaynakların eşitsiz dağılımı, bu tür bir mücadeleyi daha da anlamlı kılar.
Film, bireysel kurtuluşun mümkün olmadığını, ancak herkesin eşitlik ve adalet için bir araya gelmesi durumunda mevcut sistemin dönüşebileceğini görmemizin anahtarını verir: Öyle ya: “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz…”
Türkiye gibi gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde, bu mesaj yalnızca bir film hikayesi değil, aynı zamanda bir uyarıdır.
Yani kolektif sorumluluk ve kolektif mücadele üzerine düşünmek gerekir.
Türkiye’de bu mücadelenin başarısı, sınıfsal bilincin güçlenmesi ve adil bir sistemin inşasıyla mümkündür.
Şu meşhur hakikatle de final yapalım: “Ya sosyalizm ya barbarlık.”
Hepimiz için bu uyarı, hiç olmadığı kadar geçerlidir.
Bu, bir tercih değil, bir zorunluluktur; aksi takdirde, barbarlık hüküm sürecektir.