"Diplomatik bir skandalın ardından Türkiye-AB ilişkileri"

İnsan hakları, temel özgürlükler ve demokratikleşme talebini sürekli gündemde tutacağını anladığımız ABD’nin de masada olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’nin üzerindeki baskının giderek artacağını öngörmek mümkün. Von der Leyen’in ‘‘Yolun başındayız’’ ifadesi herhalde bu anlama geliyor.

Geçtiğimiz Salı günü AB Komisyon ve Konsey Başkanları’nın Türkiye’ye gerçekleştirdikleri ziyaret, 2017’den bu yana sürekli kötüleşen ilişkilerde belirsizlik ve gerilimlerin aşılabileceği, yapıcı ve ilerici bir diyaloğun yeniden tesis edilebileceği bir dönüm noktası olmaya aday, son derece önemli bir ziyaretti.

Küresel siyasetin güçlü aktörlerinin kısa ve orta vadedeki pozisyonlarını belirledikleri, yeni küresel rekabet düzeninin çatısını çattıkları bir dönemde, Türkiye- AB ilişkilerinin yeni ve dengeli bir çerçeveye yerleştirilmesi her iki taraf açısından da olumlu bir gelişme olacaktı. Türkiye hükümeti bu ziyaret sayesinde, Batı ile yüksek düzeyde görüşmelere yeniden başlamış, kritik konularda müzakere gücü olan, Batı güvenliği için vazgeçilmez bir ülke olduğu görüntüsünü restore etmeyi çok önemsiyordu. Toplantı henüz başlamadan yaşanan koltuk skandalının gölgesinde kalmasına rağmen, yaklaşık üç saat süren görüşmenin bu yeni ilişki çerçevesinin genel hatlarının, önceliklerin ve karşılıklı şartlarının (terms) açıkça ortaya konduğu bir görüşme olduğunu anlıyoruz. Bu yazıda özellikle AB’nin şartlarının neler olabileceğini ve genel olarak Türkiye-AB ve Türkiye- Batı ilişkilerinin yakın gelecekte nasıl ilerleyebileceğini ele almaya çalışacağım.

"TAM OLARAK ERİL SİYASET"

Ancak elbette öncelikle Türk Dışişleri’nin ‘Biz AB yetkililerinin protokol düzenlemesini uyguladık, nokta.’ açıklamasıyla çok üzerinde durulmayan, fakat Avrupa basınından ve farklı AB yetkililerinin sosyal medya paylaşımlarından anladığımız kadarıyla Brüksel’i ciddi ölçüde sarsan koltuk skandalı ile ilgili kısa bir değerlendirme yapmak şart. Hiç kuşku yok ki, AB’nin ilk kadın Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in düşürüldüğü durum, tüm tarafların ciddi hatalarının olduğu diplomatik bir skandal. Daha önce Türkiye’ye defalarca birlikte gelen önceki Konsey ve Komisyon Başkanları, Tusk ve Junker’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte üç koltukta yanyana oturdukları fotoğrafları gördükçe, şu soru doğal bir şekilde akla geliyor: von der Leyen bir kadın olmasaydı, böyle bir görüntü ortaya çıkar mıydı? Ya da bu olay yaşandıktan sonra alınacak tutum, kısa ve nazik bir özür olamaz mıydı?

Ne evsahibi Türkiye Dışişleri’nin ne de olaya seyirci kalan ve sonraki açıklamasıyla da iyice sinirleri bozan Konsey Başkanı Michel’in tutumu bu oldu. O zaman olup bitenin adını da koymak gerekiyor: İşte bu, tam olarak eril siyasettir ve içselleştirilmiş eşitsizliğin böyle pat kendini açık etmesidir. Elbette mesele kadın komisyon başkanına neden nazik davranılmadığı filan değil. Mesele, neden kendisiyle eşit konumdaki erkek liderlere davranıldığı gibi davranılmadığı, neden derhal yeni bir düzenleme yapılmadığı ya da neden kendisinden hemen özür dilenmediği. Beklenen şey, tekrar vurgulamak gerekirse kadın bir siyasetçiye, kadın olduğu için nezaket gösterilmesi değil; kuralların herkes için eşit olarak uygulanması. Ursula von der Leyen’in mevcut düzen içinde siyaset yapan bir kadın olması dahi bu durumu değiştirmez.

Görüşmeye dönecek olursak, diplomatik süreçlerde bu karşılıklı şartların  taraflarca tam olarak anlaşılması, çoğu zaman sonuçta varılacak anlaşmadan daha önemlidir; çünkü aslında anlaşabilmenin yolunu açar. Diğer yandan ve daha da önemlisi bu şartlar, değişen uluslararası ortam (uluslararası güç dengesindeki değişimler) ve/ veya tarafların öznel durumları (acil ekonomik ihtiyaçlar ya da bölgesel pozisyonlarındaki değişimler) nedeniyle zaman içinde değişebilir. Dolayısıyla tarafların karşılıklı şartları konusunda birbirlerini en açık şekilde bilgilendirmeleri yaşamsal önemdedir.

"ŞARTLARIN ANLAŞMASI MÜZAKERENİN KENDİSİDİR"

Karşılıklı şartların anlaşılmasının önemini şöyle bir örnekle açıklamak ilginç olabilir: Netflix dizisi Crown’un bir sahnesinde genç kraliçe Elizabeth, son derece hassas bir siyasi konjonktürde gerçekleştirdiği Gana gezisinde, Sovyetlerle yakınlaşmakta olan devlet başkanına akşamki partide kendisini dansa kaldırması için mesaj gönderir. Bu büyük jest karşısında şaşıran başkan kraliçeyi dansa kaldırırken ‘‘Sanırım bu anın önemini ikimiz de anlıyoruz.’’ dediğinde kraliçenin yanıtı nettir:  ‘‘Elbette, peki ya şartları anlıyor muyuz?’’ Şartların anlaşılması, müzakerenin kendisidir adeta.

Salı günkü görüşmede üç saat boyunca tarafların ortaya koydukları şartların neler olabileceğine gelince: Öncelikle hemen belirtmek gerekir ki, ziyaretten önce bizzat von der Leyen ve başka bazı AB yetkilileri bu ziyaretin ana amacının müzakere etmek değil, karşılıklı şartların açık bir şekilde ortaya konması ve anlaşılması olduğunun altını net bir şekilde çizdiler. Diğer bir deyişle CB Erdoğan’ın Aralık ayından bu yana yükselttiği Batı’yla yakınlaşma söyleminin ciddi olup olmadığını, kendi şartlarını ortaya koyarak test etmek amacında olduklarını belirttiler. Bu şartlar nelerdi ve değişti mi?

Görüşmenin tüm içeriğini henüz bilmiyoruz ama şunu biliyoruz: AB liderleri kendi şartlarını, yaklaşık iki buçuk aydır ABD Başkanı tarafından aranmayan; ABD’nin yavaş yavaş ama kesin bir şekilde Rusya’dan uzaklaştırmak için ciddi baskı altına aldığı, son derece zorlayıcı iç ekonomik koşullar altında Batı ile ilişkilerinin düzeldiği imajına ihtiyaç duyan bir liderin önüne, yeni bir konjonktürde koydular. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan ile buluşmadan hemen önce ABD’nin Ankara Büyükelçisi Satterfield ile görüştüler.

Dolayısıyla başta göç konusu ve göç anlaşmasının yenilenmesi konusu olmak üzere, Doğu Akdeniz, Libya, Kıbrıs, Suriye – ve hatta belki Ukrayna- konusunda Türkiye’nin AB ve Batı çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayıp başlamayacağını anlamak için geldiler. Bu şartların neler olduğunu da AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell’in Mart ayında Konsey’e sunduğu ve Türkiye ile ilişkilerin önümüzdeki süreçte hangi esaslar üzerinden yürütüleceğini detaylı olarak sıralayan Türkiye Raporu’ndan kolaylıkla okuyabiliyoruz. Çok detaya girmeden kısaca sıralamak gerekirse AB’nin temel beklentileri aslında bir anlaşma değil ortak bir bildirge olan 18 Mart 2016 mutabakatının çok daha güçlü, AB’nin uzun vadedeki ihtiyaçlarını karşılayacak ve Türkiye’nin sınırları açma kozunu olabildiğince ortadan kaldıracak şekilde yenilenmesi, Doğu Akdeniz’de yeniden tırmanmaya yol açacak adımların atılmaması, Libya’dan (Türkiye’ninkiler de dahil) tüm yabancı askeri güçlerin ayrılması, Kıbrıs müzakerelerinin BM ve BMGK kararları çerçevesinde yeniden başlaması ve raporda ifade edildiği şekliyle Türkiye’nin Kıbrıs’da da tek yanlı eylemlerinden ( Maraş kastediliyor) ve kutuplaştırıcı söylemlerinden vazgeçmesi.

AB TÜRKİYE'YE GÖRE DAHA KAZANÇLI

Borrell Raporu’nun hemen her başlıkta vurguladığı husus ise şu: Tam olarak raporda ifade edildiği şekliyle ‘‘Türkiye’nin giderek iddialı bir hal alan dış politikası’’ AB öncelikleri ile çelişmekte ve hatta çatışmaktadır. Dolayısıyla bir bütün olarak Türkiye’nin tek taraflı inisiyatiflerine son vermesinin beklendiğini söyleyebiliriz. Türkiye’ye göç yönetimi için daha fazla maddi destek verilmesi, Gümrük Birliği’nin yenilenmesi için sürecin başlatılması ve vize serbestisi diyaloğunun tekrar gündeme alınması da, AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu havuçlar olarak karşımıza çıkıyor.

Bu noktada kim daha güçlü bir pozisyonda ve kim bu süreçten daha kazançlı çıkabilir diye baktığımızda da durum şu: Mevcut durumda zaten AB Türkiye’ye göre çok daha kazançlı bir konuda. AB üyeliğinden vazgeçmiş bir Türkiye ile fazla uğraşmak zorunda kalmadan ve çok da büyük bir para harcamadan göç krizini yönetebiliyor. Türkiye’nin GB’nin yenilenmesi, vize serbestisi ve katılım müzakerelerine yeniden başlanması taleplerinin her biri ayrı koşullara bağlı ve bu koşulların mevcut hükümet tarafından yerine getirilebileceğine dair hiçbir perspektif yok. Dahası, Türkiye için önemli olan GB’nin yenilenmesi değil; yenilenme sürecinin başlamasıyla elde edilecek yeni uluslararası kredibilite. Dolayısıyla AB’nin GB güncellenmesi ile ilgili süreci başlatması, devam edeceği anlamına da gelmediği için AB bu açıdan da bir yükümlülük altına girmiş olmuyor. Bir adım daha öteye gidersek, Türkiye’nin GB’nin yenilenmesi konusunda gerçekten istekli olduğu da oldukça şüpheli; çünkü bu süreç daha şeffaf ve kurallara dayalı bir ekonomi yönetimi ve siyasal alanda da birçok reform gerektirecek. Mevcut hükümetin bu konularda da çok istekli olmayacağı açık.

Sonuç olarak vurgulamak istediğim husus şu: Her ne kadar bu şartlar aslında uzun bir süredir Türkiye-AB ilişkilerinin artık ezberlediğimiz maddeleri olsa da, bugün oldukça değişmiş bir uluslararası konjonktürde ve Türkiye için çok daha zorlayıcı bir ortamda masaya konmuş durumda. Net bir şekilde ifade ile etmek gerekirse Aralık zirvesinden bu yana Türkiye-AB ilişkileri artık Türkiye-ABD ilişkilerinin bir boyutu ve dolayısıyla Salı günkü ziyarette masada aslında ABD’nin de olduğunu düşünmek mümkün. Bu yeni konjonktür Türkiye’nin Batı ve Rusya arasında yürütmeye çalıştığı ve somut yararını tam olarak ölçemediğimiz denge politikasının giderek zora gireceği bir konjonktür. Üstelik bu denge politikasının yürütüldüğü sahalara Suriye ve Libya’nın yanısıra, yine çok daha zorlayıcı bir şekilde Ukrayna da eklenmiş bulunuyor.

"YOLUN BAŞINDAYIZ"

Bu noktada yazıyı başladığı gibi koltuk krizi ile bitirmek mümkün görünüyor: Bu bildiğimiz şartların yanısıra görüşmede Türkiye’deki demokratik gerileyişin ve insan hakları ihlallerinin de geniş bir şekilde ele alındığını anlıyoruz. Ziyaret sonrasındaki basın toplantısında kuşkusuz koltuk skandalının da etkisiyle, von der Leyen’in oldukça sert ifadelerle Türkiye’deki demokratik gerileyiş ve insan hakları ihlallerine değindiğini gördük. CB Erdoğan’ı İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi ikna etmeye çalıştıklarını, Avrupa Konseyi’nin ve AİHM’nin kararlarının uygulanmasını istediklerini ve bu kapsamdaki her başlığın konuşulduğunu özellikle vurguladı. Bu noktada Komisyon Başkanı’nın AB’nin bildiğimiz endişe, üzüntü duyuyoruz söyleminin ötesine geçerek insan hakları konularının müzakere edilemez olduğu ve insan haklarının hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın AB’nin mutlak önceliği olduğunu vurgulaması dikkati çekiyor. Aynı konuları birçok defa dile getiren ve farklı açıklamalarla insan hakları, temel özgürlükler ve demokratikleşme talebini sürekli gündemde tutacağını anladığımız ABD’nin de masada olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’nin üzerindeki baskının giderek artacağını öngörmek mümkün. Von der Leyen’in ‘‘Yolun başındayız’’ ifadesi herhalde bu anlama geliyor.

Köşe Yazıları Haberleri