Duvarların arasına sıkışanlar: Şok

Çağdaş edebiyatın dikkat çeken isimlerinden İrlandalı yazar Keith Ridway’in James Tait Black Kurgu Ödülü’nü kazanan kitabı Şok, Ata Türkoğlu çevirisiyle okuyucuyla buluştu.

İrlandalı yazar Keith Ridgway’in olağanüstü bir kurgu ile birbirine bağladığı 9 öyküden oluşan Şok, bizi Londra’da yaşayan sıradan insanların gündelik ama yer yer tekinsiz yaşamlarına konuk ediyor. Şehrin farklı köşelerinde geçen bu hikâyeler, karakterlerin iç dünyalarına odaklanırken, bir yandan da modern hayatın karmaşıklığını, yalnızlığını ve bağlantı kurma çabalarını ustalıkla işliyor. Eşini kaybeden bir kadının yas sürecinden, uyuşturucu etkisi altındaki bir gencin zihinsel karmaşasına, queer sohbetlerden, İşçi Partisi toplantılarına, konut sorunundan göçmenlere kadar Ridgway şehrin ve karakterlerin iç dünyasına samimi bir şekilde dalıyor.

Açılış öyküsü Parti, eşcinsel komşularının ev partisine davet edilmeyen, üstüne sesten rahatsız olmasın diye şarap ve kulak tıkacı hediye edilen dul bir kadının parti duvarına yaklaşma çabasıyla başlıyor. Yan evden yankılanan yabancıların seslerine ulaşabilmek için kedisinin sitemkar bakışları altında duvarı yavaş yavaş delen bu kadının iç dünyasına ve yasına tanık oluyoruz. Biraz da zamanın değerini bir kez daha hatırlıyoruz. “Kocası öldü. Kocasının ölümünden bu yana birkaç saniyeden fazla zaman geçmemiş gibi hissediyor, tanışmalarının üstünden bir, belki iki dakika ve onun genç kızlığından bugüne belki bir yarım saat. Nereden bakarsa baksın anlamsız her şey. Ve bu kadarcık bile olsa, zamanla ilgili kafa yormak ne kadar bayağı ne kadar tahmin edilebilir ve sıkıcı. Sadece şu an var, sonsuz detaylarıyla şu an, dipsiz bir kuyu.”

Duvarlar ve fareler

Fotoğraf makinesi öyküsünde, kitap kapağında da yer alan ve sonrasında birçok öyküde karşımıza çıkacak farelerin cirit attığı The Arms adlı barda sohbet eden Gary ve Stan adlı iki arkadaş ile tanışıyoruz. Gary, siyah ve eşcinsel. Stan’in ise sohbetlerinden beyaz olduğunu ama cinsel yönelimi hakkında kafasının karışık olduğunu fikrine kapılıyoruz. Sevgilisi Maria ile yaşıyor. İkisi de işçi sınıfından. Gary çalışarak kazandığı para ile istediği fotoğraf makinesini satın alamıyor. Lanet bir ordu gibi Londra meydanlarına akan turistlerin Nikon, Canon marka kameralarını kıskanıyor, hatta onlardan birini çalarak tatil faşistlerinin ellerinden bir makineyi kurtarmayı düşünüyor. “...Fotoğraf makinelerini –ki her zaman boktan otomatik modda kullandıklarına eminim. Big Ben sandıkları aptal saptal yerlere ve birbirlerine doğrultuyorlar. Londra’da kalan son birkaç kırmızı telefon kutusunun içine girip poz veriyorlar.. ” diyerek turistlere öfkesini dillendiriyor. Ama tabii ki bunu yapmıyor çünkü o Birleşik Krallık’ta bir siyah ve bu olay basit bir adli vaka olarak kalmazdı.

İki eski dostun sohbetleri, mekana girip çıkanlar, The Arms’ın kendisi, müdavimleri ve barın sahibi Harry… Hepsinin birbirleri ile olan bağı okuyucuya Hyde Park’ın Big Ben’in ötesinde bir Londra manzarası çiziyor.

Fıkra isimli öyküde ise fareler bu sefer Stan ve Maria’nın evine dadanıyor. Mutfak camından giren büyük bir sıçan. Tüm gerginliğiyle dimdik karşılarına dikiliyor, korkmuyor siz korkun diyor. Stan ise bir ev sahibinden diğerinin eline düşmemek için tüm korkusuna rağmen bu evden taşınmak istemiyor.

Ama bu öyküde asıl The Arms’ın müdavimlerinden Anna ve Maria birbirlerine denk düşüyor. Aynı okulda Anna öğretmen, Maria ise kütüphaneci. Anna’nın bir proje ödevi yüzünden başı derde girince ikili bir kahve için buluşur. Hikâyeler anlatmayı seven Anna, Maria’ya bunlardan birini anlatır. Ancak bu hikâyelerin gerçek mi hayal mi olduğunu bilemeyiz. Önemli olan hikâyenin kendisi ve eğlenmek. Daha sonraki öykülerde de Anna ve Stan’in hoşlanmadığı Yves adında bir karakter The Arms’ta bir araya gelir ve birbirlerine hikâyeler anlatır.

Hikâyeler ve gerçekler

Şok’un odak noktalarından biri bu hikâye anlatımının ta kendisi. Karakterler, gerçek ve hayal arasında gidip gelen hikâyeler uyduruyor, birbirlerine yarı gerçek yarı hayal masallar anlatıyor. Bazen neyin gerçek neyin uydurma olduğunu karıştırabilirsiniz ama zaten kitap da şu alıntı ile başlıyor:

“Aramda bir duvar var seninle. Seni görüyor, seninle konuşuyorum ama öte yandasın sen. Birbirimizi sevmemize engel olan ne? Bana öyle geliyor ki bir zamanlar kolaydı bu.

Hamburg’dayken.”

“Ève üzgün üzgün, ‘Evet,’ dedi. Hep Hamburg’da. Kocası hiçbir zaman gerçekten yaşanmış geçmişlerinden söz etmezdi. Ne Ève, ne de o Hamburg’a gitmiş değillerdi.”

Duvar/Oda / Jean-Paul Sartre

Önceki kiracılarının ortadan kaybolduğu daireye taşınan bir adamın hikâyesi, çatı katında kilitli kalan bir adam, duvarın içinde bir kadın, bir kayboluş hikâyesi, fareli kabuslar, eve dadanan sıçanlar… Duvarların arasına sıkışıp kalanlar, duvar örenler ya da duvarları yıkanlar. Kaçmak isteyenler, kaçamayanlar, sıkışıp kalanlar, fare gibi duvarların içerisinde dönenler… Şok bunların hepsi. İçsel dinamiği betimleyen fare ve duvar metaforları Şok’un hemen hemen her öyküsünde tekrarlanıyor. Çözümlenemeyen sorunlar, yüzleşmekten kaçınılan düşünceler, toplumsal baskılar, yargılar karakterlerin içini kemiriyor.

Kitabın Şarkı isimli son öyküsünde partinin olduğu geceye, başladığımız yere geri dönüyoruz. Bu sefer duvarın diğer tarafında partinin olduğu evdeyiz. Kitap tam bir daire çizerek sona eriyor; Maria bir şarkıdan etkilenip gözyaşlarına boğulurken mutfak duvarının içerisinde bir göze denk geliyor. Maria korkmuyor, şok olmuyor.

Köşe Yazıları Haberleri