Seçimlere doğru iç politika hareketlenirken dış politika daha geri planda kaldı. Türkiye, dünyanın merkezi değil, Türkiye siyasetindeki bir değişiklik dünya dengelerini yerinden oynatmıyor ama birçok açıdan önemli bir ülke ve Türkiye’deki seçimler, özellikle 20 yıl sonra Erdoğan’ın ilk kez ciddi bir şekilde yenilme ihtimalinin ortaya çıkması seçimlere olan ilgiyi dışarıda da artırdı. Şu anda Türkiye’nin komşuları, AB, İngiltere, ABD, Rusya, Çin, Körfez ülkeleri seçim sonuçlarını yalnızca merak etmiyorlar, ellerinden geldiğince bu sürece bir şekilde etki etmek istiyorlar. Olası bir iktidar değişiminin kendilerine yönelik olumlu ya da olumsuz olabilecek sonuçlarının şimdiden hesabını yapıyorlar. Bu yazıda seçim ve dış politika ilişkisini tartışmaya devam edeceğim ve Erdoğan’ın hem küresel sistemdeki dönüşüme uyum sağlama kapasitesini hem de içeride muhalefetin kendisini bu alanda rahatlatması üzerinden iktidarda kalmasının koşullarını nasıl oluşturduğunu ele alacağım.
Erdoğan dış politikadan anlıyor mu?
Erdoğan iç politikada da, dış politikada da çok önemli hatalar yaptı. Bedelini hem bütün ülke, hem bölge halkları kuşaklar boyunca ödeyecekler. Ama siyasetin mantığı içinden bakıldığında bu hatalar, yanlışlar ve sorunlarla pekala baş edebildi, yaptığı hataları sığınmacı konusunda olduğu gibi rakiplerinin, muhataplarının zayıflıklarına dönüştürüp onlara karşı kullanabildi. Bizim gibi AKP’yi, Erdoğan iktidarını eleştirenler yaşananlara, hatalara, sorunlara hem siyasal hem etik açıdan tepki gösterirken, Erdoğan muhataplarıyla uzlaşıp yoluna devam edebildi. Erdoğan’ın herhangi bir konuda uzmanlığı, derin bilgisi vs yok. Ama hem bölgede hem de dünyada neyin işine yarayacağını iktidar deneyimi içinde öğrendi, en iyi bildiği alan olan pazarlıkçı (transactionalism) dış politika anlayışının, liderler diplomasisinin uluslararasında yaygınlaşması tam da onun işine yarayan bir süreç oldu. Erdoğan da bu imkanları deyim yerindeyse tepe tepe kullandı.
Yeni dönemi Erdoğan daha iyi okudu
Son yazıda ABD’nin müttefiklerine söz geçirmekte zorlandığı bir döneme girdiğimizi, bunun da altında iki önemli değişimin yattığını tartışmıştım. İlki Çin ve Rusya’nın küresel sistemdeki ağırlıklarının artması, ikincisi ise küreselleşme sürecinde, çevre ülkelerde yaşanan ekonomik büyümenin (bu mutlaka sağlıklı bir kalkınma olmayabilir), merkezle bağımlılık ilişkisinin yapısını değiştirmese de, daha geniş bir özerklik alanı yaratmaya başlaması. ABD artık Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Katar, Meksika, Güney Afrika Cumhuriyeti, Malezya gibi geleneksel müttefiklerinin her bir dış politika hamlesini doğrudan kontrol edebilecek bir durumda değil. Hepsine birden yetişemiyor, düzenleyici, gerektiğinde yeni iktidar yapıları üreten müdahaleler yapmakta zorlanıyor. Küresel siyasetteki bu yapısal dönüşümü Erdoğan ekibi çok yakından takip ettiler, hatta Türkiye eylemleriyle bu sürece katkıda bulunan aktörlerden biri oldu. Erdoğan küresel sistemdeki bu dönüşümün sağladığı boşluğu, hareket alanını sonuna dek kullandı. Bu Türkiye’nin dış politikası açısından başarılı sonuçlar vermiş bir politika değil. S-400 füze alımı gibi bir noktada Rusya’nın dengeleyici konumdan, bir tür rehinesi olma konumuna giden, sıkışan bir dış politika da yarattı. Ama sonuca bakıldığında Erdoğan’ın şahsileşmiş dış politikasının bir öğesi olarak bir şekilde ona hizmet etti.
Erdoğan yolunda ilerlerken muhalif kesimler ise bu süreci genelde yanlış ve tutarsız bir şekilde yorumlamaya devam ettiler. En ciddi kafa karışıklığı Erdoğan-Batı ilişkilerinde ortaya çıktı. Bunun da temelinde ABD ve Batı’nın küresel sistemdeki yerini tanımlama konusunda yaşanan kafa karışıklığıydı. Bir süredir bir yandan Avrasyacı, milliyetçi, ulusalcı çevreler ABD’nin düşüşte olduğunu, Afganistan, Irak ve Suriye’de yenilgiler aldığını savunurken öte yandan örneğin ABD’de şu anki yönetim ve ilgili çevrelerdeki uzmanların bile hatırlamakta zorlanacakları BOP’un devam ettiğine ve Ortadoğu’ya dair uzun vadeli planlarının işlediğine inanıyorlar.
Muhalif partilerin rolü ise daha kritikti. Muhalefet Erdoğan’ı seçmen gözünde, Batıcı ya da Avrasyacı bir konuma yerleştirmedi. Bu ikisinden birini tercih edebilirdi. Çünkü her ikisi için de pekala ikna edici veri bolluğu vardı. Böyle bir tercih Erdoğan’ın dış politikada hareket alanını bir nebze olsun daraltabilirdi. Örneğin, muhalefet Erdoğan’ı Batı çıkarlarına hizmet eden bir lider olarak konumlandırmadı. Erdoğan’ın küresel sistemde neyi temsil ettiğine dair net bir pozisyon belirlemekten kaçındı. Ya da Erdoğan’ı doğrudan Avrasyacı bir lider olarak da sunmadı. Duruma ve konuya göre Erdoğan buralardan sıkıştırılabilirdi. Bunun yerine, genelde dış politikadaki keskin dönüşleri ve son dönemde sığınmacı politikası eleştiri konusu oldu. Erdoğan hem dışarıdaki küresel dönüşümün verdiği imkanı hem de içte muhalefetin kendisine açtığı alanı çok iyi kullandı.
Dış politika oy getirmez mi?
Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere muhalefet partileri dış politika konusuna çok fazla girmediler. Altılı Masa’nın Ortak Mutabakat Metnin’de de dış politika konusu birkaç spesifik net konu dışında ucu açık bırakılmış, kısa ve genel ifadelerle geçiştirilmiş. Erdoğan’a dış politika konusunda eleştiri getirememenin nedenlerinden en önemlisi muhalefetin kendisine dair bir referans noktası belirleyememiş, kapsamlı bir dış politika önerisi geliştirmemiş olmasıydı. Durduğunuz yer net olmayınca, iktidarda neyi eleştireceksiniz?
Dış politika eylemleri de, dış politika eleştirisi de bire bir oy getirmiyor. Ama bir liderin dünyada neyi temsil ettiği, bunun deşifre edilmesi vs çok önemliydi. İkincisi, muhalefetin kendisine dair kapsamlı, içeriği dolu bir dış politika anlayışıyla hareket etmesi, bu alanda muhalefet liderlerinin zaman içinde saygın uluslararası şahsiyetlere dönüşmesi gerekiyordu. Erdoğan ile özellikle ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu arasında bu konuda zaman içinde büyük bir asimetri oluştu. Yalnızca Türkiye değil, günümüzde dünya meseleleri örneğin Ukrayna savaşı, Ortadoğu gelişmeleri üzerine dikkat çekici sözü olan, fikirleri yabancı basında yer alan, önde gelen ajansların görüşünü almak için mikrofon uzattığı bir lider adayı şu anda avantajlı olabilirdi. Seçim kazandırma garantisi vermese de, dünyada saygı duyulan bir devlet adamı kimliğini güçlendirebilirdi. Sonuçta, Erdoğan’ın ekibi onu bir dünya lideri olarak pazarlamak, önde gelen liderlerle fotoğrafını yaymak için büyük çaba harcıyordu ve bu pazarlama stratejisinin kaç oy getirdiğini hesaplamıyordu. Böylece, seçmeni üzerinde bir büyüklük duygusu yaratabildi, oy verdiği siyasetçinin dünya liderleri klasmanında, bazen onlara meydan okuyan bir lider olduğu duygusunu yerleştirebildi. ”Dünya Beşten Büyüktür” gibi içeriksiz ama akılda kolay kalan bir dış politika sloganı bile üretti, bunu kendi seçmeninin de muhalif seçmenin de kafasına yerleştirdi. Bu söylemin, örneğin Erdoğan BM Genel Kurulu’na konuştuğunda onu kaç temsilcinin dinlediği hususundan daha önemli ve etkili olduğu ortada.
Erdoğan’ın avantajları
Erdoğan’ın en büyük avantajı Türkiye gibi önemli bir ülkenin sorunlu da olsa seçilmiş lideri olması. Dünya sonuçta iktidarda kim varsa onunla çalışmak zorunda. Macron işinin zorluğundan bahsederken haftada bir Erdoğan’la konuşmam gerekiyor demişti. Erdoğan sevilen bir lider değil, uzun süre içinde bütün muhataplarının bir şekilde ayağına bastı, sorun çıkardı vs. Ama müzakereyi beğendiğiniz değil, iktidardaki liderle yapmak zorundasınız. Erdoğan hem konumunu hem de Türkiye’nin objektif gücünü şahsi gücüne çok iyi dönüştürebildi. Suriye, Irak, Ukrayna, Kafkasya, Doğu Akdeniz gelişmelerinde Türkiye çok kritik bir ülke ve bunun Erdoğan ile doğrudan bir ilgisi yok. Erdoğan seçimi kaybetse de Türkiye bu önemini koruyacak.
Bu süreçte Erdoğan’ın, yine muhalif bir pozisyondan bakılınca çok olumsuz görünen iki özelliği çok iyi bir şekilde lehine çevirebildiğini görüyoruz. İlki dış politikada sık yön değiştirmesi. Normalde bu belirsizlik çok tercih edilen bir durum değildir. Bu konuda görünürde Erdoğan’dan çok şikayet var çünkü Erdoğan’ın öngörülemez bir lider imajı oluştu. Ama bu aynı zamanda onun keskin dönüşler yapabildiğini, pazarlığa açık olduğunu da gösteriyor. Erdoğan gerektiğinde, sıkışınca geri çekilmeyi çok iyi biliyor. Bazen Rahip Bronson ya da gazeteci Deniz Yücel vakalarında olduğu gibi çok belli de oluyor ama Doğu Akdeniz’den çekilmede olduğu gibi kamuoyunun gözünden çok iyi saklanabiliyor.
Erdoğan’ın ikinci büyük avantajı ise diğer liderlere nasip olmayan bir seçmen kitlesine sahip olması. Artık yüzde 30 civarında olduğunu anladığımız bu kitle Erdoğan’ın dış politika çelişkilerine, kendi söylemlerini reddetmesine vs tepki göstermiyor. Bunun anlamı şu: muhatapları Erdoğan ile pazarlık yaptıklarında bunu kendi seçmenine anlatmak, onları ikna etmek gibi bir sorunu olmadığını biliyorlar. Erdoğan bunu onlara en başından garanti edebiliyor. Bu iki özelliği muhalif gözlemciler tarafından çok eleştirilirken, uluslararası alanda Erdoğan’ın bir asset’i, onu değerli kılan bir özelliği olarak görülüyor.
Bütün bu tartışmalarda kritik nokta ise Erdoğan iktidarının devamını kimin isteyip istemediği. Bir sonraki yazıda bunu tartışacağım.