Görünürlük ekonomisinde kendin kalabilmek

Dış dünyanın kesintisiz akışına rağmen, içsel bir sessizlik alanı kurulabilir ve bu, sürekli uyarana maruz kalan zihin için bir denge alanı sunabilir.

Sosyal medya, yalnızca iletişim kurulan bir alan olmaktan çıkarak; dijital benliklerin sergilendiği, etkileşim üzerinden değer biçilen bir pazar yerine dönüşmüş durumda. Takipçi sayısı, beğeni, yorum ve paylaşım gibi göstergeler artık yalnızca içerik üretimini değil; insanın sosyal değerini ve kimi zaman ekonomik potansiyelini de belirliyor.

Artık yalnızca içerik değil; duygu, dikkat ve algı da pazarlanabilir metalar arasında. Bir iletişim ağı olmaktan çıkıp sosyal karşılığı olan bir onay piyasasına dönüşen bu yapının arkasında, tıpkı klasik ekonomilerde olduğu gibi işleyen bir arz-talep ilişkisi var: Görünür olmak, takdir edilmek, beğenilmek arzulanıyor. Karşılığında ise zaman, mahremiyet, özgünlük ve bazen de ruh sağlığı veriliyor.

Bu nedenle, bu yapının yalnızca dijital alışkanlıklarla açıklanamayacak kadar güçlü bir toplumsal etkisi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü burada ekonomik sermayenin yanında; beğeni, görünürlük ve onay da sosyal sermayeye dönüşerek dolaşıma giriyor. İnsanlar beğeni kazanmak için duygu sunuyor, dikkat çekmek için mahremiyetini açıyor. Algoritmalar bu etkileşimleri ölçüyor, ödüllendiriyor, görünürlüğü yeniden dağıtıyor. Etkileşimden doğan bu görünmez değer zinciri, yalnızca bireysel tatmin değil; kültürel normlar, sosyal ilişkiler ve kimlik algısı üzerinde de gerçek etkiler yaratıyor.

Kimlik inşasında dijital etkileşimin gölgesi

Dijital çağda insan, yalnızca ne söylediğiyle değil; ne kadar yankı bulduğuyla tanımlanıyor. Paylaşımın aldığı yorum, beğeni, izlenme ya da paylaşım sayısı; zamanla içeriğin niteliğinden çok, kimliğin değerini belirleyen bir ölçüt hâline geliyor. Özellikle genç kuşaklar, benlik algılarını içsel deneyimlerden değil, dijital etkileşimlerden türeterek inşa ediyor.

2011 yılında Gonzales ve Hancock’un gerçekleştirdiği bir araştırma, insanın sosyal medya profilini görmesinin benlik değerinde kısa süreli bir yükseliş yarattığını gösteriyor. Ne var ki bu yükseliş; yüzeysel, geçici ve dışa bağımlı bir yapıya sahip.

Twenge ve Campbell’in uzun dönemli bulguları ise daha derin bir endişeyi ortaya koyuyor: Sosyal medya etkileşimlerinin artışıyla birlikte Z kuşağında depresyon, kaygı bozuklukları ve intihar oranlarında da kayda değer bir artış gözlemleniyor. Çünkü kimliğin temeli görünürlük ve dijital yankıya dayandığında; insan, kendi içsel kaynaklarından uzaklaşıyor. Etkileşim sayıları bir kabul görme hissi sunuyor gibi görünse de, bu kabul kırılgan ve koşullu.

Algoritmaların ritmine teslim edilen bir benlik, sessizlikte varlığını yitirme korkusuyla sürekli konuşmak, paylaşmak ve görülmek zorunda hissediyor. Ve tam da bu noktada, dijital onay ihtiyacı bir alışkanlık değil, bir bağımlılık hâline geliyor.

Duygular artık birer içerik malzemesi

Dijital dünyada artık yalnızca ne düşünüldüğü değil, ne hissedildiği de içerik hâline geliyor. Üstelik en çok etkileşim alan paylaşımlar genellikle en acılı olanlar: Kayıplar, hayal kırıklıkları, travmalar. Çünkü görünürlük ekonomisinde kırılganlık dikkat çekiyor. Bu da duyguların yaşanmasından çok, sunulmasını önemli hâle getiriyor.

Böyle bir ortamda, duygular yalnızca kişisel deneyimler olmaktan çıkıyor; ilgi gören, yankı uyandıran, etkileşim getiren birer içerik nesnesine dönüşüyor. Ve bu dönüşüm, zamanla hissetmenin kendisini de dönüştürüyor.

Zizi Papacharissi’ye göre, duygusal ifşa artık samimiyetin değil; görünürlük ve toplumsal sermaye kazanımının stratejisine dönüşmüş durumda. Hangi duygunun ne zaman, nasıl gösterileceğine dair kültürel bir zamanlama yaratılıyor. Sevincin bile zamanı, hüznün bile estetik oranı bulunuyor.

Bağlantıdayız ama temas hâlinde değiliz

Sosyal medya çağında, yüzlerce takipçi, onlarca hikâye arasında derin bir sessizlik hissediliyor. Göz teması olmadan sürdürülen ilişkiler, emojilerle kurulan bağlar, sohbet yerine bildirimlerle beslenen temaslar hayatı sarıyor. Sosyal medya görünürlüğü, insanlar arasındaki bağlantıyı artırıyor gibi görünse de aslında yalnızlık deneyimini ortaklaştıran yeni bir zemine dönüşüyor. Gerçek bağların yerini algoritmalarla şekillenen etkileşimler alıyor; bu da insanın sosyal çevresinde fiziksel olarak kalabalık, duygusal olarak ise izole hissetmesine neden oluyor.

Bireysel yalnızlık görünmez kılınırken, aslında toplum genelinde yeniden üretiliyor. Sonuç olarak yalnızlık, kişisel bir durum olmaktan çıkıp, sosyalleşmenin dijital formlarına içkin bir yapısal özelliğe dönüşüyor

Dijital gürültüde içsel sessizliği koruyabilmek

Görünürlüğün baş döndürücü hızına karşı, içe dönük bir soru belirmeye başlıyor: Tüm bu etkileşim, paylaşım ve performans arasında, insan kendine ne kadar temas edebiliyor?

Kimliğin göz önünde inşa edildiği bir çağda, içsel deneyimlerin korunabilmesi ve insanın kendinden uzaklaşmaması için bilinçli bir yönelim geliştirmesi ve dijital dünyayla kurduğu ilişkiye dair farkındalık kazanması gerekiyor.

Bu noktada, algoritmalarla kurulan ilişki biçimlerini tanımak, görünürlük baskısını sorgulamak ve ekranlar aracılığıyla şekillenen kimliklere eleştirel bir mesafeden bakabilmek; insanın kendi varoluş deneyimini yeniden sahiplenebilmesi için hayati bir adım oluşturuyor. Bu sürecin, dijital deneyimlere sınırlar koymak, çevrimdışı varoluş alanları yaratmak ve içerik üretiminde kişisel motivasyonları gözden geçirmek gibi adımlarla desteklenmesi önem taşıyor.

Görünürlük ekonomisinin yarattığı bu duygusal, toplumsal ve zihinsel yükler bir arada düşünüldüğünde, dijital dünyada kendin kalabilmek, yalnızca bağlantının sürdürülmesiyle değil; bu bağlantının insanda ne tür izler bıraktığını, neyi çoğalttığını, neyi eksilttiğini görebilmekle anlam kazanıyor.

Görünürlük olmadan da sürdürülebilecek bir benlik, paylaşılmadan da anlamlı kalabilecek bir yaşam hâlâ varlığını koruyor. Dış dünyanın kesintisiz akışına rağmen, içsel bir sessizlik alanı kurulabilir ve bu, sürekli uyarana maruz kalan zihin için bir denge alanı sunabilir.

Köşe Yazıları Haberleri