Grizuyu hisseden kuşun hayat kurtarması gibi

Kuşlar madenin derinlerine indiriliyor, hareketleri, felaket önsezisi olarak iş görüyordu, peki biz felaketleri öngörebilir miyiz veya felaketleri öngörme sezisinde kuşun yerine neyi koyalım ki onlar hakkında önceden düşünebilelim, bu mümkün mü?

“Grizu renksiz ve kokusuz bir gaz olduğundan eskiden maden kuyularına kafes içinde içerisinde kuşlar indirilirdi. Kuşlar titremeye veya tüylerini kabartmaya koyulduğunda, tehlike ânının geldiği hissedilirdi veya geldiğinin görüldüğü düşünülürdü.”

Georges Didi-Huberman Lemis Yayınları tarafından, P. Burcu Yalım çevirisiyle basılan, “Grizununun Kokusunu Almak” adlı kitabında böyle bahsediyor grizudan, maden katliamlarında sık sık karşımıza çıkan grizu kelimesi metinde hem gerçek anlamıyla hem de metaforik anlamda kullanılıyor. Kuşlar madenin derinlerine indiriliyor, hareketleri, felaket önsezisi olarak iş görüyordu, peki biz felaketleri öngörebilir miyiz veya felaketleri öngörme sezisinde kuşun yerine neyi koyalım ki onlar hakkında önceden düşünebilelim, bu mümkün mü?

Pasolini ve “La Rabbia”

Didi-Huberman, maden felaketlerini ve dünyanın hafızasında yer bulan veya bulamayan yaşanmışlıkları metne taşırken, bunun sinemasal kurguda nasıl işlediğini göstermek için Pasolini’nin “La Rabbia” belgeselini derinleştiriyor.

Yazarın düşüncesi ekseninde, bu belgeselin öngördüğü meseleler kuşun grizu konusunda yaptığına benzer bir sezgi içeriyor ki olarak Didi-Huberman da bunu vurgulamaya çalışıyor. Çünkü yönetmenin “şiir sesi” (nesir sesiyle kesişen hüzünlü ton), “nesir sesi”(eleştirel ses) “resmi ses” (iktidarın sesleri) olarak adlandırdığı farklı seslerle ortaya çıkan anlatı, bir arada kullanılan başka sekansların izleyen üzerinde etkisi, sinemasal kurguda öngörülmüş bir geleceğe işaret ediyor ve şimdiyle iç içe bir geçmişi düşünmeye izin veriyor.

Didi-Huberman’ın cümleleriyle söylersek: “Felaketler için geçen zamanın görünürdeki normalliğinden daha iyi hile yoktur (geçen zaman “kendiliğinden geçer” görünür, fakat gerçekte el altından en kötüsünü “geçirir.”) Pier Paolo Pasolini’nin çağdaş dünyanın -tarihsel, antropolojik, siyasi ve estetik- hali hakkındaki sarsıcı şiirsel belgesel kurgusu La Rabbia’da benimsediği bakış açısı da tam olarak buydu.” Felaketlerin içinde yaşadığımız bir dünyadan bu cümlelere bakarsak, “zamanın görünürdeki normalliği” durumunun şimdide epey geçerli olduğunu fark ediyoruz. Onca şey oluyor, her gün başka bir felaketle karşılaşıyoruz -savaşlar, yangınlar, kapitalizm kaynaklı iklim değişiminden gelen sorunlar, şiddet ve dehşet görüntüleri- ama rutin devam ediyor ve sanki her şey normalmiş gibi sürdürdüğümüz yaşamlara hapsolmuş gibi hissediyoruz.

La Rabbia belgeseli de bunu sorunsallaştırıyor, iç içe yerleşmiş farklı sekanslar, Cezayir’de Fransız uçağı, bombaların altında Cezayirli çocuk, Morgnano felaketinden madenci cesetleri ve diğer yanda tüm bu felaket görsellerinin arasından sızıveren, belki de zamanın felaketler içinde normalmişçesine akıp gidişini sezdiren, Marilyn Monroe’nun yüzü.

Körlüğü Geçirmek

Didi-Huberman La Rabbia’da, Pasolini’nin el altından da olsa bizim “körlüğümüzü geçirdiği”ni düşünüyor. Onun bununla kast ettiği normallik tarafından esir alınmış bedenlerimizin “körlüğü”, zamanın “geçişinde” farkına vardığımız veya varmak istemediğimiz, görmezden geldiğimiz felaketlerin nasıl normalliğin inşasına katkıda bulunduğu. Çünkü düşünürün ifadesiyle: “Normallik halinde, etrafına bakamaz insan: Etrafındaki her şey ‘normal’ gibi görünür, acil durumda geçen yılların heyecanından ve duygusundan yoksundur. İnsan o zaman normallikte uyuklamaya meyleder; kendi üzerine düşünmeyi unutur; kendi kendini yargılama alışkanlığını kaybeder; kendi kendine kim olduğunu soramaz olur.”

Didi-Huberman’ın 2012-2013 yılları arasında yazdığı bu metinde, düşünür farkında olmadan normalleşmenin gidebileceği yeri, “madene indirilen kuş” gibi sezmiş diyebiliriz. Çünkü günümüz dünyası açısından düşündüğümüzde, dehşet ve şok hissi yaratabilecek pek çok yaşantının enformasyon hızı içerisinde kısa süre görünür olup sonrasında yitik hâle gelmesi buna işaret ediyor, bu durum konumuz bağlamında “insanın normallikte uyuklaması” olarak görülebilir ki son yıllarda bunu farklı şekillerde defalarca deneyimledik.

Asıl Mesele

Yazar meselesini Walter Benjamin’in tarih fikriyle kesiştiriyor, geçmişin şimdide işlevsel olabilmesi için onun nasıl ele alınması gerektiği kitabın tartıştığı temel meselelerden. Didi-Huberman metnin başında şuna işaret ediyor: “Düşünceden, tarihten belki de sanatsal etkinlikten, pusuda bekleyen felaketlere karşı bizleri uyanık tutmasını bekleyebiliriz. Her halükârda, bizlere düşenin, tarihin bir ‘yangın alarmı’ (Fuermelder) gibi hareket edeceğini farz etmek olduğunu söyleyen Walter Benjamin’in o çok sevdiği tarih vizyonu da -evet vizyon diyorum- bize daha pek çok şeyin yanı sıra, böyle buyuruyor. ‘Kıvılcım dinamite ulaşmadan yanan fitili kesmek gerekir.’”

“Felaketlere karşı uyanık olma” veya “grizunun kokusunu alma” meselesini şimdide düşünürsek, bunun imkânsız olmadığını söyleyebiliriz. Örneğin, iklim değişiminin getirdiği ve getirebileceği sorunlara aşina olmadığımızı söylemek bir çeşit görmezden gelme düşüncesinin yansıması olarak tahayyül edilebilir, oysa bu konuda “yanan fitili kesmek” için harekete geçmeye bir engel yok. Veya dünyanın savaş konusundaki deneyiminin tartışmaya yer bırakmayacak şekilde savaşın reddini getirmesi beklenirdi değil mi? Eğer tarihin bir “yangın alarmı” gibi hareket edeceğinin farkında olsaydık.

Evet, sanattan, tarihten, düşünceden hâlâ bir şey umabiliriz hâlâ düşünürün aktardığı, Benjamin’in ısrarla vurguladığı şu cümlelerin geçerliliği var: “Tarihçinin işi, geçmişe dönerek az çok serinkanlı bir biçimde salt bir referansa veya reveransa bağlı kalmak değil, bizzat acillikte, şimdiki zamanın güncelliğinde, yani asli bir tehlikenin, feci bir konfigürasyonun acilliğinde baş gösterme gücü için geçmişi anımsamaktır.” Geçmişin şimdide acil olana söyleyecek sözü var, sanatsal edimlerin, tarihçinin, eleştirel düşüncenin “şimdiki zamanın güncelliğinde” geçmişin gücünü ve “yangın alarmı” işlevini felaketler bağlamında anımsatmayı bırakmaması gerekiyor ki Didi-Huberman’ın tartıştığı sorunun bir ucu da buraya dokunuyor.

Ancak mesele sadece bununla da kalmıyor. Aynı anda gerçekleşen farklı felaketlerin bazılarının incelenmiş, hakkında konuşulmuş, düşünülmüş olduğunu görüyoruz ancak bazıları tarihin sahnesinde yitirilmiş oluyor. Didi-Huberman şuna dikkat çekiyor: “Bir felaket, kendisiyle çağdaş olan başka bir felaketle, tarihin belli bir ânında bütün görüş alanını işgal edecek daha bariz bir felaketle gizlendiği ölçüde, görülmeden kalacak, ‘geldiği görülmeyecektir.’” Bir felaketin diğerini görünmez kılması gibi bir şeyden söz edilebilir bu durumda. Peki, neden? Nicelikler üzerinden ele alma bana kalırsa zamanımızın bu konudaki önemli sorunlarından, bir felakette kaç kişinin yaşamını kaybettiğine göre tepkinin artıp azaldığına çok sık tanık olmuyor muyuz mesela? Konu tarih olduğunda ise genellikle bir kurgu durumunu işe dahil etmemiz gerekiyor. Yukarıdan belirlenen anlatılar, resmi tezler bir felaketi görünmez kılmak için başka bir felaketi devreye sokabilir veya onu hiç yaşanmamış sayabilir.

Böyle durumlar için Didi-Huberman, yine Benjamin’in tarih dersinin bir diğer yönünü hatırlatıyor: “1940 tezlerinin yazarının tarihin, ‘okunabilirliği’ (Lesbarkeit) dediği şey ile onunla el ele giden ‘görünürlük’ koşulu (Sichtbarkeit) ve epistemik ‘bilinebilirlik’ veya ‘tanınabilirlik’ statüsü, tüm bunlar ancak bu şimşeklerle, bu patlamalarla veya iki taraflı füzelerle ve genellikle ‘diyalektik imgeler’ dediği bu zaman kurgularıyla belirir. Her şimdiki zaman, kendisiyle senkronik olan imgelerle belirlenir; her Şimdi belirli bir bilinebilirliğin Şimdisidir.”

Tarih bize imgeler bırakır, o imgelerin “okunabilirliği” eş zamanlı başka yaşanmışlıkları bir arada düşünebilmekle ilişkilenir. Bu, felaketlerin birinin diğerini dışlamadığı bir okuma ortaya çıkarabilir. Ancak onları şimdide anlamlandırabilmek, “tanınır” statüsü kazandırmak, zamanda geriye gitmeyi ve şimdide onu yeniden kurmayı ve anımsatmayı gerektirir. Bu aynı zamanda Şimdide “bilinebilir” olanın geçmişle birlikte eş zamanlı düşünülebildiği bir bakış sunar.

Zamanın “normalleşen” hızlı akışı içinde, deneyimsiz bir şimdiki zamanda yaşadığımız söylenebilir. Şimdinin sadece içinde bulunduğumuz an olmadığını, geçmişin “yangın alarmı” işlevindeki yaşanmışlıklarına sırtımızı döndüğümüz için kavrayamıyoruz belki de. Ayrıca, felaketlerin ne getirebileceğini -en azından Didi-Huberman’ın metnini yazdığı döneme kıyasla- daha sezebilir konumdayız. Ancak sanatsal pratiklerimiz, meselelere o günün içinden bakışımız, şok etkisi yaratması beklenen onca yaşantının güncelin kuyusunda kaybolup gitmesine sebep olabiliyor. Bu nedenle edimlerimiz “pusuda bekleyen” felakete işaret etmekten çok şimdinin gösteriye hizmet eden imgelerine dönüşüyor, geçmişsiz bir şimdi perspektifi bizi geleceksiz bırakıyor, zamanın kapsamı şu an üzerinden daraltıldıkça yapma gücümüz her geçen gün biraz daha aşınıyor.

Oysa grizuyu hisseden kuşun hayat kurtarması gibi, geçmişin yaşanmışlıklarını, şimdinin felaketlerini sezmek için işlevsel kılmak, zamanımızda yaşamı ve canlıları kurtarmak anlamına gelebilir.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/grizunun-kokusunu-almak/631359.html

Köşe Yazıları Haberleri