EMEK EREZ
Metinler bize bir ortam verir ve içine dahil eder. Ortam, metnin atmosferiyle oluşur filmlerde veya kitaplarda içine girdiğimiz yerle, karşılaştığımız karakterlerle kurduğumuz ilişkiyle ortaya çıkar. Bu okura/izleyiciye metinle bağ kurma imkânı sağlar. Bu bağı kurabildiğimiz anlatılar içerisinde yer bulabildiğimiz, bizi pasif konumdan çıkaran, orada eyleme şansı veren metinlerdir. Bana kalırsa üzerimizde iz bırakan, unutamadığımız filmler, kitaplar bu ortamı yarabildiği için bizimle yola devam ederler, yolumuza çıktıklarında tekrar okumaya, izlemeye çağırırlar.
“Paterson”
Jim Jarmusch’un (2016) “Paterson” filmi benim için bu ortamı yaratabilmiş filmlerdendir. Metin, New Jersey’nin Paterson kentinde, otobüs şoförü ve şair Paterson (Adam Driver), eşi Laura (Golshifteh Ferahani) ve köpeklerinin yaşamından yola çıkar ve şehri öne çıkaran bir anlatı sunar. Bu nedenle burada mekân olarak seçilen Paterson ile karakter Paterson’ın aynı ismi taşımaları öylesine değildir.
Paterson otobüs şoförlüğü yaparken, yaşadığı kentin ve Laura’yla olan yaşamının ayrıntılarından oluşturduğu şiirler yazıyor. Günlük rutini olan şoförlük işi nedeniyle her gün yaşadığı şehrin yollarını aşındırıyor, insanlarına temas ediyor, ilk bakışta sıkıcı görülebilecek bu gündelik düzen onun açısından otobüsün içini ve dışını gözleyebildiği bir alan yaratıyor. Burada otobüsün de filmin anlatısı açısından işlevsel olduğu düşünülebilir çünkü otobüs ona bir yandan şehre, insanların kaygılarına hâkim olma şansı verirken diğer yandan onu hareket halinde tutarak tüm gün kenti katetme, ayrıntılarını derinleştirme imkânı veriyor.
Ortama Yerleşme
Ayrıca, otobüsün verdiği hareket halindeki bakış imkânı, küçük bir kentte yaşayanların içine sıkıştığı o boğulma durumunu yansıtan, mekânın öne çıktığı klasik anlatıları aşmak açısından önemli hale geliyor. Çünkü bu aynı zamanda izleyeni de bu sıkışmışlık duygusundan koruyarak başka şeyler düşündürmeyi, bakışını tek yöne sabitlememeyi sağlıyor.
Genel olarak mekânın öne çıktığı anlatılarda özellikle de “Paterson” gibi rutini vurgulayan, küçük bir kentte kendi yolunu bulmaya çalışan karakterlerin olduğu metinlerde, çıkışın yönü genellikle oradan uzaklaşmak üzerine kurulur. Çok sık rastladığımız bu anlatma biçiminde, karakterlerin kendini geçekleştirmesi, varlığını anlamlandırması o yerden çıkmakla ilişkilenir ve okuyanı ya da izleyeni o âna odaklar. Jarmusch’un bahsettiğimiz filmi fikrimce bunun tersini yapıyor, kaçmak istemiyorsunuz tam tersine karakterlerle birlikte orada olup, tüm sıradanlığına rağmen onlarla birlikte şehri deneyimlemek için kalmayı seçiyorsunuz çünkü film çıkışı, seçtiği mekânın içinde yaratıyor.
Mesela, Laura kendi ilginç anlarını yaratmak için her şeyi siyah-beyaza boyuyor ona göre boya yapmak, her şeyi daha ilginç hale getirmenin bir yolu. Onun içinde bulunduğu durumun dışında bir varlık kaygısı olduğunu hissediyoruz; cupcake yaparak zengin olmayı planlıyor veya gitar öğrenip şarkıcı olmayı ama bunları yapmak için gitmesi gerekmiyor. Ne olacaksa o mekânda, Paterson’da olacak bunu seziyoruz. Bu durum izleyende bir çeşit oraya yerleşme hissi oluşturuyor ve bahsettiğim ortama dahil olma iznini veriyor, orada bir süreliğine yaşayarak karakterlerin şehirle birlikte varolma deneyimine eşlik etmeyi arzuluyorsunuz.
Peki, film bu ortama yerleşme duygusunu nasıl sürdürüyor? Bana kalırsa filmde bunun cevabını bulabileceğimiz epey ayrıntı var. Mesela, her sabah aynı saatte güne başlayan, neredeyse her gün aynı saatte eve dönen hatta evin girişindeki posta kutusunun eğikliğini eve her dönüşünde aynı şekilde düzelten Paterson’a baktığımızda, normal şartlarda kolaylıkla sıradanlıkta sıkışmış bir karakterden söz edebiliriz. Ancak metin bizi o ilk görünenin dışında bir yere ulaştırıyor. Bunun yöntemini de şiirle buluyor, seyirci karakterin sıradan yaşamından çok onun zihninde kendine yer ediniyor. Aslında şiirinde de onun alışılagelmiş yaşamının temsili var ama ona hissettirdiği kendi zamanının içinden çıkma, gündelikten kaçabilme durumu izleyene de geçiyor. Çünkü bu zamanın düz çizgisinde sapma yaratıyor, her şey çok monoton hissi oluşmuşken şiirle bölünen akış ve sıradanlığın karakterin zihnine yansıdığı haliyle görünüşü, izleyeni o andan çıkarıyor.
Örneğin, evde devamlı kullanılan kibrit markasının değişmesi, normal düzenin içindeki o küçük ayrıntı, birdenbire karakterin zihninde bir şiire dönüştüğünde, kibritin renginin mavi olması bile o aleladeliği kırma aracına dönüşebiliyor. Tüm o renksiz görünenin içinde küçük bir pırıltı yakalanabiliyor, ortaya çıkan bir anlık ilham, izleyen ve karakter için tam havasızlıktan boğulacakken açılan bir pencereye dönüşüyor.
Lefebvre, gündelik yaşamı üzerinde yürüdüğümüz ama farkında olmadığımız, hayat veren bir güç kaynağı olarak verimli bir toprağa benzetir. Filmin anlatısında bana kalırsa şiir, gündeliğin verimli toprağını ekmek ve yeşertmek gibi bir işlevi yerine getiriyor.
Yaşam Biçimi Olarak Şiir
Kendimizin hep daha fazlası olduğumuzu göstermek ve kanıtlamak zorunda olduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Sanatsal pratik zamanımızda ne kadar görünür olduğunla, gösterdiğin performansla ilişkili hale geliyor, her şeyin en aşırı şekliyle sergilendiği, gösteriye eklenemediğinde, kitlenin onayını alamadığında yok olduğu Neo-liberal çağ şartlarının bizi getirdiği yer burası. “Paterson” filmi bu konuda da seyirciye bir şeyler söylüyor ve sanırım metnin, en azından benim izleme deneyimimde tekrar tekrar içine çekilmeme sebep olan yanlarından biri de bu.
Paterson için şiir yazmanın elbette kendini gerçekleştirmekle ilişkisi kurulabilir ancak burada tek başına sebep değil bu durum. O gerçekten şiiri bir yaşam biçimine dönüştürüyor “gizli defteri”ne hayatın ayrıntılarından çıkardığı dizeleri yerleştiriyor ve bunu bir başarı meselesi haline getirmiyor. Hayranı olduğu şairlerle aynı şey için çabalıyor olmanın hazzı, onu başkasından çok kendi için şiir yaratmanın peşine düşürüyor, şiirle yaşıyor, her gün geçtiği sokakları zihnindeki şiirlerle aynı olmaktan çıkarıyor ve bu belki de onun için nefes alma biçimine dönüşüyor. Onun, dünya şiirimi nasıl karşılayacak gibi bir kaygısının olmaması, yaptığı şeyi tek başına bir mutluluk sorunu haline getirmemesi, filmin bana kalırsa üzerinde durmaya değer yanlarından biri. Burada yaptığın şeyi önemseme ama onun üzerinden bir şey olmayı o kadar da kafaya takmama hatta yapabilirim ama tercih etmiyorum gibi bir durum var. Bu da her şeyin başkasının gözündeki yerine göre değerlendirildiği bir çağda, filmin başka bir ayrıntısı fikrimce ama bunun kesin bir mesaj olarak işlediğini de söyleyemeyiz ki zaten bence filmin mutlak bir mesaj verme kaygısı yok.
Zira filmin diğer karakteri Laura’da tam tersini görüyoruz o dünyaya daha açık bir temsil olarak karşımıza çıkıyor, Paterson cep telefonu bile kullanmazken Laura teknolojinin tüm imkânlarını kullanıyor, onun kendisi dışında başka bir şey olma kaygısı açıkça hissediliyor. Ancak Paterson ve Laura’nın ilişkisine baktığımızda bunun filmin anlatısına bir çekişme aracı olarak yerleştirilmediğine tanık oluyoruz. Konu ne olursa olsun karşılıklı olarak birbirini destekleme daha çok öne çıkıyor. Bu da filmin eski ve yeni arasında bir seçim yapmadığını ikisini bir arada düşündüğünü gösteriyor. Kısacası, Paterson’ın defteriyle Laura’nın iPad’i arasında bir tercih yok ve bu durum bizi nostalji hissiyle savrulmaktan kurtarıyor çünkü bir imge olarak defter çok kolay bu duyguyu çağırabilirdi.
Paterson “Emily Dickinson seven bir otobüs şoförü”, bu vurgu Jarmusch’un karakteriyle yaptığı başka bir şeyi daha düşündürüyor. Şiir onun için daha çok kendisiyle ilgili bir mesele bahsettiğimiz gibi, Paterson için şoför olmak ve şair olmak birlikte ilerliyor biri diğerinin önüne geçmiyor veya karakter kendisini tanımlarken herhangi birini öncelemiyor. Böylece, film insanı tek bir şey olmaktan çıkarıyor, mutluluğu tek bir amaca indirgemekten kaçınıyor bu nedenle sizin için de karakter sadece şair veya şoför değil ikisi birden. Bu durumda, yönetmenin şairliği bir konum olarak kurmadığını hissediyoruz bu edime bir yücelik vasfı verilmiyor, karakterin şiir yazması bir ideale ulaşmanın aracı olmaktan çok onun yaşamının bir parçası, dünyayla, kitleyle ilişki kurma, kendini gösterme aracı değil varoluşuyla ilgili bir pratik.
Bir günü bitirmenin bile zahmetli olduğu zamanlarda, size bir ortam veren metinler önemli hâle geliyor. Jim Jarmusch’un “Paterson”ı bahsettiğim gibi, onlardan biri benim için. Filmin telaşsız bir anlatı sunması, kaçmadan da bir imkân bulunabilir mi sorusunu düşündürmesi, şiirin, yazının bir amaç olarak, birileri için veya bir şey olmak için değil sadece kendi varoluşunun bir parçası olarak devam ettirilebileceğini görmenin yaşattığı duygu, metni hakkında düşünmeye değer kılıyor fikrimce. Kısacası, bazı metinler böyle, sizi tekrar tekrar çağırıyor ve kendini hatırlatıyor.