Hepimiz Biraz Komplocuyuz!
Yakın zamana kadar komplo teorileri bir nevi hobi, biraz esrarengiz bağlantılar biraz da akla gelmeyecek ilişkileri açığa çıkarmak anlamına gelen eğlencelikler anlamına geliyordu. En azından benim gibi konuya ne çok kaptıran ne de büsbütün dışında kalan insanlar için. Elbette tarih boyunca çok yıkıcı sonuçları olmuş komplo teorileri de var; ancak bununla ilgili olarak neyin komplo, neyin yalan, neyin kara propaganda olduğunu da iyi ayırt etmek gerekiyor.
Örgütlü cahillik propagandası
Bu konuya yönelirken altta yatan motivasyonum aslında Corona günlerinde virüsten daha hızlı yayılan bütün bir sürecin uydurma olduğuna inanan, aşı karşıtı söylemler ve komplo teorileriydi. Fakat konu hakkında araştırma yaptıkça daha vahim bir gerçeklikle karşılaştığımı söylemeliyim. Küresel düzeyde örgütlenen pragmatist bir cahillik propagandasıyla karşı karşıya olduğumuzu net bir biçimde görebiliyoruz artık. Batı Avrupa açısından kan emici, satanist, pedofililer tarikatına inanan Trump taraftarları ve Brexit referandumu sürecinde yayılan yalan haberlere inanan ve bunları asla sorgulama konusu yapmayan İngiliz orta sınıfı, bu cahillik öğretisinin kolayca yerleşip yeşerebileceği en verimli habitatlar olarak çıkıyor karşımıza. Bu yörelere hâkim iklimin sağ ve aşırı sağ görüşler olduğunu söylemek mümkünse de bu tip komplo teorilerinin özellikle orta ve kuzey İngiltere’de işçi sınıfı ve bazı radikal çevreci hareketler arasında da hatırı sayılır taraftarlar edindiğini görebiliyoruz.
Niçin virüsten hızlı yayılıyor?
Genelde komplo teorilerinin, özelde Corona virüs senaryolarının virüsün kendisinden de hızlı yayılmasının bazı görünen nedenleri var elbette. Her şeyden önce sosyal medya bu gibi durumlar için ideal bir ortam sunuyor. İçerik üretmek, üretilmiş içerikleri profilinde paylaşmak, yorum yazmak, ahaliye ayar vermek, profesörlerle aşık atmak, her türlü bilimsel bilgiyi reddetmek hem çok kolay hem de hiçbir sorumluluğu yok. Dünyanın hiçbir ülkesinde CERN deneylerinin sonuçlarıyla dalga geçtiği için itibar kaybına uğrayan, işinden atılan, tutuklanan bir sosyal medya kullanıcısı kaydı yok henüz.
QAnon ve benzeri aşırı sağcı grupların paylaşımlarının Trump gibi ikonik isimler tarafından yeniden paylaşılması da bu hızlı yayılmanın nedenlerinden birisi.
Bir başka neden de dünya genelinde orta ve alt sınıfların iktidarlara olan güvensizlikleri. Sadece hükümetlere değil zengin, nüfuzlu ya da ünlü kişilere karşı duyulan şüphe de insanların bazı hikayelere inanmalarını ve bu hikayeleri biraz da süsleyerek yeniden dolaşıma sokmalarını kolaylaştırıyor. Söz gelimi, iklim krizi konusunda sahte raporlar ve sözde bilimsel çalışmalar ürettiren sanayi burjuvazisinin hükümetler üzerinde kurduğu baskı, insanların aklına haklı olarak gerçek iktidar kim sorusunu getiriyor ve bu konuda anlatılacak hikayelere karşı onları savunmasız bırakabildiği gibi sorgusuz sualsiz inanabilmenin dayanılmaz cazibesini de tetikleyebiliyor.
Bill Gates niçin bize çip takmak istiyor?
Covid19 ve aşı deyince hatırı sayılır ölçüde bir yığın, Bill Gates’in aşı yoluyla bize çip takacağını ve böylelikle hepimiz üzerinde bir kontrol mekanizması oluşturacağına inanıyor. Bill Gates’in niçin bizi kontrol etmeye çalıştığı konusunda ise genellikle küresel sermayenin ve onların maşası olan yerel hükümetlerin özgürlüklerimize karşı hasmane bir tutum içinde oldukları ezberi dışında elle tutulur bir gerekçe üretilemiyor. Örneğin aşı olduktan sonra bile bireylerin eski sosyal mobilizasyonlarına kavuşamayacak olmaları bunun en önemli kanıtı sayılıyor.
Peki bu süreçte Bill Gates’in adı niçin ön plana çıkıyor? Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, dünyanın en zengin insanlarından birisi olan Gates’in kendisini emekliye ayırdıktan sonra eşiyle birlikte kurduğu hayır kurumuyla ilgili. Bill & Melinda Gates Vakfı’nın sıtma, HIV, tüberküloz gibi hastalıklarla mücadele için küresel düzeyde gerçekleştirdikleri kampanyalar ve dünyanın dört bir yanında açtıkları tıbbi laboratuvarlar, Gates adının şeytanileştirilmesi için yeterli olmuş görünüyor. (Komplo teorileriyle ilgili olarak gerçekleştirdiğimiz 2 Lafın Beli Podcast serimizde Süreyya Tamer Kozaklı Gates Vakfı’nın çalışmalarını güzel özetlemişti). Bu çalışmalar üzerine Gates’in 2015’te yaptığı bir TED konuşması yeniden gündeme getirilince komplo teorisyenlerine gün doğuyor. Bu konuşmada Gates, Ebola virüsü ve yayılma biçimleri konusunda bilgi veriyor ve yeni pandemilere karşı hazırlıklı olunması gerektiğini söylüyor. İşte bu konuşma Gates’in bu salgından önceden haberinin olduğu ve hatta bilinçli olarak yayılmasına yol açtığının bir kanıtı olarak sunuluyor.
İkinci ve asıl büyük neden ise ID2020 adlı bir sivil toplum kuruluşundan kaynaklanıyor. Bu kuruluş, yeryüzünde belli bir yoksulluk sınırının altında yaşayan ve hiçbir hizmete erişim şansı bulunmayan yaklaşık 1 milyar kayıtsız yoksul ve göçmen için dijital kimlikler oluşturmaya odaklanmış durumda. Kuruluşun destekçileri aracında Gates Vakfı’nın da bulunması, zehir hafiyelerin meselenin izlerinin çip senaryolarına kadar sürülmesini sağlamış. Kuruluş’un adındaki ID (kimlik), COVID’in sonundaki ID ile ilişkilendirilince olay bir anda patlayıvermiş. Hem de ne patlama, haftalarca çeşitli kanallardan aldıkları tehdit mesajları nedeniyle hatları tıkanmış ve ID2020 kuruluşu çareyi FBI’ı arayıp yardım istemek de bulmuş.
Çamur at Kongre’yi basalım!
Başta da değindiğim gibi, bu tür komplo teorileri gizemli birer akıl yürütmeler olarak eğlencelik boyutunda kalsaydı sorun yoktu; ancak geçtiğimiz ay Birleşik Devletler’de yaşanan Kongre baskını bize komplonun teoride durduğu gibi durmadığını gösterdi. QAnon, Birleşik Devletler’de ortaya çıkan ve elbette öncülleri de olan aşırı sağcı, hadi adlı adınca söyleyelim, faşist bir grup. Örgüt demek çok mümkün değil; çünkü bildiğimiz anlamda bir idari yapısı, hiyerarşisi ya da belli bir adresi yok. Sadece sosyal medyada ön plana çıkan bazı isimler ve onların azımsanmayacak ölçüde kalabalık takipçileri var. En azından şimdiye kadar aksi bir bilgi edinilmiş değil; ama zaman içinde bu grubun bizzat Trump ya da bir tür Derin Devlet tarafından yönetiliyor olduğunu duyarsak pek de şaşırmayız.
QAnon tıpkı öncülleri gibi küresel ölçekte bir terör örgütünün varlığına inanıyor. Bu sözde terör örgütünün başını Hillary Clinton, Obama gibi Demokrat Parti’nin önde gelenleri, Dalay Lama, Papa Francis, Tom Hanks gibi uluslararası şöhrete sahip isimler çekiyor. Örgütün temel faaliyetleri arasında şeytana tapmak, pedofili ağını yönetmek, genç kalabilmek ve ömürlerini uzatabilmek için beyaz çocukların kanını içmek ve nihayetinde Amerika Birleşik Devletleri’ni zayıflatarak dünyada kaosu egemen kılmak olduğu söylenebilir.
Bu faaliyet raporuna bakıldığında ne kadar vahşi bir örgütle karşı karşıya olduğumuz hemen anlaşılıyordur sanırım. Ama işin kötü yanı bu örgütle ilgili hiçbir kanıta ulaşılamamış olması. Ama terör karşıtları bir kanıt bulmak için çok çalıştılar çabaladılar elbette. 2016 yılında Hillary Clinton'ın kampanya yöneticisi John Podesta'nın kişisel e-posta hesabı hacklendi. Bu epostalarda uluslararası pedofili çetelerinin Kuzey Amerika’daki toplanma merkezleri, porno prodüksiyonlarında kullandıkları cocukları hapsettikleri gizli hücrelerin nerede olduğu ve örgüt üyeleri hakkında bilgilerin bulunduğu gizli bilgi içeren birtakım kodların deşifre edildiği haberi, özellikle Washington DC’de sosyal medya üzerinden ışık hızıyla yayıldı. Comet Ping Pong adlı pizza dükkânı, bu iddiaların merkezine oturuverdi ve olaylar gelişti. Sonradan Pizzagate skandalı olarak adlandırılacak olan bu utanç verici olaylar sırasında pizza dükkânı kuşatıldı, çalışanları ve sahibi hayati tehlike yaşadılar. Kendisini hem vali hem savcı hem polis ilan eden silahlı bir gösterici dükkâna dalıp alt kattaki kilitli depo kapılarından birisini açmak için (esir tutulan zavallı çocukları kurtarmak ülküsüyle) silahını ateşleyince DC polisi duruma müdahale etmek zorunda kaldı ve böylece olası can kayıplarının önüne geçilmiş oldu. Bu olayın en vahim yanı, bütün bu iddiaların Twitter'ın yanı sıra TikTok gibi ortamlarda çocuk ve ergenler arasında da büyük bir oranda alıcı bulmuş olmasıydı.
2020 seçimlerinde yeniden gündeme gelen Pizzagate skandalı kim bilir belki de 2021 Ocak ayında yaşanacak Kongre baskının bir provasıydı.
Peki, ne yapmalı?
QAnon hareketinin Georgia’da kendi önderlerinden birisi olan Marjorie Taylor Greene’i desteklemesi, ABD Kongresi'ne göndermeyi başarması, komplo teorileri ve teorisyenleriyle ilgili endişeleri iyice arttırdı. Bu insanlarla nasıl mücadele edilmeliydi? Pek çok aklıselim bu konuya kafa yordu ve hala yormaya devam ediyor. Gelin bu konuda neler yapılabilir kısaca bakalım.
Her şeyden önce kendimizi ve çevremizi bu tür teorilerden korumamız gerekiyor, bunun için de neyin komplo teorisi olduğunu tanımlayabilmemiz gerekiyor. Bu konuda İngilizce’de üretilmiş CONSPIR yönteminden söz edebiliriz. Bu yöntem komplo teorilerinin doğasını anlayabilmek için baş harflerinde temsil edilen 7 denetleme kavramı öneriyor.
Bunlardan ilki Contradictory (Çelişkili iddialar). Buna göre komplo teorisyenleri aynı anda karşılıklı olarak çelişen fikirlere inanabilirler. Örneğin, Prenses Diana'nın öldürüldüğü teorisine inanmak ama aynı zamanda kendi ölümünü kendisinin planladığına yani bir biçimde intihar ettiğine inanmak. Bunun nedeni, teorisyenlerin “resmi” açıklamaya inançsızlıklarının mutlak olması, yani resmi teori ne diyorsa mutlaka onun tersinde bir şeyler üretmek zorunda hissetmeleri. İleri sürdükleri tezlerin tutarlı olup olmaması hiç önemli değil.
İkincisi Overriding suspicion (Aşırı Şüphe). Komplocu düşünme, resmi görüşe karşı nihilist derecede şüphecilik içerir. Bu aşırı şüphe, komplo teorisine uymayan herhangi bir açıklamaya inanmayı engeller.Aşı Covid19’a karşı yüzde 95 oranında başarılı, açıklamasına karşı deri altlarına yerleştirilecek çiplere inanmak komplocu-şüpheciliğin esasıdır.
Üçüncü kavramımız Nefarious Intent (Art Niyet). Komplo teorilerine eşlik eden temel varsayım her komplonun arkasında her zaman art niyetli birilerinin bulunduğudur, Bill Gates, Soros, Hillary Clinton… Öte yandan bu art niyetli planları deşifre etmek için yılmadan uğraşan insanların tek motivasyonu halkın gerçekleri öğrenme özgürlüğüne duydukları saygıdır.
Gelelim dördüncü denetleme kavramımıza, Something Must Be Wrong (Bu program geçersiz bir işlem yürüttü!). Komplo teorisyenleri, teorileri savunulamaz hale geldiğinde zaman zaman belirli fikirleri terk etseler ve bazı revizyonlar yapsalar da "bir şeylerin mutlaka yanlış olduğu”, yani neşeli bir çeviriyle, programın geçersiz bir işlem yürüttüğü konusunda o kadar ısrarcılardır ki; genel yaklaşımları ortaya çıkan anomalilerden asla etkilenmez. Çünkü resmî açıklama her zaman aldatmaya çalışır!
Beşinci sırada Persecuted Victim (Zulüm görmüş kurban) var. Komplo teorisyenleri kendilerini organize zulmün kurbanı olarak algılarlar ve böyle de sunarlar. Ve şüphesiz ki onlar kötü niyetli komplocularla mücadele eden cesur savaşçılardır. Komplocu düşünme, aynı anda hem bir kurban hem de bir kahraman olmanın öz algısını içerir.
Altıncısı Immune to Evidence (Kanıta Duyarsızlık). Komplo teorileri, kendi yaratıcıları tarafından asla öldürülmezler, doğaları gereği öldürülemez ve hep haklı çıkarlar. Şöyle ki, bir teoriyi çürüten kanıt, komplonun bir parçası olarak yeniden yorumlanır. Neden diye sorarsanız genellikle yanıt hep aynıdır: Çünkü öyle düşünmemizi istiyorlar! Bir komplo teorisini çürüten bir kanıt mı bulundu; demek ki teori o kadar güçlü ki, karşı taraf (hükümet) paniğe kapıldı ve tüm güçlerini bu teorinin halk arasında yaygınlaşmasına engel olmak için seferber etti.
Son olarak Re-interpreting Randomness (Rastgele Yorumlamak) kavramından söz edip bu bülümü kapatalım. Komplocu düşüncede aşırı şüphe, hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği inancıyla sonuçlanır. Küçük rastgele olaylar komplonun gerçekleşmesi için özellikle bir araya getirilmiş planlı işlerdir ve birbirleriyle derinden bağlı daha geniş örgüye sahiptirler.
Okur-yazarlık yetmiyor, mutlaka dijital okur-yazarlık!
Eski güzel günlerimizde okuduğumuzu anlamakla yetinebiliyorduk belki. Fakat kamusal denetimin çok düşük ya da çok zayıf olduğu sosyal medya çağında artık bununla yetinemeyiz. Kişisel verilerimizi korumak, dijital güvenlik politikalarını sıkı sıkıya takip etmek kadar, okuduğumuz şeyin gerçekliğini denetlemek de bize düşüyor. Yukarıda söylediklerimle çelişiyor gibi görünse de hafif şüphecilik her zaman faydalıdır. Okuduğumuz mesajın niyetini, mesajı gönderenin zihni melekelerini, mesaj konusunun kimleri ne biçimde hedef aldığını sürekli olarak göz önünde bulundurmak en önemli sorumluluklarımızdan birisi haline geldi artık.
Aşağıdaki örnek paylaşımda size inandırıcı gelen bir şey var mı? Bu iddia gerçek “ola bilirmi”?
Sözlerimi bağlarken yine 2 Lafın Beli’ni, yine Süreyya Tamer Kozaklı’yı anayım. Yukarıda değindiğim podcastimizin finalini şöyle bağlamıştı kendisi: “İnsanlığın güzel halleri var, -i hali var, -de hali var, -mişli geçmiş hali var, ama bu döküntü bi hali insanın yani! … Bu komploculuk, aşı karşıtlığı falan filan çok pespaye hali!”.
Podcastimizi dinlemek için play tuşuna basın
Lütfen kendinizi, çocuklarınızı, sevdiklerinizi bu tür toksik paylaşımlardan koruyun, sağlıcakla kalın.