Kimilerine göre dış politikada yine muazzam bir başarı hikayesinin yazıldığı günlerdeyiz. Bu görüşe göre Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı çıkarak bir yandan ittifak içindeki vazgeçilmez konumunu bir kez daha ispatladı; diğer yandan da eline aldığı bu koz sayesinde özellikle ABD ile ilişkilerde aylardır bir milim bile yol alınamayan birçok sorun için en azından bir perspektif oluşturmayı başardı. Yine bu görüşü savunanlara göre, hiç kuşku duymayalım ki ABD Kongresi Türkiye’nin bu resti karşısında F16’ların güncel yazılım satışlarını onaylayacağı gibi, yeni nesil F16 satışına da yeşil ışık yakacaktır.
Hatta F35 programına geri dönüş müzakereleri bile başlayabilir. Dahası ABD, Suriye’de PYD’ye verdiği desteği dondurup, Türkiye’nin operasyonlarının bu bölgeye doğru genişlemesine de göz yumabilir. Tabii bütün bunların ötesinde en arzu edilecek gelişme, Başkan Biden’ın yaz aylarında nihayet Türkiye’ye bir gezi gerçekleştirmesi ve ardından da beklenen hızlı ve ucuz ve para akışının başlaması olacaktır.
Bu arada bundan daha birkaç ay önce Finlandiya Başbakanı’na bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından üyeliğinizi destekleyeceğiz denmiş olması ama bu sözün tersine bir tutum alınmış olması çok da büyük sorun sayılmaz. Önemli olan dış politikada böyle büyük kozların yaratılabileceği fırsatların kaçırılmamasıdır. Bunu sağlayan da dış politika kararlarının günlerce sürebilecek, zaman kaybettiren istişarelerden sonra değil, yürütmenin başı tarafından hızlıca alınıp yürürlüğe konmasıdır.
2015- 2022: TÜRK DIŞ POLİTİKASI’NIN BÜYÜK KOZLAR DÖNEMİ
Ülkemizde maalesef hakim olan bu anlayışa göre dış politika, bazen hesapsızca atılan yararsız adımlardan (Libya ile imzalanan deniz yetki anlaşması) bazen de tanrının bir lütfu olarak elde edilen büyük (!) kozların (Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı) hızla kurulan ve parasal beklentilere odaklanan pazarlık masalarında kullanılmasından ibaret. Büyük kozlar listesi de kabarık: AB’ye karşı göç anlaşması, ABD’ye karşı S400 alımı, hem ABD hem Rusya’ya karşı Libya ve Suriye’deki askeri varlık ile İslamcı örgütler üzerindeki etki, Doğu Akdeniz’de AB, Yunanistan, Mısır ve hatta İsrail’e karşı Libya’yla yapılan münhasır ekonomik bölge anlaşması, Batı’ya karşı Ukrayna Savaşı’ndaki stratejik konum ve Rusya ile ilişkiler; son olarak da ABD’ye karşı İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği başvuruları.
Bu kozların hepsi Türkiye’nin büyük dış politika hamleleri olarak kamuoyuna sunuldu ve yine neredeyse hepsi Türkiye’nin tarihsel politikaları ve apaçık bölgesel çıkarları bir yana bırakılarak daha çok yürütme tarafından hızla geliştirilen inisiyatiflerdi.
Mesele şu ki bu kozların Türkiye’ye kısa vadede ne (kadar para) kazandırdığını, tarihsel politikalar terk edilerek taraf olunan bölgesel sorunların hangisini çözdüğünü ya da ülkenin hangi orta ve uzun vadeli çıkarına katkıda bulunduğunu hiçbir zaman anlayamadık. Kapalı kapılar ardında müthiş pazarlıklar yapılıyor, bunların iç siyasette büyük yankı uyandırması sağlanıyor ama iş orada kalıyor. Kazanım ne oldu derseniz, istenen sonuçlar bir türlü alınamamış oluyor; çünkü konjonktür hızla değişiyor; çünkü ABD ya da Rusya müdahale ediyor; çünkü AB verdiği sözleri tutmuyor vs vs. Yani koz listesi kabarık olduğu gibi bahane listesi de kabarık.
Acaba sorun bu konuların hiç birinde tarihsel birikime dayalı akılcı çözümlerin, konuların uzmanları ve kurumlar tarafından geliştirilememesi; hatta onların uyarı ve görüşlerinin sürekli saf dışı bırakılması olabilir mi? Yani dış politika yönetiminin kişiselleşmesi olabilir mi? Bu çok önemli bir soru; çünkü yine böyle büyük bir koz ele geçirdiğimiz bir dış politika hamlesi içindeyiz ve yine çok şey elde edebileceğimiz söyleniyor. Peki bu gerçekten böyle mi? Pandemi ile sarsılmış, belirsizlikler içindeki küresel güç ilişkileri ve Ukrayna Savaşı’nın yarattığı yeni bir bağlamda, Avrupa ve aslında bir bütün olarak Batı güvenlik mimarisinin yeniden inşa edildiği son derece kritik bir dönemde, 29 NATO üyesinin kabul ettiği tarihi önemdeki bir genişlemeyi kolaylaştıran ve bu dönüşüme katkı sunan değil engelleyen bir ülke olmak doğru mudur ve bize ne kazandırabilir? Bu soru bütün motivasyonu iktidarda kalmak olan bir kişinin değil, ülkenin uzun vadeli çıkarlarını korumaya odaklanmış kurumların sorabileceği bir sorudur elbette.
DIŞ POLİTİKANIN KİŞİSELLEŞMESİ: KOZLAR NE İŞE YARADI?
Türkiye’de dış politikanın hem genel karakterinin hem de bölgesel ve ikili ilişkilere yönelik pratiklerinin kurumsal niteliğini yitirmeye başlaması 2010’larda başladı. Bu tarihten itibaren dış ilişkiler bir devlet politikası anlayışı içinde değil; mevcut yönetimin esas olarak ideolojik tercihleri ve iç siyasetteki ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmaya başlandı.
Özellikle 2018’den sonraki siyasal rejim değişikliği bu kurumsallık dışılığa çok daha radikal bir nitelik kazandırdı; dış politikanın kişiselleşmesi diyebileceğimiz bir süreç başladı. Suriye iç savaşı ile biçimlenen bölgesel sorunlar, komşularla ilişkiler, AB üyeliği süreci, bir parçası olduğumuz Batı ittifakı ve Rusya/ Avrasya coğrafyası ile ilişkiler, dış politikanın oluşturulması ve uygulanmasından sorumlu ana bürokratik yapı olan Dışişleri Bakanlığı tarafından değil bizzat Cumhurbaşkanı tarafından kurgulanmaya ve yönetilmeye başlandı. Dış politikanın kişiselleşmesi süreci cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak içinde bulunduğumuz döneme damgasını vurdu.
Dış politikanın kişiselleşmesi en çok Batı ile ilişkileri etkiledi. Bu dönem özellikle Arap ayaklanmaları ve özellikle Suriye ve Libya’daki iç savaşlardan yararlanarak bölgesel etki alanını genişletmeye çalışan Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin çok yoğunlaştığı; buna paralel olarak Batı ile ilişkilerinin sıkıntılı bir hal almaya hatta gerilemeye başladığı bir dönem oldu.
2017’den itibaren AB üyeliği süreci tamamen durdu; en büyük dış ticaret ortaklarımız arasında yer alan farklı Avrupa ülkeleri ve İsrail ile siyasal diyalog çok bozuldu; hatta Avrupa Birliği Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetleri ve demokratik gerileyiş nedeniyle Türkiye’ye yaptırımlar uygulamaya başladı. Orta Doğu’da ABD ve Avrupa ülkeleri ile bir çok anlaşmazlık ve gerilim noktası belirginleşti. Genel olarak Türkiye- Batı ilişkileri müttefiklik ve işbirliğinden çok anlaşmazlıkların ve hatta çatışmanın ön plana çıktığı bir karakter kazandı.
Elbette bu olumsuz gidişat AB ve ABD’nin de özellikle darbe girişimi dönemindeki tutumları nedeniyle daha da hızlandı. Mesele şu ki bu olumsuz gidişata karşı bir siyaset oluşturulmadı. Rusya ile ilişkilerdeki yoğunlaşmanın zirve noktası olan S400 hava savunma sisteminin alınması ise, Türkiye’nin bir parçası olduğu Batı İttifakı’ndaki konumunun artık derinlemesine bir şekilde sorgulanmasına neden oldu. Bu askeri işbirliği, Türkiye eksen mi değiştiriyor sorularını Batı açısından kritik bir noktaya taşıdı ve ABD’de de Türkiye’ye yaptırımlar uygulanmaya başladı. Trump döneminde ABD ile ilişkiler iki liderin diyaloğu ile çok iyi gidiyor denirken, Türkiye devlet olarak diplomasi tarihinde görülmemiş hakaretlere maruz kaldı. ABD siyasetinde gerek Demokrat gerekse Cumhuriyetçi Parti’de Türkiye’ye karşı son derece sert bir tutum alınmasını savunan geniş bir kesim ortaya çıktı ve CAATSA yaptırımları büyük bir destekle yürürlüğe girdi. Biden’ın göreve gelmesinin ardından liderler düzeyindeki diyaloğun ilişkileri yürüten ana mekanizma olmayacağı, hem Biden’ın oldukça mesafeli tutumu hem de 24 Nisan 2021’de ilk kez bir ABD Başkanı’nın Ermeni Soykırımı ifadesini kullanmasıyla iyice netleşti.
İleride Türkiye dış politikasının kişiselleşmesi olarak adlandırılacak bu dönemin en önemli kararı, yani NATO üyesi bir ülkenin NATO uçaklarını tehdit olarak gören bir savunma sistemini satın alması Batı tarafından Türkiye’nin sistemsel olarak da Batı’dan net bir biçimde uzaklaşması olarak nitelendirdi; hatta ABD Dışişleri Bakanı Blinken Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki konumunu sözde müttefiklik olarak tanımladı.
Bu son derece olumsuz tablo karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2021’in ilk aylarında yine kişisel olarak başlattığı Batı ile ilişkileri toparlama süreci de hiçbir sonuç getirmedi. Çünkü aslına bakılırsa Türkiye ABD’nin S400’lerle ilgili beklediği hiçbir somut adımı atmak istemedi.
Afganistan’da ABD’nin çekilmesi sürecine destek vermek, Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerini durdurarak Yunanistan’la sonucu olmayacağı baştan belli görüşmelere başlamak, İsrail ve Mısır’la ilişkileri düzeltme sürecini başlatmak ve Libya ve Suriye’de ABD tarafından çizilen çerçevenin içinde kalmak dışında hiçbir şey yapmadı. Yani ABD ve Batı ile ilişkileri düzeltmek için kısa, orta ve uzun vadeye yayılacak somut adımları olan bir strateji geliştirmedi; günlük olarak elinde ne varsa onunla bir pozisyon almaya ve Batı yanlısı söylemlerle idare etmeye çalıştı. İçerde ise Batı’ya meydan okuma söylemi neredeyse hiç terk edilmedi.
Dolayısıyla da bu çelişkilerle ABD yönetimini ilişkileri düzeltmek istediğine ikna edemedi. Bu durum Ukrayna Savaşı’nın patlak verdiği 2022 başına kadar bu şekilde devam etti. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından Türkiye’nin Batı yaptırımlarına katılmamakla birlikte genel olarak Batı çizgisinde kalmasının yarattığı olumlu hava içinde, F16 yazılımlarının ve hatta belki yeni nesil F16’ların Türkiye’ye verilmesi yönünde olumlu bir hava oluşmuştu ki, Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya resti gündeme geldi. Yetmedi; Suriye’nin kuzeyinde yeni bir operasyon hazırlığında olunduğu duyurularak ABD’ye burası da karışabilir mesajı verilmiş oldu. Rusya çok dile getirmese de Türkiye’nin veto tehdidinden ve operasyon kararından memnundu. Kozlar bir iken ikiye çıktı.
NE ELDE EDİLEBİLİR?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her iki İskandinav ülkesinin teröre destek verdikleri gerekçesiyle üyeliklerini veto edeceğini kendisine has üslubu ile dile getirmesinin ve bu meselenin pazarlığa açık olmadığını belirtmesinin ardından, Türkiye’nin farklı heyetlerle İsveç, Finlandiya ve ABD ile müzakereler yürütmeye başladığını anlıyoruz. Bu müzakerelerin Haziran sonunda yapılacak, NATO’nun gelecek on yılı kapsayan stratejik konseptinin belirleneceği büyük zirveye kadar sonuçlanmayacağını öngörmek mümkün.
Halen devam eden müzakerelerde, İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’ye Suriye’deki operasyonlar nedeniyle uyguladıkları askeri yaptırımlardan vazgeçmesi ya da iadesi istenen kişilerin iadesiyle ilgili süreçlerin başlatılması en kolay edilebilecek kazanımlar olarak görünüyor.
ABD’den F16’ların güncel yazılımlarının alınması ve yeni nesil F16 satışı da yine kolay olmasa da müzakerlerle elde edilebilir kazanımlar; çünkü zaten gündemde. ABD’de askeri çevreler Türkiye’nin hava gücünün çok zayıflamasının ittifak için iyi olmayacağı gerekçesiyle bir süredir Türkiye’nin F16’larla ilgili beklentilerini destekliyorlar. Yani Türkiye bu resti çekmese de bu iş çözülebilir durumdaydı. Ancak Türkiye’nin esas istediği kazanım olan, ABD ile ilişkilerin düzelmekte olduğuna dair uluslararası sermaye çevrelerine verilebilecek olumlu bir görüntü, hatta olabilirse ikili ilişkilerin düzelmesinin esas göstergesi olacak ve uluslararası finans çevrelerinde esas etkiyi yaratacak CAATSA yaptırımlarının, özellikle savunma sanayiine uygulanan yaptırımların hafifletilmesi oldukça uzak bir ihtimal.
Bunun iki nedeni var: Birincisi CAATSA yaptırımları bir yasa ile uygulanmaya başlandığı için ancak yine kongre onayı ile değiştirilebilir ki Türkiye’nin NATO genişlemesi ile ilgili son hamlesinin ABD Kongresi’nin her iki kanadında nasıl karşılanacağını tahmin etmek hiç de zor değil. İkincisi, İsveç’in ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri küresel siyaset açısından sıradan bir gelişme değil; Batı güvenliğinin dayanağı NATO’yu ve ABD liderliğini muazzam güçlendirebilecek bir adım. Bu süreci sıkıntıya sokan, NATO’nun küresel konumunu bu çapta güçlendirecek bir adımı tıkayan bir ülkeye karşı büyük sayılabilecek böyle bir tavizin verilmesi hegemon güç kavramına uymaz. Diğer yandan PYD’ye verilen destek ABD’nin artık yerleşik Orta Doğu politikasıdır; ABD siyasetinde geniş çevrelerin Esad rejimi, Rusya ve İran’a karşı destekledikleri bu politikada ciddi bir geri adımın olabilmesi, Türkiye’nin çok daha uzun dönemli bir strateji kurmasını gerektirir.
Sonuç olarak, ABD açısından çok uzamaması gereken bir süre sonunda İsveç ve Finlandiya NATO üyesi olacaklardır. Bu süre içinde yapılan müzakerelerde ABD’den elde edilebilecek ana kazanım F16’larla ilgili olursa, Türkiye bu veto kartını oynamadan da elde edebileceği bir kazanımı, gereksiz yere bu kartı oynayarak elde etmiş olacak. İsveç ve Finlandiya’dan beklenenler ise zaten daha çok iç siyasette kullanılan, dış politika açısından büyük yarar getirecek şeyler değil.
Peki, Türkiye günün sonunda ne elde etmiş olacak?
Maalesef görünen o ki, Türkiye’nin S400 alımı yüzünden sadece ABD nezdinde değil diğer müttefikleri nezdinde de sarsılmış konumu ve güvenilmez ortak imajı daha da pekişecek. NATO tarihinin en kritik genişleme sürecini tıkamış, Rusya ve Çin’e karşı ciddi bir küresel üstünlük fırsatı elde etmiş ABD yönetimine destek değil köstek olan bir ülke olarak görülebilecek.
Halbuki Türkiye gayet yetkin kadrolarıyla, diplomasinin kamuoyu önünde gerçekleşmesi gerekmeyen incelikli mekanizmalarını kullanarak, böyle kozlar öne sürüp çekişerek değil, tersine, sunacağı desteğin öneminin altını çizerek iyi hesaplanmış taleplerde bulunsaydı, tablo çok daha farklı olabilirdi. Kişiselleşmiş dış politikanın bu son kozu Batı ile çekişme değil işbirliği çerçevesine yerleştirilseydi, Türkiye’ye yönelik olumsuz bakışın düzelmesi, hatta müttefiklik ilişkilerinin yeniden güçlendirilmesi mümkün olabilirdi. Vurgulamak gerekir ki Rusya’nın Ukrayna savaşından ister istemez zayıflayarak çıkacağı yeni konjonktürde Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini sözde değil özde restore etmesi aslında ele alınabilecek en iyi koz olurdu.