Mitoslar insanın dünyadaki varlığını inşa ederken işlevselleştirdiği “kurucu metinler” olarak karşımıza çıkıyor ve aynı zamanda insanların tanrıları devreye sokarak kutsal anlam kazandırdıkları, zihinlerindeki dünyayı tasarlamak için ürettikleri anlatılar olma özelliği gösteriyorlar. Bu dünya tasarımında genellikle, insanın özne olarak kurulduğunu ve yaşamı kendi simgesel evrenini yansıtacak biçimde yeniden kurguladığını görüyoruz. Bu nedenle kurucu mitoslar bir insan kimliği ortaya çıkarmada araç olarak kullanıldığı gibi, insan-merkezli dünya tahayyülünün de dayanak noktası haline gelebiliyor.
Sonlu bir tür olarak dünyada varlık çabası veren türümüz bu bilgiyle yaşamaya mahkûmdur bu nedenle onun ölüme doğru süren hayatı varlığının bitmeyen sıkıntısı olarak açığa çıkar, ölümlü olma onun yaşamını ve dünyadaki yerini belirleyen bir yerde durur.
İnsan türü ölümü aşmak için dünyadaki hikâyesi süresince çabalayıp durdu. Ölümsüzlüğü bulmayı içeren hikâyeler anlattı, tanrılardan bu konuda umudu kesince kendi tanrılığını ilan etme noktasına bile geldi. Bu bilgiyle hayatta kalma çabası verirken hırçınlaştı, dünyayı da kendisinin kurguladığı anlatının parçası olarak yeniden düzenledi. (Böyle olmadığını dile getiren tartışmalar var elbette ancak sanırım çoğu durumda insan merkezli bir dünyadan söz edebiliriz). Ayrıca, dille yaratılan simgesel evrende, başka türler insan yanlı bakışla tekrar biçimlendi ve elbette onun bu çabası ürettiği metinlerde de farklı şekillerde yer buldu.
Gılgamış
Homo sapiens’in kurucu mitlerinden biri olarak değerlendirebileceğimiz Gılgamış hikâyesi de yukarıda bahsettiğimiz özellikleri taşıyan bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor. Bir Sümer edebiyat ürünü olan bu metin, döneminin toplumsal, siyasal, dini yapısı ve cinsiyet meseleleri hakkında da düşündürüyor.
İsmail Gezgin, Redingot Kitap tarafından basılan, “Gılgamış, ‘Tabletler Ne Anlatır’” kitabında bu hikâyenin içerdiği kurucu misyonu açığa çıkarırken, insan türünün tarihsel öyküsünü bu metinden yola çıkarak bir kere daha çözümlüyor.
Bahsettiğimiz gibi, ölüm insan türünü çaresiz bırakan ve varlığını hâlâ derinden etkileyen bir yerde duruyor. Bu açıdan Gılgamış anlatısında yer alan ölümsüzlük arayışı insan türünün ölümle ilişkisini yansıtması bakımından önemli. Ancak anlatı sadece bu özelliğinden dolayı değil, insan merkezli dünya tahayyülü ile ilişkisi bakımından da çok şey söylüyor çünkü metnin ayrıntılarına sızan ve dönem insanının zihinsel yapısını ifşa eden yan, türümüzün tarihsel sürecinde kendi bakışıyla kurguladığı yaşam hakkında da fikir sahibi olmamızı sağlıyor.
Gezgin’in kurucu mitos olarak tanımlanabilecek başka metinleri de devreye sokarak işlediği Gılgamış metni hem tarım kültürünün getirisiyle değişen insanın anlam dünyasını anlamaya biraz daha yaklaştırıyor hem de geçmişten şimdiye uzanan kültürel ve tarihsel belleğin izini sürmemizi sağlıyor.
Bilen İnsan
İsmail Gezgin’e göre, “Homo sapiens’in bitmez yolculuğu insan nedir? Sorusunun peşinde cereyan eder çünkü bilmek insanın varlık halidir. O dünyayla ve diğerleriyle ilişkisini bilmek üzerinden kurar. Sapiens’in bilme arzusu ilkin kendini bilmektir.” Onun bu arzusu dünyayı, öteki varlıkları, kendisini her anlamda bilinen yapma ve gizemsiz hale getirme isteğiyle kesişir. Bilen bir tür olarak insan bu arzunun etkisiyle evrende bulunan şeyleri dil vasıtasıyla simgesel bir evrene hapseder. Varlıkların anlamı artık onun zihninden yansıyan bir adla belirlenir. Ancak insanın bilme edimi onun kendine ait en önemli bir gerçeği kavramasına sebep olur, bu da ölümdür.
Gezgin’in işaret ettiği gibi, “kendine dair en zor bilgi olan ölüm, Homo’yu hamuru olan topraktan, parçası olduğu yaşam pınarından ayrılmaya ve özne olmaya teşvik eder. Bu sonlu yaşamdan ölümsüz tanrıların türemesi bu yüzdendir.” İnsan kendini yaşamın öznesi olarak kurarak ölümlülüğünü unutmak ister, belki de diğer yaşam formları üzerinde hâkimiyet kurdukça, onları bilen, tanımlayan bir tür olarak kendini var ettikçe bu ediminden ve icat ettiği ölümsüz tanrılardan güç alır. Ancak o her durumda, Gezgin’in Platon’a referansla ifade ettiği gibi, “eksik”tir çünkü ölümü aşamaz.
İnsanın “bilen” olarak varlığı Gılgamış metnine de yansır ve bu şöyle ifade edilir:
“Duyuracağım adını bütün dünyaya,
Her şeyi görmüş, dünyanın tüm sırlarına vakıf olmuş olanın adını.
Dünyada gizli kalmış ne varsa keşfedenin,
Her şeyi bilen adamın adını sesleyeceğim.
Karanlıkta kalan tüm gizleri takip etti ve öğretti bize
Tufandan bile önce olan biteni.”
İsmail Gezgin, Gılgamış kelimesinin Sümerce “Bilgameş” şeklinde okunuşunun “bilen”, “gören” anlamına geldiğine dikkat çekiyor ve bu hikâyeyi tek başına bir kral ya da kahraman anlatısı olarak okumanın yeterli olmayacağını hatırlatıyor. Çünkü ona göre mitsel anlatılar, bireyin değil içinde bulunulan toplumun isteklerini yansıtan eserler ki metin boyunca anlatılanlardan bu durumu gözlemleyebiliyoruz.
Zira kitabın meselesi de bir Mezopotamya kahramanına dikkat çekmek değil, Gılgamış gibi kurucu mitlerin eski toplumların zihinsel dünyalarını nasıl temsil ettiğine işaret etmek.
Doğayla İlişkinin Dönüşümü
Metinde, insanın tarihsel hikâyesini kurucu mitlerle birlikte ele alan Gezgin, türümüzün uygarlık yapıcı misyonu üstlenmesiyle ortaya çıkan dönüşümü de sorgulamamızı sağlıyor. Özellikle insanın doğayla ilişkisinin aşınmasında önemli bir yeri olan tarımsal kültür, doğayla kültür arasında karşıt bir ilişki kurmasıyla da önemliydi. Ki bu konu Gılgamış metnine de yansımıştı; “Gılgamış ve Enkidu’nun Humbaba’yı öldürmelerinin sebebi de buydu. Eski yaşamın temsilcisi pek çok hayvana ve bitkiye ev sahipliği yapan, eski insanların önemli yaşam ve barınma alanlarından olan cennet gibi sedir ormanlarının koruyucusu Humbaba öldürülüyor ve yüzlerce yıllık görkemli ağaçlar birer keresteye dönüştürülüyordu.” Gılgamış hikâyesinin önemli kısımlarından biri belki de -Gezgin’in cümlelerinde açığa çıkan- Gılgamış’ın arkadaşı Enkidu ile Humbaba’yı öldürmesi çünkü bu tarım kültürünün etkisiyle doğayla ilişkinin nasıl dönüştüğü hakkında epey fikir veriyor.
Öncesinde kutsal anlamlarla yüklü olan sedir ağaçlarının yok edilmesi, tanrıların yaşadığı yer olarak da bilinen ormanlık alanın keresteye dönüştürülmesi sadece bir hikâye parçası olmanın ötesine geçerek, insanın değişen doğa kavrayışını da yansıtıyor. Daha önce de değindiğimiz gibi kurucu mitler bir hikâye anlatmalarının ötesinde topluluğun arzularını yansıtma aracı olarak iş görüyor. Bu durumda sedir ormanının yok edilmesi, onun koruyucusu olan Humbaba’nın öldürülmesi, dönem insanının değişen bakışını gösteriyor çünkü Gezgin’in cümleleriyle söylersek: “İnsanın yeni gözü ormana bakınca, yok etmek istediği vahşi yaşamı ve iktidarın saraylarında ve tapınaklarında kullanacağı keresteleri görüyordu.” Böylece, tanrılar hâlâ önemli bir yer işgal etse de onun yeryüzündeki temsilcisi olan iktidarların ve siyasi figürlerin çıkarı daha belirgin hâle geliyor.
Toplumsal Cinsiyet Gılgamış Hikâyesine Nasıl Yansıdı?
Gılgamış metninin, Enkidu’nun “yerin altındaki dünyaya yaptığı yolculuk” kısmı da epey önemli. Yeraltı seyahatinden zorlukla dünyaya dönen Enkidu’ya Gılgamış’ın sorduğu sorulardan biri, “oğlu olanı gördün mü?” bu soru erkek evlat sahibi olanlara dair merakın yansıması olarak ortaya çıkıyor ve Gılgamış onların öteki dünyada iyi karşılandığını gösteren bir cevap alıyor. Bu durum Gezgin’in yorumuna göre şunu gösteriyor: “ Feodal Mezopotamya kültürüne öteki dünyadan referans sunan bu diyalog, bir metafor olarak dilde oluşturulan hayali dünyanın yaşamı nasıl etkilediğini / desteklediğini gözler önüne seriyordu. Dünyevi yaşam ataerkil bir yapıda olunca onu deneyimleyen insanların zihnindeki tanrısal hakikat elbette bundan üzerine düşen payı alacaktı.” Bu dönem kültüründe topluluğun, kendi arzuladığını güçlendirmek için ilahlara veya öteki dünya (yeraltı dünyası) gibi kutsal yerlere epey başvurduğunu gözlemliyoruz. Ataerkil dünya kavrayışını güçlendirmek için de benzer bir yola başvuruluyor ayrıca anlatıda çocuğu olmayan kadınların ölüler ülkesinde “kırık bir çömlek gibi konumlandığı”nın ifade edildiğini de ekleyelim.
İnsanın Trajedisi
İnsan kendi ölümünü deneyimleyemez, onun ölümle yüzleşmesi ve gerçekliğini kavraması başkasının ölümüne tanıklığıyla oluşur. Gılgamış için de durum değişmiyor. Çok sevdiği İsmail Gezgin’in işaret ettiği gibi, “bu erkeğe kadına duyduğu aşka benzer bir sevgi beslediği”, Enkidu’nun ölümü onun için dönüm noktası oluyor ve ölümsüzlük arayışına soyunuyor ancak ne yaparsa yapsın ölmekten kurtulamıyor. Gılgamış’ın hikâyesinin trajik sonu sadece onun değil türümüzün de trajedisi olarak dilden dile anlatılıyor. Böylece, sonlu bir varlık olan insanın ölümle ilişkisi, Gezgin’in derinleştirerek anlattığı bu hikâyede bir kez daha açığa çıkıyor.
İsmail Gezgin, “Gılgamış, ‘Tabletler Ne Anlatır’” adlı metninde Gılgamış miti, Dede Korkut, Tufan mitleri gibi kurucu anlatılardan yola çıkarak, “bilen”, “gören” insanın ve uygarlığın nasıl inşa edildiğine dikkat çekiyor. Metinde yapılan “ilkçi” bir yaklaşımla meseleyi ele almak değil, yaşadığımız dünyanın nasıl kurgulandığını tarihsel ve kültürel belleğin aktarımıyla, türümüzün içinde bulunduğu cinsiyetçi, türcü, dinin işlevselleştiği bir zamana nasıl gelindiğini, arkeolojik veriler ekseninde tartışmak. Altını çizmek gerekir ki kitapta anlatılanlar eski zamanlara ait hikâyeleri değil, şimdide yaşamla ilişkimizi belirleyen pek çok şeyin tarihsel sürecini içeriyor.