EMEK EREZ
Yazmak, kelimeleri art arda dizmek, cümle haline getirmek, zihnimizde çağrışan anlamın peşine düşerek ortaya bir metin çıkarmak…
Ve ardından gelen, peşimizi bırakmayan şu sorular, yazının bir şey için olması mı gerekir her zaman, insan beyaz bir sayfanın karşısına geçip zihninin yolunu izleyerek yazdığında, ortaya çıkanın yazı olup olmadığını belirleyen bir kural var mıdır? Veya yazmak her zaman birilerine dert anlatmak gibi bir görev yüklenmek zorunda mıdır?
Öyle olması gerekmediğini düşünenlerdenim, yazının bazen sadece yazanın o an zihninde belirenle ilgili olabildiği durumlar vardır çünkü. Bir kelime, bir şey, bir duygu bizi boş bir sayfanın cazibesine kaptırıp kendi yolunu bulabilir. Bu sayfayla yazan arasındaki ilişkinin var ettiği bir şeydir, kelimeleri öylesine dizmek, bir biçim veya teknik olmadan sadece yazmanın hazzına kapılmak da bir yazma biçimi olabilir.
Ama şunu da atlamamak gerekir, olabildiğince keyif için bile yazsak, seçtiğimiz kelimeler öylesine değildir, insan türünün binlerce yıllık zihinsel birikiminin bireyde bulduğu karşılığın yansımasıdır. Kelimeler, tarihsel süreçte dışarıdan bir etkiyle zihnimize yüklendiği anlamlarla var olur. Bu da yazan öznenin seçtiği kelimelerin ne kadar onunla ilgili olduğunu düşündürür; çünkü bireyin zihninde uçuşan kelimeler orada öylesine belirmez, belli bir kültürlenmenin, dilin, dışarıdan etkiyle oluşan anlamların, kişinin yaşadığı zamanın çağrışımlarının da ürünüdür. Bu nedenle yazan her ne kadar yazısını sadece kendisiyle ilgili bir yere konumlamaya çalışsa da dışarıdan bağımsız bir yazma çabası çoğu zaman gerçekleşmeyebilir.
Söz ve yazı arasındaki fark da belki bununla ilgilidir; söylediğimiz bize düzeltme imkânı vermez her zaman, belki yanlış bir ifadeyi kendimizi açıklayarak düzeltmeye çalışabiliriz ama söyleneni geri almak mümkün değildir. Yazıdaki düzeltme bu açıdan imkândır ama o da çoğu zaman yazanla ilgili olmayabilir.
Barthes söz ve yazı arasındaki ayrımdan bahsederken şuna dikkat çekiyordu; “…söylediklerimizi yazarken kendimizi koruruz, denetleriz, sansürleriz; ahmaklıklarımızın, kendimizi beğenmişliğimizin (ya da eksiklerimizin), tereddütlerimizin, cahilliklerimizin, rehavetimizin, hatta bazen tutukluklarımızın… Üstünü çizeriz.”
Böyle bir durumda yazı, bir şekilde kişinin kendisiyle ilgili olmanın ötesine geçer; çünkü “kendimizi koruma” sebebi dışarıdan bir gözün; okurun, eleştirmenin hatta çağımızda kültür endüstrisinin beklentileriyle ilgili olabilir.
Ama bunu aşmaya çalışan, yazıda sadece kendi varlığını duyurmaya çalışan, okur beklentisini veya yorumunu silen, kendisi için yazmayı deneyenler de vardır. Bunun ne kadar mümkün olduğu hâlâ tartışmaya açık olsa da mesela, Clarice Lispector’un yazma biçiminde, sadece yazmanın coşkusuyla, yazan bir özne olarak varolma arzusuyla çıktığı yolculukta görebiliriz bunu. Veyahut da Antonin Artaud’nun şu cümlelerinde, “tanığım kendimin biricik tanığıyım. Kelimelerin kabuğunu, şu belli belirsiz, şu belli belirsiz dönüşümünü kısık sesli düşüncemin, onun daha formüle edilmiş ve düşük yapmış bölümünü, bunların varabileceği menzili ölçecek tek yargıç benim.”
Artaud kendisini yargıç olarak konumlandırıp başka gözleri dışarıda bırakmaya çalışır, bunu o kadar ileriye taşır ki dışarıyla ilişkisinden dolayı bedeninden bile kurtulmaya yeltenir, “etine” ve uzuvlarına odaklanır. Bedenini dışarıyla ilişkili bir kafes, onu avucunda tutan bir şey olarak düşünür; “ben, insan, muktedir değilim ve benim tanrım beni avucunda tutuyor, onu yapıyor, bu demektir ki kazanmış ve kazanmakta olduğum beden, ben giderek daha çok çalışırken, beni avucunda tutuyor.”
Bu nedenle sanatsal edimini; ruhuna kap verdiğini düşündüğü bedeninden kurtulmak, içinin en derin yerine inmek ve ruhunu özgürleştirmek üzerine kurmaya çabalar.
Jonas Mekas’ın “Manuel Bir Daktiloya Ağıt” kitabı, tüm bunları bir kere daha düşünmeme sebep oldu. Mekas, masanın altında bulduğu bir tomar bilgisayar kâğıdının ve Olympia De Luxe daktilosunun kendisine verdiği ilhamla “hiçbir şey için olmayan bir roman” yazmaya girişiyor. Sadece yazmanın öne çıktığı, eski daktilo ile ona göre yeni bir icat olan, bilgisayar kâğıdının ortaklığında bir şeyler yazma çabası bu. Adına roman dese de aslında Mekas’ın yapmaya çalıştığı şey yazının kollarına kendini bırakmak, bu yazma şekline “hiçbir şey için olma” durumunu kazandıran da biraz bu çünkü bir planı, anlatmaya çalıştığı bir meselesi yok onun, sadece; kâğıt, daktilo ve yazmaktan aldığı haz.
Kopup duran bir yazı
“Evet, kesinlikle hiçlikteyim ne var ne yok kafamda evirip çeviriyorum ve ne var ne yoksa bir sondan, yanıtlardan mahrum, bu kâğıt rulosu kadar boş ve sonsuz; ve emin olun bir hayli ağır, koca bir kâğıt rulosu bu. An itibariyle hayatım bundan ibaret.”
Mekas’ın hayatının biricik gayesi olarak gördüğü sadece, eski bir daktilonun ve kâğıdın izin verdiğince giriştiği yazma çabası; hiçbir şey için sadece kendi keyfi için bir yazının olup olamayacağını düşündürüyor.
Okurken de zaten onun izin verdiğini kadarını biliyoruz bir roman olduğundan bahsedilen bu yazı pratiğinde onun deneyimine eşlik ediyoruz.
Mekas, zihninden o an ne geçiyorsa onu yazısının konusunu yapıyor, takip edebildiğimiz tek şey daktilonun sesi, onun yazma hazzı ve daktilo ile bilgisayar kâğıdının uyumsuzluğundan doğan aksaklıklar. Aslında bu aksaklıklar onun yazma çabasıyla, hiçbir şeye uygun olma kaygısı gütmeyen bir yazıya ulaşma arzusuyla da kesişiyor hatta Mekas için olumlu bile denebilir. Çünkü onun yapmaya çalıştığı şeyle kâğıdın devamlı kopması arasında bir ilişki kuruyor: “Gerçek şu ki, iyi bir roman, iyi bir hikâye, Ken Jacops’a göre, daima, her zaman kopup durmalıdır, aksi hâlde sıkıcı olur. Yani kâğıdın kopup durması belki de iyi bir şeydir, bu başka şeylere karar vermeme zaman ya da şans tanır.”
Kopup duran bir yazının ona “zaman” ya da “şans” tanımasının dışında da anlamı var, bana kalırsa. Bu kopmalar, yazarın sadece o anından çıkan yazıda kesintilere neden oluyor çünkü sorun çözüldüğünde tekrar başlayan yazma işi, yazarın zihninin başka bir ânından çıkıyor. Bütünlüklü, başı sonu belli olmayan, bir konuyu takip etmeyen yazı açısından işlevsel oluyor.
Bir şey için yazmak
“Masamın başına oturdum ve daktiloyu gördüm ve YAZMAK ZORUNDA KALDIM. Bir daktilo görür görmez yazmak zorunda kalırım. Kulağa fena halde çılgınca geldiğini biliyorum, fakat bu benim hayat hikâyem haline geldi. Kâğıt ve daktilo. Kâğıt görmeyegöreyim, hemen yazmayı düşünürüm, daktilo görmeyegöreyim, çılgına dönerim. Yazmanın başka hiçbir şeyle bir ilgisi yok.”
Mekas’ın bu cümleleri bizi başta sorduğumuz soruya götürüyor, sadece kendisi için yazmanın mümkün olup olmadığına. Ona göre yazının anlamı kâğıt ve daktilo görmek; yazmaya bir görev atfetmiyor, bir şey söylemenin aracısı kılmıyor, yazana bir konum yüklemiyor. Onun için yazı belki de en fazla bir tutkunun peşinden gitmek, kimse için değil kendi hazzı için yazmak, kendi cümleleriyle, “olay yazmaktan, tuşlara basmaktan ibaret. Kelimelerden, kelimeler yazmaktan…”
Bu da bizi başka soruya götürüyor kelimelerin art arda gelişi, o diziliş ne kadar tek başına yazanın iradesiyle ilişkilidir. Yazarın sonrasında söyledikleriyle birlikte düşünebiliriz bunu “ve hepsi de orada sözlükte. Ve alfabetik olarak tanzim edilmişler, şayet bürokrasiyle aranız iyiyse. Sözlükler kelimelerin öğrenciler ve hocalar için bürokratik tanzimidir. Pek benlik değil.”
Mekas, yazarken sözlüğe itaat etmiyor ama yazarken yan yana gelen kelimeler, onların oluşturduğu cümle, ortaya çıkan anlam ne kadar sadece yazan özneyle ilişkili? Bir kelime binlerce yıllık belleğin ürünü, onların oluşturduğu anlam kişinin öznel deneyimi kadar tarihsel olarak yüklendiği başka anlamları içeriyor. O zaman kelimeleri istediğimiz kadar kendi zihnimize göre dizelim, ortaya çıkan şey her zaman tek başına bizimle ilgili olmayabilir gibi geliyor bana.
Ama burada verilen emeğin de bir kıymeti var şöyle diyor Mekas: “Yazıyorum! Yine tuşlara basıyorum. Ah böyle alt tuşlara basması ne hoş bir his. Sadece tuşlara basıp durmak, yazıp durmak varken yazarlar ne diye daima BİR ŞEY HAKKINDA yazmak istiyor, anlamıyorum.”
Bunun basit bir cevabı yok bana kalırsa, her ne kadar yeni medya araçları yazarın konumunu aşındırmış olsa da hâlâ yazmanın sağladığı bir imkân var, bir şey hakkında yazı çoğu zaman; sözünü iletme talebi içeren, kitap biçiminde kabı olan ve bazen yazarını da öldürebilen bir yazıyı imliyor. Bu nedenle de beklentiye uygun bir hâl alıyor ve yazma biçimlerinden sadece biri bana kalırsa tıpkı, Mekas’ın, Artaud’nun çabasında gördüğümüz, yazıyı olabildiğince kendine doğru çekmeyi amaçlayan yazı gibi.
Jonas Mekas’ın “Manuel Bir Daktiloya Ağıt”ı Lemis Yayınları tarafından, Baran Bilir çevirisiyle basıldı. Metin boyunca Mekas’ın manuel daktilo ve bir tomar kâğıtla hiçbir şeyin yazısının peşinden gidişine tanık olup, daktiloda gezinen parmakları takip ediyoruz ve sonuçta geriye yazıda bahsetmeye çalıştığım sorular kalıyor, cevabı kesin olmayan sorular.
Kaynaklar
Barthes, R., (2017), “Sesin Rengi, ‘Söyleşiler’”, s. 12, (Çev. Ahmet Nüvit Bingöl), İstanbul: Metis Yayınları.
Artaud, A., (2019), “Artaud, ‘Ben Antonin Artaud’”, s. 45, 141, (Çev. Mehmet Bağış), İstanbul: Ve Yayınevi.