Dünya üzerinde yargısı Türkiye kadar tartışılan ikinci bir ülke muhtemelen yoktur. Kararlarıyla, yapısıyla yargının bütün kademeleri sürekli tartışılmıştır. Cumhuriyet boyunca tartışılan ama bu tartışmalar sonunda da iyiye gitmek yerine kötüye giden belki de tek kurum yargıdır. Parti kapatma davaları ve 28 Şubat sürecinde AKP kadrolarının en ağır eleştirdiği kurum yargıydı. Bu kadar eleştirdiklerine göre iktidara geldikleri zaman bu eleştirileri ortadan kaldıracak bir düzenleme yapmaları beklenirdi doğal olarak. Ama öyle olmadı, yargı üzerindeki eleştiriler kalkmadığı gibi yargı tamamen ortadan kalktı, iktidara mutlak bağımlı politik, bürokratik bir kurum haline geldi.
AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nasıl bir yargı kurgusu istediğine ilişkin ilk işaret fişeği Deniz Feneri davasıydı. Ama o dönemin ikliminde kayıtsız şartsız AB üyelik sürecine kilitlenmiş bir Türkiye vardı ve bu kurgunun o süreçten bağımsız olarak ele alınacağı yani kapatılacağı kimsenin aklına gelmiyordu. Ama oldu, Almanya’da mahkumiyetle sonuçlanan dava burada beraatla bitti. Daha sonra yaşanan davaların hiçbirisi bundan farklı olmadı. Çünkü Erdoğan’ın yargı kurgusu atadığı her Adalet Bakanı’ndan istediği “güvenilir 2 hâkim ve 2 savcı” ile başlıyordu. Sonra bakan devreden çıkıyor, Erdoğan da hâkim ve savcılarla bizzat davaları, dosyaları takip ediyordu.
Bu yöntemle yargı hiyerarşisi darmadağın oluyor, normal işleyen mahkemelerin verdiği kararlar, devreye sokulan “temaslı” bazı mahkemelerin aracılığıyla hemen değiştiriliyor. Ahmet Altan, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala yargılamaları buna en iyi örnekler. Cezaevine giden talimat ile tahliye işlemi geciktiriliyor, bu sırada yeni bir dosya hazırlanıyor ve yeni dosyada tutuklama kararı alınarak tahliye bile olmadan sanık tutuklu kalıyor. Bu organizasyonun kendi kendine oluşma ihtimali yok. Burada bakanlar da yok.
Yaptıkları haber nedeniyle casuslukla suçlanarak tutuklanan Can Dündar ve Erdem Gül Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar sonrasında tahliye edildiler ve Erdoğan bundan hiç hoşlanmadığını açıkça gösterdi; “AYM bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara sadece sessiz kalırım ama onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum."
Son Kavala kararı sonrasında eleştirileri yanıtlarken ise “Kimse kusura bakmasın bu ülkede yargı, hukuk var” dedi ve kendisi yüksek mahkeme kararlarını tanımazken herkesten ilk derece mahkemelerinin kararlarına saygı gösterilmesini istedi. Kavala kararı sonrasında yaptığı açıklamada “AİHM’lik iş kalmadı” demesi de planın açığa çıkmasının en somut göstergesiydi aslında. Bu cümle normalde kurulmamalıydı, çünkü AİHM’nin itirazı “tutukluluk” haline ilişkindi ve “hükümlülük” haliyle bunun ortadan kalkacağına inanılıyordu. Bu yapılmıştı yani. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ben buraya nasıl geldiğimizden biraz söz edeceğim, çok ilginç örneklerle hem de.
Başbakanlığa iyice ısındığı bir dönemde Erdoğan heyeti ile Azerbaycan’a resmi bir geziye çıkacaktı. Partili bir isim Azerbaycan’da cezaevinde bulunan bir yakını için ilgi ister, iyi davranmaları için. Erdoğan heyetler arası görüşmede Azerbaycan Başkanı İlham Aliyev’e bu durumu iletir. Aliyev hemen yanındakilere dönerek talimat verir, mahkûm cezaevinden çıkarılır ve havaalanında Erdoğan’a teslim edilir. Bu Erdoğan’ın çok ama çok hoşuna gider ve kendi heyetine dönerek, “İşte devlet dediğin, güçlü lider dediğin böyle olmalı” der.
Rahip Bronson gazeteci Deniz Yüce, casuslukla suçlanan İsrailli çift meselesinde, modelin ne olduğunu bu geçmişe ilişkin not anlatmaya yeterlidir sanırım. Erdoğan, yargı aracılığıyla her şeyi yaptırıyor olabilmeyi dışarıda bir güç göstergesi olarak görüyor. Bunun çok etkili olduğu ve liderliğini perçinleştirdiği inancında.
Ergenekon döneminde savcı Zekeriya Öz ile Erdoğan’ın var olan ilişkisi sır değil. Siyasetin iktidar olarak savcı, muhalefet olarak avukat olduğu acayip bir dönem, yargının ruhuna Fatiha okunmaya hazırlanılan günler. 25’i muvazzaf 102 general ile ilgili aniden bir tutuklama kararı çıkartılmıştı o günlerde. Kararı alan Zekeriya Öz’dü. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tüm komutanları merkez karargâhta topladı. Bu toplantı Başbakan Erdoğan’ı rahatsız etti. Yeni atanan adalet Bakanı Sadullah Ergin’i arayarak, sert bir tonda “neler yapıyor bunlar?” diye sordu. Haberi olmadığını öğrenince savcı Öz ile sürekli görüşmemesi nedeniyle de yeni bakanı eleştirdi. Savcı Öz bu operasyonu hükümetin elini Askeri Şura’da güçlendirmek için yapmıştı ve kendi açıklamalarına göre de onay almıştı. Çünkü soruşturma geçiren subaylar terfi alamıyordu. Devreye Adalet Bakanı girdikten sonra İstanbul Başsavcısının Merkez Komutanlığına yazdığı yazı ile tutuklama kararları kaldırıldı. Mesele büyümedi, Öz ile Sadullah Ergin ilk ve son görüşmelerini de burada yaptılar, gergin ayrıldılar.
28 Şubat soruşturması kapsamında, havuz medyası da kıyısından köşesinden ilk işaret fişeğini patlatmıştı. Aralarında Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Zafer Mutlu gibi isimlerin yer aldığı “28 Şubat’ın medya ayağı”na operasyon yapılacaktı. Operasyonu yapacak savcılar hazırdı ve Erdoğan’la da bir biçimde temas halindeydiler. Soruşturmaya başlamak için Adalet Bakanından “onay” olmasa da “olur” bekliyorlardı. Çünkü dosya sıkıntılıydı ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nda kendilerini savunacak kişi bakandı. Dönemin Adalet Bakanı bekledikleri desteği vermek yerine, “dosyanız sağlamsa” koşulunu öne sürünce soruşturma yattı. Erdoğan bunu öğrenince, “şöyle bir hafta nezarethanede kalsalar fena mı olurdu” diye biraz da sitemle bu konuyu yakınlarına aktardı.
Bu bilgiler de gösteriyor ki Erdoğan yargıdaki dosyalara hem ilgili hem de hâkim. Bunlar için hiçbir yazılı belge, dosya bulundurmuyor. Bazen görevliler aracılığıyla bazen de doğrudan kendisine ulaşılarak dosyalarla ilgili görüşü soruluyor. Erdoğan, Anayasa Mahkemesi üyeliğine biraz da zorlama ile getirdiği İrfan Fidan ile çok yakın çalışmış. İstanbul Milletvekili Yeneroğlu, Fidan’ın kendisine bazı dosyalar göstererek “devletin kaderi burada belirleniyor” dediğini aktarmıştı. Bu açıklama sonrası mahkemeye giden Fidan, Yeneroğlu’ndan tazminat kazandı. Fidan’ın son dönemlerde Anayasa Mahkemesi’nde iktidarın hoşlanmayacağı kararlara katılması da dikkat çekici.
İktidar yargıyı tamamen kendi politik anlayışına uygun olarak yapılandırdı. Örneğin Hak Yol’cular olarak yargı içinde kadrolaştığı söylenen yapının önünü açan kişinin Mustafa Şentop olduğu söyleniyor. Yargı operasyonlarında Şentop Erdoğan’ın en güvendiği isim.
TBMM Başkanlığını sağ kolu olarak görülen Binali Yıldırım’a bile bu güven nedeniyle vermedi. Yargıtay’da iktidarın etkisi dışındaki üye sayısının en çok 80/100 olduğu söyleniyor. Yargıtay’ın üye sayısı 370. Son olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun Man adası açıklamaları nedeniyle aldığı tazminat kararlarının bozulmasıyla gözler Yargıtay’a çevrilmişti. Kararların ardından hemen ilgili dairelerde gerekli değişiklikler yapıldı ve Kılıçdaroğlu’nun bir başka dosyasında karar onandı. İktidarın elinde üyelere ilişkin çok net bilgilerin bulunduğu da anlaşılıyor. Anayasa Mahkemesi’nde ise durum hayli karışık. Erdoğan’ın atadıkları diye bir kategori yapamıyorsunuz. Çünkü bu atamaya çok zıt kararların altında onların imzası olabiliyor. HDP’nin kapatılma davasında da buna tanıklık yapma ihtimalimiz yüksek. Atama bir kriter olsaydı Devlet Bahçeli grup toplantılarında sürekli olarak Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını ister miydi? Bunu göreceğiz.
Kavala üzerinden Erdoğan’ın Gezi'ye ne kadar “takıntılı” olduğunu anlayabiliyoruz. Bu aslında bugün başlamadı. Gezi'nin yükselme eğilimine girdiği dönemde bakanlar kendi aralarında organize oldular ve Başbakan Erdoğan ile İstanbul’da Cevahir Otel'de buluştular. Hepsi iktidarın tutumunu yumuşatmasını Gezi Parkı'ndaki bariyerlerin kaldırılarak polisin sadece çevre önlemi almasını isterler. Erdoğan şiddetle karşı çıkar buna. Bu sırada toplantıya dönemin İstanbul Valisi ile Emniyet Müdürü de katılır. Onlar da aynı şeyi söyleyince Erdoğan çok kızar. Bu arada telefon ile aynı anda Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’ı arar ve aynı talepleri sıralar. Erdoğan tesadüfen gelişen bu olayları birbirine bağlayarak, “hepiniz bana kumpas kurmuşsunuz” diyerek kızgınlıkla oteli terk eder. Bunun üzerine Gül inisiyatif alır ve Kadıköy mitingini iptal ederek Taksim’e geçen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’lilerin meydana girebilmesi için bariyerleri kaldırtır, polisi geri çeker. Biraz rahatlama yaşanır. Erdoğan’ın daha sonra sık sık eski yol arkadaşlarını eleştirmek için dile getirdiği “beni yalnız bıraktılar” eleştirisi de böyle başladı, Gezi kızgınlığı da.
Yargıdaki kurgunun nasıl stratejik olduğunu anlamak için bir başka örnek de Kavala kararı sonrasında Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın açıklaması. O koltukta Abdulhamit Gül oturuyor olsaydı bu açıklamayı yapmazdı, hatta kararı AİHM üzerinden eleştirebilirdi. Bunun bile bir biçimde önlemi alınıyor görüldüğü gibi. Buradaki sıkıntı her işe uygun hale getirilmeye çalışılan yargı kurumunun varlığıdır. Ve bu bugünün sorunu da değildir. NATO’nun en büyük ikinci ordusunun Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurup yönetmekten dolayı tutuklandı ve 1 yıl içeride yattı. Bu tutuklamanın sert tepki göstermesine karşın Erdoğan’dan habersiz yapılıp yapılamayacağı da hayli tartışıldı. Kavala kararında olduğu gibi bu kararın altında da hakimlerin imzaları vardı.
Genelkurmay başkanları da tutuklanabilir ve yargılanabilir, suç işleme özgürlükleri yoktur. Hukuktaki terimle “hayatın olağan akışına” yani akla mantığa uygun gerekçelerle olmalı bu. Kararların hukuken çok tartışmalı olma hali mesele değil bu sistemde, Kavala kararında olduğu gibi üye hâkimin muhalefet şerhi Yargıtay’ın aynı zamanda bozma gerekçesi olacak. Bu da biliniyor, aynı İstanbul Sözleşmesi'nin iptal kararnamesinin yargıdan döneceğinin bilindiği gibi. Ama bütün bunların hep bir amacı var, bazıları politik bazıları başka bir şey. Mesela Aydın Doğan ve yanındakilerin birkaç gün nezarethanede kalmasının iyi olacağı gibi…