SEDAT BOZKURT
Siyasetteki konumunuzu siyasi pratiğiniz belirler. Ben solcuyum dediğinizde solcu, ben sağcıyım dediğinizde de sağcı olmazsınız. Politik kimlikleri, siyaset üzerinden tarif edecekseniz biraz evrensel tanımlara ihtiyaç duyabilirsiniz. Çok katı ideolojik kabuller, yumuşatmak ya da uygun hale getirmek için “milli” ya da “tipi” gibi yaklaşımlarla eğilip bükülmeye çalışılmıştır ama bunun sonuç verdiğini söylemek pek mümkün değildir. Türkiye’de de bu mesele hayli karışıktır. Mesela Cemil Meriç bu tartışmalara giren ama içinden de çıkamayan bir aydındır.
Osmanlı’nın son döneminden bu yana sağ politik kimlik, hep karşıtlık üzerinden oluşturulmaya çalışılmıştır. Akademisyenlere göre Türkiye’deki sağcılığın ilk kurumsal yapısı, İttihat ve Terakki’nin karşısında yer alan Osmanlı Ahrar Fırkası’dır. Onu, CHP’nin karşısında konumlandırılmak istenen Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka takip eder. Politik kimliklerinin ne olduğundan öte bu partilerin kurulmalarının öyküsü de kapatılmaları da hem ilginç hem de çok tartışmalıdır. CHP karşısında pozisyon alma niyetleri nedeniyle Demokrat Parti (DP), bu partilerin ve onların ifade etmeye çalıştığı politik kimliğin temsilcisi ve devamı gibi kabul edilir.
Bu partilerden sadece DP, devleti yönetme pratiğiyle politik olarak test edildi. DP de kendisinden önceki partiler gibi devleti yöneten, onu kuran CHP’ye muhalefet etti ve 1950 yılında iktidar oldu. Birkaç yıl sonra da eleştirdiği ne varsa devlet aygıtıyla onu yaptı ve sağcı kimliğine de burada hakkıyla sahip oldu. Kendini sağcı yapmakla kalmadı CHP’yi yıllar sonra solcu olmak zorunda da bıraktı. Uzun süre bunu dillendiremese de aynı DP’nin sağcılığının tarifinin yapılamadığı gibi CHP’nin de solculuğunun tarifi yapılamadı. Özellikle devlet yönetme pratikleri de bu konuda hiç belirleyici olmadı.
Türkiye’de sağcılığın ortak noktası din ile kurdukları ilişkidir. Sermaye ile kurulan “dayanışma ve karşılıklı fayda” ilişkisi hep ikinci plandadır. Sermaye ile geniş kitleleri etkilemek mümkün değildir ama din size siyaset yapacağınız çok konforlu bir alan sağlar. Bu nedenle merkez sağ olarak tanımlanan yere AKP kadroları göz dikince, bu alanı yaratmak için yıllarını veren Süleyman Demirel’in 1980 sonrasında AP’nin mirası üzerine parti inşa etmeye çalışanlara verdiği “tapulu arazime gecekondu yaptırmam” yanıtı akıllara gelir.
(Türkiye’deki sıkıntı, sağ ve solu, tarihsel olarak da ekonomi temelli olarak tasnif edemiyorsunuz. Sınıfsal ayrım yaptığınız zaman bile emek mücadelesinde sonuna kadar sendikal örgütlerin içinde olan işçiler, politik olarak kendilerini muhafazakâr tanımlayıp, muhafazakâr sağ partilere oy veriyorlar. Solun kitlesi ise iyi eğitimli ve ekonomik durumu biraz daha iyi olanlardan oluşuyor).
Sağın bir haline “merkez” deme zorunluluğu da bir süre sonra doğmuştur. Yani kendi kendine oluşmuş bir tanım değildir bu. DP’nin sağcı kimliğini, içinden çıkan Liberal Hürriyet Partisi belirgin hale getirmiştir. 60’ların sonuna doğru kurulan (CKMP adını değiştirdi) MHP ile Milli Selamet Partisi (MSP), DP’nin devamı olarak yoluna Demirel’le devam eden Adalet Partisi’ni, (AP) sağın tabanının tamamında işgal ettiği alandan alarak merkeze hareket ettirmek zorunda bırakmıştır. Kendisinden daha milliyetçi ve daha dinci iki partinin varlığı AP’nin siyasi konumunu da netleştirmiştir. AP artık net merkez sağ partidir, Demirel de merkez sağ siyasetçidir.
Türkiye’de de tüm dünyada olduğu gibi, sağ ve sol politik kimliklerin oluşması ve örgütlenmesinde soğuk savaş dönemi, araçları ve kurumları çok etkili olmuştur. Ayrıca, Türkiye’de darbelerin, özellikle sağ siyaseti yeniden üretme durumunu da tespit etmek gerekir. DP’den AP, AP’den ANAP ve DYP, Refah Partisi’nden (RP) AKP bu yolla üretilmiştir. Bu siyaset dışı müdahaleler nedeniyle de siyasetin merkezi özellikle sağda kalmamıştır. ANAP politik yelpazedeki 4 eğilimi birleştiğini savunarak, merkez sağ çizgiden uzaklaşmaya çalışmıştır. Demirel’in 80 öncesi siyasi duruşu ve fikirleriyle, 80 sonrası duruşu arasında hayli fark vardır.
Devlet Bahçeli 1997 yılında MHP genel başkan koltuğuna oturduktan sonra, katı ideolojik çizgisi olan partisini merkeze çekmek için hamleler yaptı. “Ülkücünün elinde silah değil, bilgisayar olmalı” dedi, mafya tipi oluşumlarda adı geçen isimleri partiden uzaklaştırdı. Merkez sağ olamadı ama biraz da konjonktürün yardımıyla iktidar ortağı oldu, sonra partisi baraj altı kaldı. Kısa süreli muhalif pozisyonu sonrasında da eski katı kimliğine, hem de bir dönem önce partisinden uzaklaştırdığı mafya tipi oluşumların liderlerini de yanına alarak dönüş yaptı. Şu anda kayıtsız şartsız iktidarın, devletin yanında.
AKP de ilk kurulduğunda, politik olarak kendisini merkezde görüyordu. AB üyelik süreci üzerinden oluşturmaya çalıştığı politik kimlik de buna uygundu. “Millî görüş gömleğini çıkarma” açıklaması da bunun ilanıydı. Ama olmadı, olmayacağı belliydi. Merkez sağ parti kategorisinde değerlendirebileceğimiz ANAP’ın içinde “muhafazakârlar” olarak bilinen isimler AKP’ye geçince, “liberaller” olarak anılmaya başlandılar. AKP’ye, iktidardaki uzun yol hikayesi de kendisi için ürettiği “muhafazakâr demokrat” gibi kavramlar da kimlik üretmeyi başaramadı.
Meral Akşener de MHP’den ayrılıp İyi Parti’yi kurunca merkez parti olma iddiasını dile getirdi. DYP’deki geçmişini de buna referans gösterdi. Partiyi kurduğu, içinde kendisinin de olduğu isimler MHP Genel Başkanlığına aday olmuş isimlerdi. Akşener’in çizgisiyle merkeze hareket etmeye çalışan parti, yöneticilerinin muhtelif meselelerde gösterdiği MHP refleksiyle hep patinaj yaptı. Şimdi İyi Parti, seçim yenilgisi sonrasında kendisine tekrar bir kimlik arayışında. Önce varlık nedeni olan ittifakı eleştirdi ve reddetti. Ardından da yerel seçimlerde kazanan denklemin içinde yer almayacağını ilan etti. Politik olarak da komik kaçacak bir çağrıda bulundu Akşener, ittifak dönemi bitsin dedi. Oysa cumhur ittifakı halinden şikayetçi değil. Niye bozsunlar ittifakı? Bunları söylemek için 3 ay sessiz kalmak ve Afyon’a giderek tarihsel bir dönemi kendisine zemin yapması da bu kimlik arayışının nerelerde olduğunun göstergesi.
Merkez sağ ile ilgi kuramsal tarifi ilk yapan isim AP içinden ayrılarak Demokratik Parti’yi kuran Ferruh Bozbeyli’dir. Bozbeyli, “siyasi yönü cumhuriyetçi, sosyal yönü milliyetçi, iktisadi yönü hür teşebbüs” diye tanımlar merkez sağı doktrinel olarak. Kendini sağda tarif eden bütün partilere uyan tariftir bu aslında. O nedenle de müşterisi çoktur.
Bugün Türkiye’nin siyasal zemininde sağ partilerin iştahını kabartacak merkez sağ seçmen, kitlesel olarak yoktur. Recep Tayyip Erdoğan kendini merkez sağda tanımlayan seçmenlerin büyük bölümünü 21 yıllık mutlak iktidarıyla ve başarıyla muhafazakarlaştırmıştır. Ve bu seçmen, politik kimliğini “Müslüman”, oy vereceği partiyi de “Müslümanlar” olarak tarif etmektedir. DYP ve ANAP’ın toplamıyla 90’ların başlarında yüzde 50’lerle ifade edilen merkez sağ seçmen bugün, İyi Parti’ye ve CHP’ye oy veren seçmenin bir kısmını alırsak yüzde 10’a ancak ulaşmaktadır. Oysa Erdoğan’a cumhurbaşkanı olması için oy veren yüzde 49,5, partisine oy veren yüzde 35 oranında seçmen vardır.
Merkez sağdaki partiler politik kimliklerinden öte, lider partileriydi. O nedenle liderleri gidince partiler de bitti. Demirel’in DYP’si, Turgut Özal’ın ANAP’ı buna çok iyi örnektir. DP’nin ve AP’nin tarihsel mirasının üzerine oturan Tansu Çiller’in DYP’si, merkez sağı bırakın, parti olma kimliğini bile kaybetmişti. Merkez sağ seçmen DYP ile birlikte ANAP’a da veda ederek sahneden çekildi, değişti.
Şimdi İyi Parti'nin son hallerine bakınca kısa süre sonra cep telefonlarındaki uyarı gibi bir ses duyabiliriz, aslında duyulur gibi de oldu:
“Aradığınız merkez sağ seçmene ulaşılamamaktadır”