Yakınlarda kaybettiğimiz Tarhan Erdem, Radikal Kitap için siyasi inceleme kitaplarını okur değerlendirme yazıları kaleme alırdı. Yıl boyunca çıkan üç dört tane epey hacimli ve okuması zor kitabı kendisine yollamış ama bir türlü yazıları alamamıştık. Yaz başı gazetede karşılaştık, “O kitapları ayırdım, tatilde keyfini çıkartarak okuyacağım” dedi. Tam da bütün medyada, en heyecanlı polisiyeler, en romantik romanlar, keçi boynuzu misali denemeler, sansasyonel incelemelerden oluşan birbirinin aynı ‘yaz okumaları’ listelerinin yayımlandığı günlerde, Tarhan Erdem’in bu ters köşe tavrı bizi gülümsetmişti. Ama zaten Tarhan Erdem de öyle, ters köşe biriydi.
Herkesin okuma alışkanlıkları ve tercihleri kendi kişiliğine, kimliğine göre farklılık gösterir. O nedenle herkes için ortak bir yaz okuması listesi yapmak aslında imkansız ve dolayısıyla manasız bir iştir.
Yine de okuma alışkanlıklarımızın ortak yanları yok değil. Mesela kitaplara ne kadar vakit ayırdığımız ve nasıl okuduğumuz gibi. Geçen yıl Avustralya’da yapılan bir araştırma, ankete katılanların yüzde 25’inin son bir yıldır hiç kitap okumadığını ortaya koymuş. Bu oran 2017 yılında yüzde sekizmiş… Yani her geçen gün kitap okuru azalıyor. Aslında okumaya devam ediyoruz, hatta belki de hiç olmadığı kadar çok okuyoruz. Artık okuma yazma bilen herkes ekranlarda okuyor, yazıyor, izliyor ama okuduğumuz şey kitap değil; onun dışında her şey. En önemlisi ise okumaya ayırdığımız blok zaman eskisiyle karşılaştırılamayacak kadar az.
Hayatın çok daha yavaş aktığı 20. Yüzyıl başlarında insanların kitaplarla baş başa geçirdiği zaman saatler, hatta günlerle ölçülürmüş. Kendi yaşam süremiz içinde bile bu büyük değişimi görebiliriz. En yaşlılarımız televizyonun olmadığı zamanları hatırlasınlar. Sonra kuşak kuşak günümüze doğru yaklaşalım: tek kanallı televizyon yılları, bilgisayar öncesi günler ve sosyal medyanın olmadığı bir dünya… Hepsinde de kitap okumaya daha fazla vakit ayırdığımızı hatırlayacağız.
Uzun kış geceleri, okulların tatile girdiği uzun yaz günleri, tren otobüs ya da uçakla çıkılan o uzun yolculuklar, uzun beklemeler hep kitaplarla kısalırdı. Saatlerce kafamızı kaldırmadan okur, yüzlerce sayfalık kitapları birkaç günde bitirirdik. Konusu ne olursa olsun bir kitabın başında saatler geçirmek normal okuma biçimiydi. Şimdi öyle bir şey kalmadı. İnsanların evlerindeki kitaplar yetmez, birbirine kitap alınır verilir, kütüphanelere gidilirdi. Şimdi kitap bir tüketim nesnesi, alınıp biraz karıştırılıp sonra da bir kenara yığılan bir şey…
Kitap kurdu bir arkadaşım Twitter’ın ilk yıllarında şaşkınlıkla itiraf etmişti, ‘artık okuyamıyorum’ diye… Çünkü o heyecan ve merak insanı, tam bir Twitter kuşuna dönüşmüştü.
Bir yandan telefon ekranına bakıp sosyal medya hesapları arasında gezinmek, bir yandan da televizyon seyretmek artık evrensel bir durum. Tüm dünyada milyarlarca insanın akşamları böyle geçiyor. Hatta en genç nesil araya bir ekran daha alabiliyor; anne babalar bununla övünüyor. Önümüzdeki bu ekranların hiç değilse bir tanesinden kitap okumak da mümkün elbette. İster ekrandan ister kağıda basılı geleneksel kitaptan okuyor olun; bir gözünüzün kitapta diğerinin ekranda olduğu bu tarz, artık yeni okuma biçimi. Hepimiz bunu yapıyoruz. Ama biliyoruz ki bu hiç de verimli bir okuma biçimi değil.
Guardian’da yer alan bir habere göre tek mesele kitaplara ayırdığımız zaman değil. O zaman içinde metinle kurduğumuz ilişki de önemli ve sonuçlar pek parlak değil. Malum, bir metni konsantre olup, kendimizi kaptırıp, anlayarak derin okumak da var; içinde ne var ne yok diye, aradığımız bir takım rakam, isim ya da başka verileri bulmak için hızlıca taradığımız ‘gözden geçirme’ de var.
Uzmanlar ekran çağında hepimizin bütün metinleri sadece gözden geçirdiğimizi, kimsenin derin okuma yapmadığını söylüyor. Oysa kitap okumaya atfettiğimiz bütün o keyifler ve kazanımlar ancak derin okumayla mümkün. Hayallerimizi zenginleştirmek, dilimizi ve düşüncemizi geliştirmek, bilgi edinmek, daha analitik düşünebilmek için derin okuma gerekiyor. Ancak böyle okursak metni gerçekten kavrayabiliyoruz.
Uzmanların açıklamalarından anlıyorum ki bir gözümüzle kitap okuyor gibi yapıp bir gözümüzle twitter’a bakarak okuduğumuzu gerçekten içselleştirmemiz pek mümkün değil. Aynı uzmanlardan bir kötü haber daha var: Basılı kitaptan okumak, ekrandan okumaya göre daha verimli. Bunun sebebiyse gayet basit. Ekranın size vadettiği sonsuz seçenek ve sayısız uyarıcıdan hiçbiri kitapta yok. Arada okumayı kesip, bir başka uygulamayı açmak, ekranın yanında beliriveren bir mesaja cevap vermek bu bölük pörçük okuma halinin bildik anları. Oysa kitabı, basılı kitaptan okuduğunuzda hiç değilse elinizdeki kitabı bırakıp tekrar telefona dönmeniz gerekiyor. Eh bu da günümüzde okuma lehine bir avantaj sayılıyor…
Tabii ki okuduklarımızın çoğunu unutuyoruz. Eğer özel bir zihinsel yeteneğiniz yoksa her okuduğunuzu satır satır hatırlamanız mümkün değil. Hatta okuduğunuz çoğu romanın konusunu filan bile hatırlamıyorsunuz, merak etmeyin bu normal bir şey. Ama okuduklarımız zihnimizin derinliklerinde bizi değiştiren ve biz yapan düşünsel yapının oluşmasını sağlıyor. O nedenle kitap okumayı önemsiyoruz. İşte derin okuma bu altyapının sağlamlığı için gerekli bir şey. Tamam artık ekransız bir hayat mümkün değil. Ama belki yeni okuma biçimini kitabın lehine biraz zorlayıp, kendimizi bölmemek, ekrana gözümüzü kaydırmamak için gayret gösterebiliriz. Sanıyorum böylesi çok daha zevkli olur…