Geçtiğimiz hafta İsmailağa cemaatinin liderlerinden Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını henüz 6 yaşında iken 29 yaşındaki bir erkekle evlendirdiğini öğrendiğimizden beri toplumun büyük bir kesimi haklı bir infial içinde. Aslında Türkiye’nin 202 ülkenin yer aldığı 18 yaşından önce evlenen çocuk oranları listesinde %14,7 oranı ile 87. sırada yer aldığını, 15 yaş ve öncesinde evlenen çocuk oranı sıralamasında ise %2 oranla Avrupa’da çocuk evliliklerinde birinci sırada olduğunu biliyorduk ama somut bir olay, bilinçaltımıza ittiğimiz bu bilginin son derece rahatsız edici şekilde yüzeye çıkmasına yardımcı oldu. Elbette öfkemizin en büyük nedeni, bu olayın aile, cemaat, adli tıp, yargı, devlet ve siyasi iktidar gibi çok failin işlediği bir “suç” olmasıydı.
Aslında tarihin çeşitli dönemlerinde, tüm kültürlerde çocuk evliliği görülmüş. Maalesef hala da görülüyor. Örneğin 2000-2010 yılları arasında ABD’de 250.000 çocuk evlendirildi. Bunların arasında 10 yaşında olanlar vardı. 2018 yılında New Jersey Valisi Chris Christie, çocuk evliliklerini kısıtlamak için çıkarılan yasayı din özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesi ile veto etti. Bu ve benzeri olayları eleştirmeyi o toplumların yazarlarına bırakıp, biz kendi evimizin tarihine ve bugününe bakalım.
İslam toplumlarında İbn Şübrüme (ö. 761), Osman el-Bettî (ö. 760) ve Ebû Bekr Abdurrahmân b. Keysân el-Esam (ö. 816) gibi küçük bir grup İslam fıkıhçısı 9 yaşına gelmemiş kız ile 12 yaşına gelmemiş erkek çocukları hiçbir kimse tarafından evlendirilemez görüşündeydi ama bu fıkıhçılar Osmanlı hukukunda referans alınmamıştı. Osmanlı uygulamasında çocuklar birazdan tanımlayacağım kişiler tarafından doğdukları andan itibaren evlendirilebiliyordu. Osmanlı mahkemelerinde adeta yarı resmi hukuk kodu olarak Kadıların* temel başvuru kaynağı olan Mülteka’i-Ebhur adlı Hanefi fıkıh kitabında Hz. Ebubekir’in 7 yaşındaki kızı Hz. Ayşe’yi Hz. Muhammed’e nikâhladığı; Hz. Ali’nin sağire kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer’e vermesi gibi olaylar örnek olarak gösteriliyordu.
Osmanlı döneminde çocuk evlilikleri konusunda bize en çok bilgiyi veren kaynaklar, Osmanlı mahkemelerinde alınan kararların Kadı ve naibi tarafından tutulduğu defterler demek olan şer’iyye sicilleridir. Ancak bu kaynaklar doğası itibariyle sadece sorun olan, davalık olan ilişkileri öğrenmemizi sağlar. Dolayısıyla bunlardan hareketle Osmanlı’da çocuk evlilikleri konusunda sayısal, oransal sonuçlara varmak imkansızdır. Bilebildiğimiz, mahkeme konusu olan vakaların sadece %18’inin erkek çocukların davası olduğu, gerisinin kız çocuklara dair davalar olduğudur. Öte yandan bu kayıtlarda kız çocuklarının tam yaşları çoğu zaman belirtilmemiş sadece “sağire” (küçük kız) demekle yetinilmiştir. Aslında erkek çocuklar da çoğu kez “sağir” (küçük oğlan) diye nitelenirken kızların evlendiği erkeklerin çoğunun adlarının önünde “Marpuççu”, “Rençber”, “Simkeş”, Tabancacı”, “Kağıtçı” gibi meslekleri veya “Efendi”, “Bey”, “Ağa”, “Beşe”, “Seyyid” gibi unvanlarının olmasından küçük kızların sıklıkla kendilerinden çok büyük erkeklerle evlendirildiği anlaşılmaktadır.
Şimdi bu genel bilgilerden sonra Osmanlı’daki çocuk evliliklerine biraz daha yakından bakalım. Birazdan okuyacağınız metni, kaynakçada künyesi verilen metinlerden bazen özetleyerek, bazen anlatıları aynen almak suretiyle, bazen onlara çeşitli kaynaklardan eklemeler yaparak oluşturduğumu peşinen söylemeliyim.
Çocuk kime deniyordu?
Osmanlı hukukuna göre kızlarda 9 yaşına, erkeklerde 12 yaşına kadar “çocuk” sayılıyordu ama “buluğa erme” yaşa bağlı olmadığı için kızlarda 9 yaşından itibaren ne zaman akıl baliğ olurlarsa (akılca ve vücutça ergenliğe ererse, yani adet görürse, regl olursa, hayız görürse) o zaman çocuk sayılmıyorlardı. Ancak Osmanlı toplumunda akılca olgunluktan ziyade fiziksel olgunluğa daha çok önem veriliyordu. Her hâlükârda üst yaş sınırı 15 olduğu için 15 yaşını dolduran kız çocukları adet görsün görmesin çocuk statüsünden çıkıyordu. Erkeklerde ise 12 yaşından itibaren cinsel organlarda ve salgılarda gelişim, vücut kıllarında, seste değişiklik… gibi belirtilere bakılarak herhangi bir yaşta biterken, her hâlükârda kızlarda olduğu gibi 15 yaşından sonra çocuk statüsü sona eriyordu. (Bu yaş sınırlarının önemini yazının ilerleyen bölümlerinde örneklerle anlatacağım.)
Kanuni devrinin ünlü Şeyhülislamı Ebu’s Suud Efendi (ö. 1574) bu açıdan “ilerici” bir hamle yaparak erkek çocukları için buluğ yaşını, kendileri ikrar ettikleri (söyledikleri) durumda 12, sessiz kalmaları halinde 18 olarak tespit etmiş; kız çocukları için de ikrar ettikleri durumda 12, etmedikleri takdirde 17 olarak öngörmüştü. Ancak bu görüş Osmanlı tarihinde bir istisna olarak kalmış, 20. yüzyılın başına kadar 9-15, 12-15 aralıkları esas alınmıştı.
Sonuç olarak Osmanlı toplumunda velileri anlaştığı takdirde bebekler bile evlendirilebilirdi. Örneğin 1895 gibi geç bir dönemde ahi Giresun şer’iyye sicilinde yer alan kayda göre baba Molla İbrahim henüz 2 yaşındaki kızı Fatma’yı Emiroğlu Mehmet’in oğlu 5 yaşındaki Emin’le evlendirmişti. Daha doğrusu iki baba bu evliliğin hukuki yanı için anlaşmaya varmışlardı. Hukuki yanı diyorum çünkü evliliğin fiilen gerçekleşmesine ilişkin kuralları birazdan anlatacağım.
Neden çocuk evlilikleri?
Kız çocuklarının böyle erken evlendirilme sebepleri konusunda İslam fıkıhçıları, uygun birisi bulunduğunda fırsatı değerlendirmek, yetim-öksüz kalan çocukları koruma altına almak, çocukların erken buluğa erdiği toplumlarda onları gayri meşru cinsel ilişkilerden ve bunların olumsuz sonuçlarından korumak gibi gerekçeler ileri sürmüşlerdir. Osmanlı toplumunda da benzer şekilde kızların iffetini ve bekâretini, ailenin onurunu korumak, babanın ölümü durumunda kız çocuğuna bir güvence sağlamak, bir çocuğun masrafından kurtulmak gibi gerekçeler sayılmaktadır.
Örneğin 4 Temmuz 1675 tarihli Antep şer’iyye sicilindeki bir kayda göre 7-8 yaşlarındaki Ayşe üvey babası tarafından kötü muameleye maruz kaldığı için teyzesinin yanına sığınınca Kadı tarafından Mürsel’in küçük oğluyla evlendirilmiştir. Yine Antep şer’iyye sicilinde yer alan 31 Mart 1690 tarihli bir kayıtta babası şehir dışına çıktıktan sonra kendisinden haber alınamayınca kızı “sağire” Fatma güç durumda kalmış, bunun üzerine Kadı Fatma’yı Yahya Bey’in “sağir” oğlu Mehmet’le evlendirmiştir.
Ancak şer’iyye sicillerine yansıyan anlaşmazlıklar incelendiğinde özellikle kız çocuklarının küçük yaşlarda evlendirilme gerekçesinin ekonomik olduğu ve İslam fıkıhına göre evlenecek kadının mal varlığına dâhil olması gereken “mehir”e (başlık parası) velilerin el koymak istemesi sebebiyle bu evliliklerin gerçekleştirildiği görülmektedir.
Mehir ne demek?
Erkeğin evlenirken eşine verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya başka bir mala mehir denirdi. Mehir, ödenme zamanına göre, “mehr-i muaccel” ve mehr-i müeccel olmak üzere ikiye ayrılırdı. “Mehr-i muaccel”, peşin olarak ödenen mehirdi. Kadın “mehr-i muacceli” almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. “Mehr-i müeccel” ise ödenmesi sonraya bırakılan mehirdi. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mehrin kadına ödenmesi gerekirdi. Şayet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekirdi Başka bir deyişle, boşanma halinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm halinde de bırakmış olduğu mirastan ödenirdi.
Örneğin Nevşehir şer’iyye siciline kayıtlı 22 Ağustos 1907 tarihli belgeye göre Hafız Fehmi Efendi sağire kızı Şerife’yi 1500 kuruş “mehr-i muaccel”, 3000 kuruş kıymetinde bir ev, 500 kuruş kıymetinde bir bağdan oluşan “mehr-i müeccel” ile Abdülkadir’in oğlu Mustafa ile evlendirmişti.
Hayfa şer’iyye sicilinde 1900 yılında karşımıza çıkan olayın başrolünde ise Cemile adında 10 yaşındaki kız çocuğu yer almakta. 9 yaşındaki Cemile kendisinden bir hayli büyük olan Ahmet Ebu Tabık ile 1500 kuruş mehir karşılığında nikâhlanmıştı. Cemile’nin hayattaki tek akrabası olan anneannesi mahkemeye başvurarak mehrin 1200 kuruşu mehr-i muaccel olup, bu miktar ödenmeden cinsel ilişkiye dayanamayacak olan Cemile’yi kocası ve kayınvalidesinin alıp evlerine götürdüklerini, Ahmet’in de mehiri ödemeden Cemile’nin bekâretini bozduğunu iddia etmişti. Şimdi de kocası 10 yaşında olan Cemile’yi anneannesinin evine terkettiği gibi, mehir ve nafakasını da ödememekte idi. Koca iddiaları kabul edince Kadı Cemile’nin mehir ve nafakasının ödenmesini hükme bağlamıştı. Elbette anneanneyi memnun eden bu sonucun Cemile için ne anlam taşıdığı, Cemile’nin bundan sonra mehir için kaç kocaya daha verildiğini bilmiyoruz.
Bu olayda dikkat çeken ilk husus, henüz cinsel ilişkiye hazır olmayan bir kız çocuğu kocası tarafından velisinin yanından alınıp götürülmüş ve zifafın gerçekleşmiş olmasıdır. Ardından yaklaşık bir yıl sonra 10 yaşındaki küçük kız çocuğu hukuken hak kazandığı mehir ve nafaka ödemeleri yapılmadan terk edilmiştir. Ancak ekonomik açıdan zor durumda olan anneanne kocayı cinsel ilişkiye uygun olmayan Cemile’ye yaptıkları yüzünden değil, mehir ve nafakasını ödememesi sebebiyle şikâyet etmektedir. Daha da şaşırtıcı olan ise Kadı’nın Cemile’yi mali açıdan güvence altına almasına rağmen, cüssesi uygun olmayan bir kız çocuğu ile cinsel ilişkiye giren kocanın davranışını olağan karşılayarak herhangi bir ceza vermemesidir.
Gerekçesi şu veya bu olan nice boşanma hikayesi gizlidir şer’iyye sicillerinde. Örneğin 1801 yılında İstanbul Davudpaşa Mahkemesi kayıtlarına göre Ayşe kocası Seyyid Mehmet’ten boşandığında 10 yaşındadır. Nesibe kocası Mehmet Arif’ten boşandığında 13, Fatma kocası Osman Beşe’den boşandığında 13, Ümmü Gülsüm Mustafa Ağa’dan boşandığında sadece 12 yaşındadır. Yine aynı mahkemenin 1843-1846 yıllarına ait kayıtlarına göre Reşid Abdi’den boşanan Fatma 11 yaşındaydı. Samancı Kasım’dan boşanan Zenziye Habibe de 11 yaşındaydı. Süleyman Ağa’dan boşanan Ayşe 12, Ali Ağa bin Mehmed’den boşanan Emine 12, Marpuçcu Seyyid Mehmed Ağa’dan boşanan Fatma 13 yaşındaydı. Bu döneme ait diğer 17 kayıttaki kızların yaşları da en fazla 15 idi. Yine aynı mahkemenin 30 yıl sonraki kayıtlarına göre eskici Süleyman’dan olma Fatma’dan doğma Ayşe, 25 Ocak 1875 günü kocası Muytab Süleyman Hilmi Ağa adlı esnaftan boşandığında 11 yaşında idi. Bu boşanmadan bir ay sonra bir ticarethanede katiplik yapan Mehmed Ali ile evlenmiş henüz 13 yaşında iken ikinci kocasından da boşanmıştı…
Çocuk gelin sultanlar
Mahkeme kayıtlarına göre çocuk evlilikleri daha çok yoksul ailelerde yaygın görünmekle birlikte orta sınıf ve yönetici sınıf hatta hanedan içinde bile çocuk evliliği vak’a-yı adiyedendi. Aynı şekilde çocuk evlilikleri kırsal kesimde de şehirlerde de siyasi ve idari elitte de ulema ve tüccar sınıfı arasında da yaygındı. Üst tabakalarda muhtemelen bu tür evlilikler yoluyla ailevi ve siyasi ilişkiler kontrol etmek, mal-mülk ve güç elde etmek amaçlanmıştı. Saray mensuplarının henüz beşikte iken paşalara, sadrazamlara, ayanlara nişanlanması, nikahlanmasına dair o kadar çok olay vardır ki, bunlardan sadece ikisini anlatarak bu faslı geçelim. I. Ahmed’in Kösem Sultan’dan olan kızı Ayşe Sultan 1611 yılında henüz üç yaşındayken Sadrazam Gümilcineli Nasuh Paşa ile evlendirilmiş, Nasuh Paşa’nın Sinop’ta yaşanan bir olaydan suçlu bulunup idam edilmesiyle 6 yaşında dul kalmıştı. Ayşe Sultan bir yıl sonra Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa ile evlendirildi, Paşa’nın Hotin kuşatması sırasında ölmesi üzerine 13 yaşında yine dul kaldı. 18 yaşında üçüncü, öldüğü 47 yaşına kadar da beş kere daha evlendirilen Ayşe Sultan son evliliğinin 6. ayında eceliyle (!) ölmüştü. Modernleşmeci padişahların ilki sayılabilecek III. Ahmet’in (ö. 1738) kızı Fatma Sultan da önce 5 yaşındayken dönemin Sadrazamı ile evlendirilmiş, kocasının ölmesi üzerine 9 yaşında dul kalmıştı. 13 yaşına geldiğinde bu kez 51 yaşındaki yeni Sadrazam İbrahim Paşa ile nikâhlanmıştı. İbrahim Paşa 61 yaşında öldüğünde Fatma Sultan 24 yaşında bir kez daha dul kalmış, 29 yaşında da hayatını kaybetmişti.
Saray dışından iki örnek verelim: Çatalcalı Mustafa Ağazade Mehmed Bey’in kızı Şerife Behiye Hanım 31 Ocak 1828 tarihinde birkaç yıl arayla iki kere sadrazamlık yapmış Yusuf Ziya Paşa’nın telhisçisi (yazıcısı) Behram Ağazade Osman Bey’in kardeşi olan kocası Mehmed Emin Bey’den boşandığında henüz 11 yaşındaydı.
Nablus Mahkemesi’ne yansıyan bir olayda olduğu gibi, orta sınıfa mensup Seyyid Musa-el- Fakhuri’nin kızı Rukiye henüz çocukken babası tarafından evlendirilmiş, dört yıl içinde geride bir kız bebek bırakarak hayatını kaybetmişti.
Çocukları kimler evlendirebilirdi?
İslam ve Osmanlı hukuk sisteminde evlenme ehliyetine sahip olmayan küçükler, akıl hastaları gibi kişiler üzerinde kullanılan velayet hakkına “velayet-i icbar” (zorlayıcı velayet) deniyordu. Diğer İslam mezheplerinde bu yetki sadece baba ve babanın babasına (dede) tanınırken, Osmanlı’nın resmi mezhebi olan Hanefilikte zorlayıcı velayet yetkisi çok geniş bir akraba zümresine tanımıştı. Bu zümreye “asabe” deniyordu. Osmanlı Devleti’nde “asabe”ye, baba ve dede dışında anne baba bir ve baba bir erkek kardeşler, bunların erkek çocukları, anne baba bir ve baba bir amcalarla amcaoğulları da dahildi. Bu dizgede sıra önemliydi. Bir üstte yer alan veli mevcutken bir alt sıradaki veli bu yetkiyi kullanamazdı. Örneğin baba hayatta iken babanın babası küçüğü evlendiremezdi. Eğer yukarıda sayılan “asabe” hısımlardan hiçbiri yoksa yetki anneye ve diğer akrabalara (zev’il erham) geçerdi. Eğer küçüğün hiçbir akrabası yoksa genel velâyet yetkisine sahip olan Kadı tarafından evlendirilebilirdi.
Bu yetkinin kullanımına dair bir mahkeme kaydına göre Nisan 1693 tarihinde Kayseri Mahkemesi’ne başvuran Hüseyin, kendisi şehirde bulunduğu halde yeğeni küçük kız çocuğu Emine’nin annesi tarafından evlendirildiğini belirterek evliliğe itiraz etmişti. Hüseyin’e göre babası ölmüş olan Emine’yi evlendirme hakkı kendisine aitti. Hüseyin iddiasını mahkemeye sunduğu bir fetvayla kanıtlayıp evliliğin feshedilmesini sağlamıştı.
1895 yılında İstanbul’da yaşanan bir başka olayda 13 yaşlarında olduğu bilinen Nesibe’nin babası vefat etmiş bu sebeple kendisine hukukî olarak bir vasî tayin edilmiştir. Annesi Hayriye Hanım ise hala hayattadır. Buna rağmen kısa süreliğine misafir olarak gittiği Beykoz’da ablası tarafından evlendirilmiştir. Bu evlilikten ne annesi ne de hukuki vasisinin haberi vardır. Bu evliliği duyan annesi Hayriye Hanım ile vasisi Hafız Halid Efendi Zaptiye Nezâreti’ne verdikleri arzuhâlde durumu şikâyet etmişlerdir. Arzuhâlde ilk bakışta “bâkire ve nâ-bâliğa” olan Nesibe’nin sanki ergen olmadan yani küçük yaşta evlendirilmesinin şikâyet konusu edildiği izlenimi edinilmekle birlikte asıl konunun Nesibe’nin küçük yaşta evlendirilmesi değil annesi ve vasîsinden habersiz evlendirilmesi olduğu görülüyordu.
Fiili evlilik ne zaman gerçekleşiyordu?
Hukuk metinlerinden anlaşılıyor ki, Osmanlı dünyasında bir evliliğin fiili olarak gerçekleşmesi için kız çocuğunun adet (regl, hayız) görmeye başlaması ya da fiziksel açıdan olgun (etine dolgun, gürbüz, semiz, yapılı) olması yeterliydi. Fetvalara göre kız çocukların, kendilerine zararı dokunmadan cinsel ilişkiye girebilecekleri, cinsel ilişkiye uygun anlamına gelebilecek halde olmaları “maslahat-ı ricale sâliha olmak”, “kesb-i salahat etmeye müsait olmak” gibi ifadelerle belirtilmiştir. Aksi durumlar ise “cüssesinin tahammülü olmayıp cima’a mutîka olmadığı zahir olup” gibi terimlerle geçmişti mahkeme kayıtlarına.
Bu konuda sık sık atıf yapılan Kahire’deki El Ezher eğitimli El Ramli’nin (ö. 1671) fetvasına göre “Eğer bir koca küçük karısıyla zifafa girmek isterse ve karısının buna uygun olduğunu iddia ederse baba ise kızının buna henüz tahammülü olmadığını söylerse kız gürbüz, gelişmiş, bir erkekle cinsel birleşmeye dayanabilecek kapasitede ise ve muaccel mehir ödenmişse baba kızını kocasına teslim etmek zorundadır. Kadı kızın buna uygun olup olmadığını kontrol eder. Eğer bu konuda şüphesi olursa bilgili kadınlardan yardım ister. Eğer bu kadınlar da kızın cinsel ilişkiye dayanabileceğini söylerlerse Kadı kızın kocasına verilmesine hükmeder. Eğer kız hazır değil derlerse Kadı babaya kızı kendi evine göndermesini söyler.”
Eğer Kadı kızı evine gönderirse, kız çocuklarının erginliğine karar verilebilmesi için 15 yaşını tamamlamaları beklenirdi. Ancak bu durumda kocaları onların nafaka ve diğer ihtiyaçlarını (nafakasını) karşılamak zorunda değildi, işte bu yüzden özellikle ihtiyaç sahibi aileler kızlarını erginliğine kadarki dönemde dahi kocasının evine vermeye eğilimli idiler.
Örneğin Lale Devri’nin ünlü Şeyhülislam’ı Yenişehirli Abdullah Efendi’nin (ö. 1743) bir fetvasında 7 yaşında olup “mehzûle” (zayıf, cılız) olan bir kız çocuğun kocası tarafından cinsel ilişkiye zorlanması sonrasında gerçekleşen ölüm olayı konu edilmişti. Peki mahkeme kaydına göre “misüllü cimâ’ oluna gelmiş değil iken…” (cinsel ilişkiye müsait duruma gelmemişken…) denilerek kınanan bu ilişki sonrasında ölen kız çocuğunun hayatının bedeli neydi? Maalesef sadece kızın akrabaları kocadan diyet talebinde bulunabilirdi. Ayrıca koca, cinsel ilişkiyi kaldıramayacağı halde onu buna zorlayıp ölümüne sebep olduğu karısının mirasından mahrum kalırdı. Ancak bu olayda bunlar bile olmamıştı.
Hıyar-ı buluğ nedir?
Hanefi mezhebi ve Osmanlı Hukukunda zorlayıcı velayet yetkisinin geniş bir akraba zümresine tanınmasının sakıncalarını giderebilmek için lütfettiği (!) çözüm “hıyar-ı buluğ” (buluğ muhayyerliği) müessesesi idi. Hanefi mezhebinin kurucularından Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre baba ve dede dışında zorlayıcı velayet yetkisine sahip olan bir veli tarafından evlendirilen küçükler buluğa erince bir seçim hakkına sahiptiler. Ancak bunun Kadı huzurunda mahkemede yapılması ve Kadı’nın bu yönde karar alması gerekirdi. Son derece karmaşık bir hukuki prosedüre sahip olmasına ve o çağlarda kadınların pek çok kısıtlamalarla çevrili bulunmalarına rağmen Osmanlı’nın “küçük kadınları” hukuki haklarını ve hukuki süreçleri bilerek “hıyar’ül buluğ” kurumundan yararlanmışlardır. Üstelik bunların bir kısmı mahkemelerde kendileri adına cesaretle konuşabilmişlerdir.
Neydi bu karmaşık prosedür? Öncelikle kızların bu hakkı kullanabilmesi için, öncelikle başta da belirtildiği gibi baba ve babadan dedeleri dışındaki “asabe” denen hısımları tarafından evlendirilmiş olmaları gerekiyordu. İkinci olarak kızlar buluğa erdikleri an (ilk adetlerini gördüklerinde) iki şahit huzurunda evliliğe son vereceklerini belirtmeli daha sonra da mahkemeye gitmeliydiler. Aksi takdirde seçim haklarını kaybederlerdi. Buna mukabil erkekler buluğa erdikleri an seçim hakkını kullanmak zorunda değillerdi. Açıkça veya zımnen nikâhı kabul ettiklerini bildirmedikçe fesih hakları hayat boyunca etmekteydi. Dolayısı ile ne zaman isterlerse fesih hakkını kullanabilirlerdi.
Bu konudaki ayrıntılı bir örnek 19. yüzyılda Hayfa’da yaşayan ve amcasının velayet yetkisine sahip olduğu yetime Tamam ile ilgilidir. Tamam henüz çocukken evlendirilmiş, baliğ olunca seçim hakkını kullanarak evliliğin feshini talep etmişti. Tamam’ın iddiasına göre iktidarsız olan kocası tarafından cehennem azabına uğramış, kocası mehirini vermemiş, gaddarca davranmış, cinsel ilişkiye girmeyi başaramayınca da öldürmeye teşebbüs etmişti. Bunun üzerine Tamam kaçarak baliğ oluncaya kadar saklanmıştı. İlk âdetini görünce de mahkemeye gelerek evliliğin feshini talep etmişti. Kocası ise evlendiklerinde Tamam’ın sağire olmadığını, mehrini vermesine rağmen evine ayak basmadığını, bu nedenle zifafın iktidarsızlığı sebebiyle değil Tamam’ın tutumu sebebiyle gerçekleşemediğini iddia ediyorlardı. Kadı, kocadan iddialarını ispatlaması istemiş, ancak getirdiği tanıkların ifadeleri inandırıcı bulmamıştı. Tamam’dan şahit istenince Tamam iki şahit getirmişti. Bunlardan birisi saygın bir şeyh olup, mahkemeden iki gün önce Tamam’ın annesi ile birlikte yanına gelerek ilk adet kanını gösterdiğini söylemişti. Bunun üzerine Kadı nikâh akdini feshetmişti.
Bir başka örnekte ise Zehra 8 yaşında iken annesi Zeliha Hatun tarafından Ömer’le evlendirilmişti. Mehr-i muacceli ödendikten sonra kocasına teslim edilmiş, evlilik fiilen başlamıştı. Zehra mahkemeye başvurmadan dört gün önce iki erkeği evine çağırarak “aybaşı oldum, yara aldım, nikâhı feshedeceğim” demiş, Kadı da evliliğin feshine ve evlilik fiilen başladığı için mehri müeccel ve iddet nafakasının ödenmesine hükmetmişti.
25 Nisan 1911 tarihli Nablus şer’iyye mahkemesine başvuran Şeyh Mahmud el-Cabi’nin kızı Cemile ise babası ölünce amcası Şeyh Abdurrahman’ın velayetiyle onun küçük oğlu Kâmil ile evlendirildiğini belirterek şunları söylemişti: “Geçen cumartesi 16 Mart 1911’de ilk aybaşı kanımı görerek buluğa erdim. Ben kendi başıma vekilim ve Kamil’le olan nikâhımın feshedilmesini istiyorum. Amcamın evinde çalışan hizmetkârlar önünde irademi açıkladım. Şahittirler. Helada altımı temizlerken ilk aybaşı kanım geldi. Bunu görünce kendimi seçtim ve Kemal’le olan nikâhımı feshetmeye karar verdim. Şimdi mahkemeye hukuki olarak da nikâhın feshi ve Kemal’le babasının benden uzak tutulmasını istemeye geldim.”
Kadı, Kemal’in velisine durum sorulunca Cemile’nin doğru söylemediği, baliğ olmadığı iddiasında bulunmuştu. Bunun üzerine Kadı müftüden fetva istemiş, Müftü fetvasında buluğda üst yaş sınırının 15 olduğunu, Cemile’nin bu yaşa ulaştığını, dış görünüşünün de mevcut durumu desteklediğini dolayısı ile seçim hakkını kullanabileceğini belirtmişti. Şahitler de Cemile’yi şöyle doğrulamışlardı: “16 Mart Cumartesi günü hep birlikte evde otururken Cemile geldi ve kapının girişinde durarak ‘Şu anda buluğa erdim ve ilk kanımı gördüm. Sağir Kemal’le evliliğimi feshettireceğim’ diyerek şahit olmamızı istedi.” Kadı Cemile’ye baliğ olduğu anda evliliğini feshettirmeye karar verdiğine dair yemin teklif etmiş, Cemile yemin de etmişti. Nihayet Kadı fetva, şahit beyanları ve Cemile’nin yemini üzerine nikâh akdinin feshine ve Kemal ve babasının Cemile’den uzak durmasına hükmetmişti.
Bu olaylarda dikkati çeken bir husus, kızların aybaşı olduklarını rahatlıkla erkek şahitlere göstermeleri, mahkemede erkeklerin huzurunda bunu açıklıkla anlatabilmeleridir. Ancak bu cesur kızların bu ifadeleri verirken neler hissettiklerini ve boşanma sonrasında neler yaşadıklarını maalesef bilemiyoruz.
Hul yapmak ne demek?
Osmanlı uygulamasında küçük kızların istemedikleri bir evlilikten kurtulmasının bir yolu daha vardı. “Hul” ya da “muhalaa”, genel olarak kadınların mehir ve nafakalarından vazgeçmeleri, kocalarının da bunun karşılığında onları boşamaları ilişkisine dayanan bir boşanma şekliydi.
Örneğin 22 Temmuz 1712’de Üsküdar’ın Camii-i Kebir mahallesinden Mehmed oğlu Osman mahkemeye başvurarak erginliğe ulaşan kızı Ümmü Gülsüm’ü, Ali Beşe’nin oğlu Ramazan’dan boşamak için üç bin akçelik mehir hakkından vazgeçtiğini söylemişti. Sonunda adı “hul” anlaşmasıyla çifti boşamıştı.
11 Ocak 1708'de Üsküdar’ın Şeyh Selami mahallesinden annesi Ümmi Gülsüm üç bin kuruşluk mehirinden vazgeçerek kızı Aişe'yi boşamak için mahkemeye başvurmuştu ve başvurusu kabul edilmişti.
Kasım 1800’de Davutpaşa mahkemesinde 10 yaşına varıp, adet görerek erişkinliğe adım atan Ayşe, kocası Seyyid Mehmet ile “hul” anlaşması ile boşanmıştı. Aynı mahkemede Şubat 1801’de erişkin kabul edilen 13 yaşındaki Habibe, kocası Molla Mustafa’dan “hul” ile boşanmıştı.
Ayrıksı bir “hul” davası da 14 Haziran 1725’te Galata mahkemesinde görülmüştü. Bu sefer boşanmak isteyen yetişkin bir kadın olan Fatma, boşamak istediği küçük bir çocuk olan İsmail idi.
“Hıyar-ı buluğ” ya da “hul” yoluyla boşanma imkanına sahip olmayan bazı kız çocukları ise kendileri adına yapılan evliliklerden çeşitli şekillerde kaçmaya çalışıyorlardı. Örneğin Temmuz 1751’de Antep Mahkemesi’ne yansıyan bir davaya konu olan Zemzem’in yaptığı gibi… Babası tarafından Mehmed adlı birisiyle evlendirilen Zemzem, babası öldükten, kendisi de erişkin olduktan sonra bu evliliği yok sayıp başka birisiyle evlenmişti. Ancak Mehmed’in babası mahkemeye başvurup Zemzem’in yaptığı ikinci evliliğin feshedilmesini sağlamıştı.
Nadir de olsa başarılı olabilenler de vardı. Örneğin Şubat 1697’de Afyon Mahkemesi’ne başvuran İbrahim Ağa adlı biri, oğlu Hüseyin’i, beş yıl önce Havva’nın kızı Ayşe ile evlendirdiğini ancak Ayşe’nin erişkinliğe ulaştıktan sonra bu evliliği inkâr ettiğini, kendisinin de bunu ispatlamaktan aciz olduğunu belirtmiş ve ardından da davasından vazgeçmişti.
Şer’i hukuk-örfi hukuk ikiliği
Tanzimat’a kadar (1839-1876) Osmanlı aile hukukunda ve hatta genel olarak özel hukuk alanında çok köklü değişikliklerin olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü modern anlamda özel hukuk olarak adlandırdığımız aile, miras, şahıs hukuku gibi alanlar, şer’i ve örfî hukuk olarak adlandırılan ikili yapıda yürümüştür. Ancak bu ikili yapıda şer’i hükümler ağır basmıştır. Bu bağlamda kısaca Mecelle diye bilinen ve 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk kuralları kodeksi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Elbette bu kodifikasyonun parçası olarak çocuk evlilikleri de aynen devam etmiştir. Nitekim 1876 yılında ünlü edebiyatçı Ahmed Mithat Efendi, Felatun Bey ve Rakım Efendi adlı romanında Felatun Bey’in babasının evlenmesinden şu şekilde bahsedecektir: “Onaltı yaşında iken pederi tarafından evlendirildiği zaman oniki yaşında bir kız ile tezviç edilmişti.”
Modernleşmenin mesafe kazandığı 1910 yılında Suriye Vilayeti Meclis-i Umumisi’nden İstanbul’a gönderilen bir mazbatada kızların 14, erkeklerin 18 yaşından önce evlendirilmesinin önüne geçilmesi isteniyordu. İstanbul’daki makamlar ise muhtemelen kamuoyu tepkisinden çekinerek evlilik yaşını sınırlamayı “hürriyet-i şahsiye” kapsamında görüp çocuk evliliklerini yasaklamak yerine gazete ve vaazlar gibi araçlarla halkın “vakitsiz” evliliklerin sakıncaları konusunda bilgilendirilmesinin uygun olduğuna karar vermişlerdi.
1917 Hukuk-ı Aile Kararnamesi
Ancak Cihan Harbi yıllarında (1914-1918) gerek kadınlar gerekse erkekler eşlerinden uzun süre uzakta kalmanın handikaplarını yaşamaya başlayıp bu durum sosyal bir sorun halini alınca, normal şartlar altında Sünni inancına göre kadının kocasını boşaması çok zor şartlara bağlı iken, İttihat Terakki yönetimi, 1915 yılında belli şartların doğması halinde kadının kocasını boşayabilmesi için Şeyhülislamdan fetva çıkartmış ve padişah da buna uygun olarak bir ferman yayımlamıştı. Bu çalışmaların nihai ürünü olan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi ise İslam dünyasındaki ilk aile kanunu olup, İslam Hukuku’nun sınırları içinde kalmakla birlikte çok önemli yeniliklere imza atmıştı. Osmanlı Devleti’nde ilk kez bir hukuki düzenlemede resmi mezhebin (Hanefiliğin) içtihadları dışına çıkılarak diğer hukuki mezheplerin görüşlerinden de yararlanılmış, böylelikle çağın ve toplumsal gelişmelerin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara uygun hükümler kabul edilmiştir. Konumuzla ilgili olarak Kararname’nin 7. maddesi çocuk evlilikleri açısından çok önemli idi: “On iki yaşını itmam etmemiş (bitirmemiş) olan sağir (erkek çocuk) ile dokuz yaşını itmam etmemiş olan sağire (kız çocuk), hiçbir kimse tarafından tezvic edilemez (evlendirilemez).”
Kararnamenin 4. maddesine göre evlenme ehliyetine sahip olabilmek için kızların 17, erkeklerin 18 yaşını bitirmiş olmaları şarttı. Bu değişikliğe temel olan düşünce 4. maddenin esbâb-ı mucibesinde (gerekçesinde) şöyle anlatılmıştı:
“Aileyi oluşturanlar hukuk-ı zevciyeti (evlilik hukukunu) ne kadar iyi bilir ve takdir ederlerse kuracakları aile de o kadar güçlü olur. Hâlbuki 15 yaşını dolduranları hükmen baliğ (kanunen erişkin) kabul edip, evlenme hakkını tanımak, nikâhın layık olduğu önemi nazarı itibara almamak anlamına gelecektir. Burada en fazla merhamet duyulması gereken kızlardır. Karı-kocanın aileyi oluşturduğu ve idare konusunda müşterek sorumluluklarının olduğu düşünüldüğünde erkek çocuklarının zamanlarını sokakta oynayarak geçirmelerinin mazur görüldüğü bir dönemde kız çocukları toplumun en önemli vazifesi olan bir ailenin annesi olmak ve bütün işleri idare etmek sorumluluğunu yüklenmek zorunda kalmaktadırlar. Henüz bedeni gelişmemiş olan biçare kızların anne olmakla hayatları perişan olmaktadır. Onlardan dünyaya gelen çocuklar da pek cılız ve asabi olup, İslam toplumunun gittikçe alçalmasına yol açmaktadır.”
Klasik döneme, hatta Tanzimat Dönemi’ne dair sevimsiz, üzücü, öfkelendirici onca hikâyeye rağmen, Osmanlı Devleti’nin nüfusu konusunda çok önemli bir isim olan Alan Duben’in 1885 ve 1907 nüfus sayımlarından yola çıkarak yaptığı çıkarımlara göre 1885’te İstanbul’da kızların ortalama evlilik yaşı 19, 1907’de 20 iken, yine İstanbul’da erkeklerin ortalaması 30 yaşa kadar çıkıyordu. Duben’e göre 1885 sayımına göre İstanbul’da yaşayan 10-14 yaşlarındaki kızların yüzde 93,2’si, 1907 sayımına göre yüzde 92’si evlenmemişti. Buna göre İstanbul’da 10-14 yaş grubundaki kızların sadece yüzde 10’u evliydi. Yine bu yıllarda İstanbul’da evli erkeklerin sadece yüzde 2,5’u çok eşliydi. Elbette bu sayılar modernleşmenin etkisinin en fazla görüldüğü payitahta ilişkindi. Anadolu’daki sayılar bundan çok yüksek idi. Savaş yıllarında çocuk evliliklerinin arttığını, 1917 Kararnamesi ile azaldığını tahmin edebiliriz, ancak emin olmamız zor. Nitekim yazının girişinde kısaca değindiğim o korkunç istatistik hala devam ediyor.
*Doğru olmamasına rağmen “kadın” ile karışmaması için “Kadı” imlasını kullandım.
Özet Kaynakça:
* Yahya Araz, “17. ve 18. Yüzyılda İstanbul ve Anadolu’da Çocuk Evlilikleri ve Erişkinlik Olgusu Üzerine Bir Değerlendirme”, file:///Users/ahur/Downloads/17_ve_18_Yuzyilda_Istanbul_ve_Anadoluda.pdf
* Yahya Araz, Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak, Kitap Yayınevi, 2013;
* Gül Akyılmaz, “Osmanlı Hukukunda Çocuk Evlilikleri”, https://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/tce/1450.pdf;
* Alan Duben–Cem Behar, İstanbul Haneleri Evlilik, Aile ve Doğurganlık 1880-1940, İletişim Yayınları, 1996;
* Necati Döğüş, “19. Yüzyıl İstanbul’unda Bir Erken Evlilik Olayı veya Küçük Nesibe’nin Nikâh Serencamı”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2251456;
* Mahmoud Yazbak, “Minor Marriages and Khiyār Al-Bulūgh in Ottoman Palestine: A Note on Women’s Strategies in a Patriarchal Society.” Islamic Law and Society 9, no. 3 (2002): 386–409.