OTOPSİ'NİN Z RAPORU

Babamın cinayetinde halen karanlıkta olan, başta emri kimin verdiği olmak üzere yanıtlanması gereken onlarca soru var. Bunları gündeme getirmek yerine, davaya hiçbir katkısı olmayan, sadece bir bombanın insan bedeni üzerinde yaratacağı tahribatı gösteren bir tutanağı ısrarla gündeme getirmeyi bir lütuf sandığınız gazeteciliğiniz de sizin Türkiye’ye bir mirasınız muhtemelen.

Geçen hafta kaydettiğim podcast’te babamı ve babamdan sonrasını anlatmıştım.

Bazı tuhaf anıları belleğimin arkasına ittiğimi ve cinayet soruşturması eşliğinde 29 yılın bir podcast’te sığmayacağını biliyordum. Ancak, içimden geldiği gibi bir akışta konuşmuştum; sonra yine olaylar birbirini kovaladı. 
 
Bir temmuz ayına gidelim, 2020 yılı temmuz ayına. Nilüfer ve Nilhan Kışlalı ile beraber Halk TV’de yayınlanan “Görkemli Hatıralar” programına Serhan Asker’in ricasıyla katıldık. 

Ahmet Taner Kışlalı’nın doğumgünüydü; Serhan Bey de her iki aydını aynı yayında anmak istediğini söyleyince – özellikle Nilüfer Abla ile Nilhan’ı da yalnız bırakmamak adına yayına katıldım. Yayın, yanılmıyorsam, gece yarısı gibi başladı. Yayının öncesinde buluşup hasret gidermiştik. 
 
Yayına bilgisayar bağlantısıyla katılanlar olacaktı. Katılanlardan biri de Saygı Öztürk’tü. Kendisiyle gazeteci olması bağlamı dışında herhangi bir hukukumuz olduğunu söyleyemem. Canlı yayında, saat gece 1-2 arasında, bir polis tutanağı okumaya başladı; belge sayısını bilmem şu an mümkün değil; ancak tutanak ceset parçalarına bağlandı. Kendi bilgimde olan, okuduğunun otopsi raporu olduğunu sandığım belgenin esasen yalanlandığını; babamın herkesin bildiği gibi beyaz saçlı ve mavi gözlü olmadığını ve de bunu annem Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” adlı anı – biyografi kitabında aktardığını söyledim. 

Azarlandım, zira kendisi polisten gelmiş bir tutanağı okuyordu, ben daha mı iyi bilecektim. Yayından gecenin 3’ünde, sinirim zıplamış çıktığımı hatırlıyorum, Serhan Asker stüdyodaki soğuk esen rüzgarı anlamış, bir şekilde yayını yatıştırmaya çalışmıştı. Bu bahsi geçen yayını YouTube’da bulamadım; ilk üç hafta düzenli kontrol ettiğimi de hatırlıyorum, yazıyı yazarken de deştim, bulamadım. Bulabilen varsa lütfen göndersin. 
 
Yayından çıktığımızda Nilüfer Abla ve Nilhan ile her zamanki modumuza, yani olayları durum komedisine döndürmüştük; beni eve bıraktıklarında kara trajedimize gülüyorduk; nasıl acı bir gülme haliyse, anlayın. 
 
Bu konuyu hafızamın bir kenarına ittim ve de kendimi yayına çıkma konusunda da bir anlamda “koruma” kararı aldım. Sadece, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik (um:ag) Vakfı’ndan araştırmacı gazetecilik öğrencimiz Hilal Köylü’nün DW’deki yayınına katıldım ve de sevgili Duygu Demirdağ’ın YouTube yayınına. Ve de geçtiğimiz hafta yayınlanan podcastimde, isimlerden bahsetmeyip, bazı örnekler verip neden televizyona artık çıkmadığımı aktardım; isimlerden bahsetmeyi de uygun görmedim. 
 
Geçtiğimiz hafta Saygı Bey, Sözcü’de cinayette olay akışının ailemizin bilmediği kısımlarını paylaşıp - bombayı koyan Oğuz Demir'in polisten kaçma süreci  ve de  yeniden otopsi tutanağının bir eki olduğu anlaşılan bir tutanak paylaşana kadar, medyadaki bu ya da benzeri isimlerden bahsetme gibi bir niyetim de yoktu. 
 
Saygı Bey’in bu tutanağı 28 ya da 29 yıl sonra yeniden paylaşmasına gerek yoktu. Zira şahsım, patlamada babamın bacağının koptuğunu, patlama anında öldüğünü ve de ceketinin içindeki dolmakalemin ikiye ayrıldığını ben gayet iyi biliyorum. Gözlüğü kırılmadı ve de nikah yüzüğü parmağındaydı. Saati de kolunda. Nereden mi biliyorum? Olayı yaşadım ve detaylara 11 yaşından beri gayet hakimim. O ikiye ayrılmış kalem, o nikah yüzüğü ve de o saat babamın odasında özel bir camekanda saklanıyor, saklıyoruz.

Buyurun size aklımda kalan otopsi raporunu yazdım. 

Bu otopsi tutanağı diye aslında otopsi tutanağı olmayan, davaya veyahut soruşturma aşamasına hiçbir katkısı olmayacak, sadece bir insanın bedeninin nasıl parçalara ayrıldığını anlatan bir tutanağı yazısında anlatıyor ve de bir emniyet amirinin Oğuz Demir’i nasıl kaçırdığını; yani yazıda bugüne kadar da değil bizim avukatımızın dahi bile duymadığı detayları aktarıyordu.
 
Bu raporu da hayatını kaybeden kişinin yakınları başta olmak üzere onu seven herkesi üzecek, sadece ceset parçalarını anlatan, travmatik bir belgeyi "gazetecilik" adına aktardığını fark ettim.
 
Peki Saygı Bey, babama bir belge verdiğini iddia ettiğiniz ve de bu belgenin kendisinin ölümüne neden olduğundan dolayı üzüntü hissettiğinizi, bir panelde söylediniz mi, söylemediniz mi? Raporu verdiğinizi beyan ettikten sonra  yazdığınız kitap “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”nun babamın ölümüne yol açtığını samimiyetle düşünüyor musunuz? 

Bende bu noktada koskocaman bir boşluk duruyor mesela.
 
Peki Saygı Bey, DGM Savcısı Ülkü Coşkun “bu cinayeti devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür” sözünü duydunuz mu? Bu konuda herhangi bir bilginiz ya da yorumunuz var mıdır?
 
29 yıl sonra otopsi raporu yayınlamak, öldürülenin yakınını canlı yayında azarlamak gazetecilik değildir; bir magazinleştirme çabası, bir olay örtme çabasıdır; kısaca bir mesleğin sonuna yaklaşırken kötü bir mirastır.
 
Saygı Bey, sadece bu yazıda sorduğum soruları 29 yıl boyunca – yani zamanında yanıtlamadınız; ben aile yakını ve Ankara gazetecilerini yakınen tanıyan ve kulislere görece hakim biri olarak bunların sizden geleceğini beklemedim bile. 
 
Kendiniz medyanın yine bir köşesini tutarken, otopsinin yan raporu olduğu anlaşılan o tutanağı canlı yayında gece yarısı açıklayarak veya karşıdaki aile yakınını azarlayarak belki büyük bir araştırmacılık gazetecilik yaptığınızı düşündünüz; bilemiyorum.

Babamın cinayetinde halen karanlıkta olan, başta emri kimin verdiği olmak üzere yanıtlanması gereken onlarca soru var. Bunları gündeme getirmek yerine, davaya hiçbir katkısı olmayan, sadece bir bombanın insan bedeni üzerinde yaratacağı tahribatı gösteren bir tutanağı ısrarla gündeme getirmeyi bir lütuf sandığınız gazeteciliğiniz de sizin Türkiye’ye bir mirasınız muhtemelen.
 
1 Şubat’ı kapatırken, Abdi İpekçi’yi anıyor ve faili meçhul kalmış tüm aydınların anısının önünde bir kere daha saygıyla eğiliyorum. 
 
Yazıyla belki de bağlantılı ama geçtiğimiz yıla ait son bir konu ise, sol-Kemalist kimlikle avukatımıza ve ailemize, yani yanımıza yaklaşıp, UMUT Davası’nı stajyer avukat olarak yakınen takip edip, kendi hukuk bürosunu kurduktan sonra Sedat Peker’in avukatlığını ve aynı anda da Necip Hablemitoğlu Davası’nın avukatlığını yapan kişi. Bu konuyu da, bu iki avukatlığı da, bu konularla ilgilenen araştırmacı gazetecilere havale etmeyi uygun görüyorum. Zira bu iki durumla ilgili de bu avukatı bir zaman tanıyor olmak  dışında somut bir yanıtım yok. Bu ilmek ilmek birbirinin içine girmiş ilişkilerin mide bulandırıcılığı dışında… 
 
Dinleyicilere bir not: Ocak bitti, bu gündemden çıkıp Türkiye ve dünyanın gündemine dönüyorum. Yani, podcastler kapıda.

Köşe Yazıları Haberleri